Evde kolaylıkla yapılabilen DNA testleri sayesinde artık kendi genetiğimize ilişkin eşi görülmemiş miktarda bilgiye sahibiz. Fakat bu bilgilerin tümünü bilmek bizi nasıl etkiliyor? Genetik riskleriniz hakkında bir şeyler bilmek fizyolojinizi değiştirebilir mi?
Kuantum mekaniğinde bir olguyu, bir tür ölçüm yaparak gözlemleme eyleminin, zorunlu olarak bu olguyu değiştirdiğini belirten ve “gözlemci etkisi” olarak bilinen yaygın bir teori vardır. Bir başka deyişle sadece varlığımızla, orada olup elde edilecek sonucu merak etmemizle dahi çıkacak olan sonucu etkileyebiliyoruz.
İçindekiler
“Kendi fizyolojimiz hakkında daha fazla şey bilmek fizyolojimizi değiştirir mi?”
Kuantum mekaniğinin etkisi altındaki açıklamalar kişinin zihnine değil cihazlara indirgenmekte. Yani kişinin vücudu cihazlardan çıkan sonuçların etkisi altına girmekte. Bu tıptaki placebo etkisidir. Bir hasta eğer etkili bir tedavi gördüğüne inanırsa iyileşebilir. Üstelik bu durum hasta tedaviye cevap vermiyor ve tedavi işe yaramıyor olsa dahi gerçekleşebilir. Yeter ki hasta gerçekten etkili bir tedavi gördüğüne ikna edilebilsin.
Peki, bu kadar çok bilgiye ihtiyacımız var mı? 23andme ve Ancestry DNA gibi DNA test şirketleri sayesinde artık kendi genetiğimize dair ayrıntılı dağ gibi istatistiki bilgileri öğrenebileceğimiz bir çağda yaşıyoruz. Aynı zamanda insan genomunun haritalandırılması ve hangi genlerin hangi spesifik fiziksel özelliklerimizle bağlantılı olduğunu anlama yönünde önemli bir ilerleme kaydetmeye devam ediyoruz.
Aklımız, çevremiz ve bedenlerimiz üzerinde gerçekten bir güce sahipse, bu genetik bilgilerin hepsinin bize ne yararı var? En basitinden kendi fizyolojimiz hakkında daha fazla şey bilmek fizyolojimizi değiştirir mi? Yakın zamanda egzersiz ve Obezite üzerinde yapılan bir çalışma bu sorunun cevabının evet olduğunu göstermektedir.
Bir Genetik Riski Öğrendiğinizde Ne Olur?
Stanford Üniversitesinde Dr. Alia Crum liderliğindeki bir grup araştırmacının yaptığı çalışmada, katılımcılar kendi genetik riskleri hakkında kendilerine yapılan açıklamalardan sonra zindelik ve kilo alma ile ilgili testler üzerinde farklı performanslar sergilediler. İlginç bir şekilde performanstaki bu farklılığın kendilerine verilen bilgilerin doğru olsa da yanlış olsa da görüldüğü ortaya çıkmıştır.
Egzersiz çalışması için 116 kişi koşu bandında kondisyon testine tabi tutuldu. Araştırmanın diyet kısmına ise 107 kişi yemek yiyerek katıldı. Araştırmacılar, katılımcıların koşu bandı testinde iyi performans gösterme yeteneklerine odaklandılar. Diyet testindekilerin ise kandaki açlık ve doygunluk belirteçleri olarak görev yapan molekül seviyelerini ölçtüler. Ayrıca daha önceden tüm katılımcıların DNA’ları hem fitness kapasitesi hem de Obeziteye yönelik genetik yatkınlıkları hakkında test edilmişti. İlk sonuçlar performansı ve genetik özellikleri birbirine bağlayan bazı noktalar olduğunu işaret etti. Örneğin faydalı egzersiz genine sahip olanlar koşu bandı üzerinde daha iyi performans gösterdiler.
