Güneş yazın son günlerini bir fırsat olarak değerlendiriyordu. Sırt çantamın ağırlığını iki katına çıkarıyor, bitmek bilmeyen yokuşu tırmanmayı iyice zorlaştırıyordu. İç Anadolu’nun kuru sıcağı sadece insanın tenini değil; otunu, böceğini, ineğini, tavuğunu, hatta suyunu bile kavurur. Bazen yürekleri de… Bu azgın güneşe inat geceleri ay soğuk yüzünü gösterir de kavrulan yürekler serinlemez yine de.
Sonunda yokuşu tamamlayıp düze çıkınca hala arnavut kaldırımlı sokağa dalıyorum. Bu kasabada her şey, gökyüzü bile değişmiş de bu sokak taşıyla, insanıyla hep aynı kalmış; eski bir dostu kucaklar gibi çıkıyor karşıma. Sokakta sağlı sollu, sarı ya da toprak renginde iki üç katlı evler… Kapıların önlerinde bağıra çağıra oynayan kapkara çocuklar… Kenarları oyalı mavi yeşil çemberleriyle, renk renk basma elbiseleriyle üç basamaklı merdivenlere oturmuş, öğlene kadar ev işlerini tamamlamanın, yemeği pişirmenin verdiği rahatlıkla ya kocalarını ya da mahalleden bir genç kızı çekiştiren kadınlar… Ara ara esen rüzgarın etrafa dağıttığı kavrulmuş soğan kokusu, bazı evlerde akşam yemeğinin daha pişmediğini haber veriyor. Bunu kanıtlarcasına, kapı önü dedikodusuna davet edilen bir kadın, bu fırsatı kaçırdığına üzüldüğünü belli eden bir ses tonuyla, komşularına akşama yemeğinin hazır olmadığını söyleyerek daveti geri çeviriryor. Yırtmaçlı, bol, siyah şilebezi pantolonum; yakası açık, kalın askılı merserize beyaz bluzum, başımda hasır şapkam ve sırtımda çantamla beni turist zannettiklerini düşünüyorum. Yanılıyorum… Günlük dedikodularını yapmakla meşgul olduklarına emin olduğum üç teyzenin önünden geçerken merdiven kenarına atılmış bir sandalyede oturan mor basma elbiseli olanına takılıyor gözüm. Daha doğrusu onun gözü mü bana takılıyor, yoksa benim gözüm mü ona, ayırtedemiyorum. Yaşından beklenilmeyecek bir çeviklikle ayağa kalkıp hızlı adımlarla bana yaklaşıyor. Yüzüme huzurlu bir serinlik veren rüzgar teyzenin mor basma elbisesini de neşelendiriyor. Bana yaklaştıkça teyzenin gözlerinin mavisinin ne kadar açık olduğunu farkediyorum… Sanki bir düş içinde geziyorum. ‘Haşmet Ağbeyin nesi olursun guzum sen?’ diyor birdenbire teyze düş alemime giriş yaparak. ‘Gızı mısın, dorunu mu?’ Çok şaşırıyorum ya farkında olmadan ‘Torunuyum teyzem de sen nerden anladın?’ sözcükleri dökülüyor ağzımdan. ‘Gözlerin gızım, gözlerin söylüyor.’ O anda büyükbabamın, sinirlenince bir açtı mı bir çift mavi alev topuna dönüşen iri gözleriyle övünüşü aklıma geliyor. Anneannemin küçük kestane gözleriyle dalga geçişi… ‘Eee… O zaman anneannemi nasıl beğenip de aldın büyükbaba?’ diye soruyoruz ağabeyimle… Ağabeyim büyükbabamın gözbebeği… Yaz tatillerini o gelecek diye hep iple çeker büyükbabam. Elma yanaklı, diri kalmış yüzüyle, hep gülen hep boncuk boncuk bakan büyükbabam… Ağabeyimi yanından ayırmaz; camiye pazara onunla gider. Bana da elbiseler, bebekler alır.
Saklambaç oynayan çocukların çığlıklarıyla şimdiki zaman dilimine ani bir iniş yapıyorum. Teyzenin yıllar yorgunu açık mavi gözleri beliriyor karşımda. Tebessümle, gençliğini nerelerde bıraktığı bilinmez, kırışık lekeli ellerini öpüyorum. ‘Sağlıcakla kal, teyzem’ deyip, yoluma devam ediyorum.