Ancak işlerin ilginçleştiği bir yer vardı. Çalışmaya katılanlar bir hafta sonra tekrar teste girmek için geri döndüler. Bu sefer kendilerine bazen doğru, bazen de yanlış test sonuçları hakkında bilgi verildi. Test sonuçların dışında kendilerine, bu genetik sonuçların koşu bandı ya da yemek yeme testlerindeki performansları göz önünde tutularak ne anlama geldiği özellikle anlatıldı. Örneğin, yemek yiyenler arasında kendilerine Obezite için daha yüksek genetik risk altında oldukları söylenenlerin Obezite genleri (FTO olarak bilinir) vücuda sinyal veren hormonları daha az ürettiği için beyne doygunluk hissi sinyalini göndermeye başladı.
İkinci test turunun sonuçları, insanlara belirli fiziksel özelliklere yatkın olduklarını söylemenin, verilen genetik bilgilerin doğru olup olmadığına bakılmaksızın, bu özelliklerle ilgili performanslarında gözle görülür bir etkisi olduğunu ortaya koydu.
Obezite için düşük genetik risk altında oldukları söylenenler, doygunluk hormonunu 2,5 kat daha fazla üretti ve bir hafta önce yedikleri öğünle aynı yemeği yemelerine rağmen kendilerini çok daha doymuş hissettiklerini iddia ettiler. Genetik olarak dayanıklılığı düşük olduğu söylenenler, koşu bandı testlerinde bu bilgiyi öğrenmeden önce olduğundan daha kötü durumdalardı. Akciğer kapasiteleri daha düşüktü ve daha erken vazgeçmişlerdi.
“İkinci test turunun sonuçları, insanlara belirli fiziksel özelliklere yatkın olduklarını söylemenin, bu özelliklerle ilgili performansları üzerinde gözle görülür bir etkisi olduğunu ortaya koydu.”
Bu nedenle genetik riskimiz hakkında bilgi sahibi olmak fizyolojimizde iyileşmelere yol açabilir. Ancak bizi dezavantajlı duruma da getirebilir. Bu yüzden yanlış genetik bilgiye karşı da dikkatli olmamız gerekiyor. Ancak Stanford çalışmasının gösterdiği gibi, aldığımız genetik bilgi doğru olsa bile onu nasıl aldığımız da önemli. Çalışma sırasında katılımcılara çalışmanın hedefleri ve sonuçları hızlı bir şekilde anlatıldı ve uygun sonuçlar verildi. Ancak hala bir çoğumuz beyin kimyamızın yeni keşfedilen genetik bilgimizi nasıl daha kolay gözlemlenebilir fiziksel özelliklere dönüştürdüğü konusunda net bir görüşe sahip değiliz.
Daha iyi bilinen gözlemci etkisi ya da placebo etkisine benzeyen olaylar, neden-sonuç hakkındaki düşüncelerimizi karıştırdığı için anlaşılması zor olabilir. Etkin olmadığı kanıtlanmış tedaviler yararlı sonuçlara yol açmamalıdır. Ancak hastalar etkili bir şekilde tedavi edildiklerine inanırlarsa iyi olabilirler. Genetik bilginin net sebep-sonuç spektrumunun neresinde olduğunu henüz bilmiyoruz. Genetik risklerimizden bahsetmenin beyin kimyamızı nasıl etkilediği hakkında daha fazla şey öğrenmek ve insanların genetik bilgilerimize gittikçe daha kolay şekilde erişmeleri, fizyolojimizi giderek daha önemli bir hale getirecektir.
Aslında bu tamamen psikolojik bir durum eğer bir çocuğa hiç yeteneği olmadığı halde ortalama bir performans sergilediğinde harika olduğunu söylerseniz o konuda birden fazla insan aynı övgüyü belirttiğinde o çocuğun o branşa yönelmesi gayet doğal