Sandaletlerle zorlanarak yürüdüğüm taş sokağın tam köşesinde bir cami var. Bir zamanlar, günde beş vakit gökyüzünü sesiyle yırtan Ahmet Hoca’nın camisi. Ağabeyim onun da kıymetlisi… İşte o köşeye varmadan, bakımsızlığı hemen göze çarpan, yıkılmaya yüz tutmuş ama her şeye inat yaşamayı sürdüren iki katlı geniş pencereli bir kerpiç ev dikilir karşınıza. Anneannemin evi… Bu görüntüsü ile hayattaki gün görmüşlüğünü kanıtlar gelene geçene. Eskiden girer girmez mis gibi kahve kokularıyla hasret giderdiğimiz evde şimdi örümcek ağları ve ağırlaşmış bir küf kokusu karşılıyor beni. Kollarımla yüzümü ağlardan korumaya çalışarak anılar denizine dalış yapıyorum. Oldukça geniş olan giriş, güneşe karşı pek misafirperver olmadığı için gözlerimin az ışıklı ortama alışmasını bekliyorum biraz. İlk belirginleşen sol taraftaki iki kapının görüntüsü. Biri ambarın biri de odunluğun. Şimdi farelerin bile dolaşmadığı boş ambar, buzdolabı görevini görürdü. Ambarı farelere karşı korumaktan Mercan sorumluydu. Bunun karşılığında büyükbabamın dükkanda onun için özel hazırladığı ciğerlerle her akşam ziyafet çekmekten tombullaşan tekir kedi Mercan… Anneannemin zamanı Mercan’la akardı. Anneannemin saati yoktu, Mercan’ı vardı.
Ambarla odunluk kapılarını geçince çok yüksek olmayan ama çocukken yine de beni korkutan ahşap merdivenler önünüze çıkar. Bu merdivenlerden çıkmaz da merdivenlerin sağından devam ederseniz mutfağı görürsünüz. Mutfağın penceresi, evde balık pişerken Mercan’ın arkadaşlarını davet ettiği küçük bir bahçeye bakar. Bu bahçenin ortasında, çevresi gülünden zambağına, incisinden leylağına renk renk çiçeklerle dolu olan süs havuzunun suları rüzgarda narince yüzümüzü yıkardı. Suyun içinde inci taneleri, gül yaprakları yüzerdi. Mutfağın yanındaki bahçe kapısından şimdi otlar basmış, sadece yağmurlu günlerde su alan kurumuş havuzuyla sahipsiz olmanın derin kederini yaşayan bahçeye adım atıyorum. Havuzu geçince büyük bahçeye çıkan kapıyı aralıyorum. Eskiden büyük bir çimen denizine sahip, kocaman ağaçların serbestçe dolaşan tavuk ve horozları serinlettiği bahçe, şimdi kavrulmuş uzun otlarıyla kuru gözyaşlarını döküyor. İki dut ağacının arasına kurulmuş salıncağım da yok artık… Her sabah taze yumurtalarını yediğimiz, şimdi kırık dökük kümesin sahipleri de…
Sıcak ve otlar bahçede uzun kalmamı engelliyor. İçeriye girince ambarla odunluğun karşısındaki tuvaleti geçerek, anneannemin, dayımın haberini alınca telaşla indiği, gıcırtıları beni hep ürküten ahşap merdivenlere yöneliyorum. Anneannemin ilk göz ağrısı Hikmet Dayım… Merdivenlere gelince çocukluk korkum merdivenin sağlam olup olmadığı şüphesiyle birleşiyor. Cesaret edip ilk basamağı geçiyorum. Tırabzanlara sıkı sıkı tutunsam da onların da çok sağlam olmadığını hissediyorum. Her basamakta çıkan seslere kulak asmayıp aydınlık geniş salona sağ salim ulaşıyorum. Ulaşır ulaşmaz da biri pencere kenarındaki iki sedir beni görünce sevinip tozdan rengini kaybetmiş örtüleri rüzgarla hafif ritimli bir dansa başlıyor. Güneş ışınları, bu dansa eşlik eden tozları da gözle görünür hale getiriyor. Ortası dantel işlemeli kalın beyaz perdeler, bu evdeki anılarını çoktan unutmuş, başka pencerelerin rüzgarıyla flört ediyor. Sedirlerin hemen yanındaki buzdolabı şimdi hangi hırsızın evinde bilinmez. Buzdolabının karşısındaki küçük tüp, akşam çay demlenir umuduyla hala salonda bekliyor.
Salon girişinin sol tarafında dört oda sıralanır. Her oda ismiyle anılır. Dip oda anneannemle büyükbabamın odası; boyalı oda en küçük teyzemin. Her iki odada da gömme dolaplar, bu dolaplarda banyolar… Onun yanındaki köşk oda misafirleri ağırlar. Sandık odası, teyzemin hiç kullanılmayacağından habersiz çeyizlerini saklar bir sandıkta… Bir de anneannemin önemli misafirler gelince çıkardığı eşyalarını… Anneannemin kıymetli fincanları da burada. Çalınmamış son eşyalardan… Onları çantama yerleştiriyorum. Anneannemin kıymetli bebekli fincanını elime alıp pencere önündeki sedire oturuyorum. Güneş gözlerimi kısıyor; düzgün olmayan geometrik şekillerini tenime ve sedire serpiştiriyor. Köşedeki caminin minaresi yükseliyor kocaman ağaçların arasından. O ağaçları bir anda rüzgar coşturuyor. İkindi ezanıyla rüzgarın sakin uğultusu tuhaf bir huzur dolduruyor içime. Duvar kenarındaki sedirde oturan büyükbabam haşmetli gölgesini hem sedire hem de kırmızı-mavi desenli halıya düşürüyor. Elindeki bastonu haşmetini bozmuyor. Hiçbir vakit namazını atlamaz. Beddua edecekleri var çünkü… Anneannem, o incecik esmer kadın, dirseğini pencereye dayamış önünde Kur’an, elinde kalem, başında sakız gibi tülbentiyle aklının bir köşesi dün geceden beri ortalıkta görünmeyen Mercan’a takılı kalmış, inci gibi notlar alıyor Kur’an’ın kenarlarına. Bebekli fincanında kahvesi… Ben küçücük iri gözlerimle ona bakıyor, bana bir şey söylediğinde bu çelimsiz kadının sesindeki otoriteye şaşıp kalıyorum. Birden yetişkin gözlerim, camiyle biten sokağın sola kıvrıldığı yolun karşısında, o eski çeşmeyi görüyor. Herkes bu kadar ölüyken onun yaşayabilirliğine inanamıyor… Dayımın üstünde çizgili pijaması, kucağında birkaç haftalık oğlu, Rodin’in ünlü heykeli gibi oturup kaldığı çeşmeden hala su akıyor.
Yazın son günlerini fırsat bilen güneş… Kavuruyor… Aysel yengemi de öfkesi kasıp kavuruyor. Arada anneannemin tülbentine üfleyen rüzgar bile korkup kaçıyor. Sandık odasından gelen naftalin kokusunu da küçücük burnuma taşımıyor. Yengem eniştesine dolandırılan Hikmet dayımı, anneannemin suskun bakışları altında hırpalıyor, dayımın daha ütüsü bozulmamış beyaz gömleğinden bir düğme düşüp ayaklarımın ucuna yerleşiyor. Büyükbabamın haşmetli gölgesi benim boyumda bir çocuk oluyor. Büyükbabamın genç bir kopyası olan dayım ise adeta kendinden korkuyor, gözlerindeki endişe sesine yansıyor: ‘Ne olur Aysel, gitmeyelim bugün eve. Sen buraya getir çocukları.’ Aysel Yengem, yemyeşil gözlerindeki hiddetiyle bir kaplan gücüyle geçiriyor tırnaklarını dayımın yüreğine. Dayım çocuk ruhunu anneannemin evinde bırakarak sürükleniyor yuvam dediği yere.
Ertesi sabah, dayımın komşusu Melahat Teyze, sıcaktan mı telaştan mı dudakları kurumuş bilinmez, bir yandan koşuyor bir yandan anneanneme sesleniyor. ‘Goş, Zera, goş! Hikmet, Aysel’i pıçakladı!’ O anda Zehra Hanım’la Haşmet Bey’in yürekleri kavruluyor, bir daha da o yüreklere su sızamıyor…
Elimden bebekli fincan düşüyor, kırılıyor…
Yazar: Pınar AYDOĞDU
Bu yazı, Evde Kal Türkiye Parlak Jurnal Yazı Yarışmasında birincilik ödülünü kazanmıştır.
Gerçekten güzel bir yazı olmuş, tebrikler.
Teşekkür ederim!
Çok güzel bir yazı olduğunu söylemeliyim. Yazının akıcılığı ve kendine ait üslubuyla birlikte kolayca okudum. Sadece sondaki “pıçakladı” tabiri beni bir anlığına hikayeden kopardı. Acaba bu şivesel alıntıyı daha iyi nasıl aktarabilirdiniz? Kendisi gerçekten böyle söylediyse de herhalde ben “bıçakladı” tabirini tercih ederdim çünkü olay bir an gözümde karikatürleşti. Herhalde karikatürlerde sıkça gördüğüm “pıçaklamak” tabiri benim bilinçaltıma işlemiş ve bu durum yazıdan bir an kopmama yol açtı. Garip ve saçma bir talihsizlik 🙂
Teşekkür ederim! Hiç düşünmemiştim ‘pıçaklama’nın böyle anlaşabileceğini ama ‘bıçakladı’ demek de çok gerçekçi gelmedi kulağıma. Düşüneceğim bunun üzerine, yorumunuz için teşekkür ederim.
Teşekkürler. Akıcı ve detaylı bir anlatım olmuş.