Şehre ansızın inen gece, kırık dökük anılarımı da sürüklemişti beraberinde. Gri bulutlar çökmüştü üzerime. Ay desen gözden kaybolmaya fırsat kolluyor, caddenin karşısındaki tepeleme konumlanan evlerin arkasına doğru yol alıyordu sinsice. Belli ki anılarımın karanlığında bırakmayı planlıyordu beni.Kaçamak bir bakış attım ona. İç geçirdim. Anılarım…Karanlığa bulanan onlar mıydı yoksa karanlık mı anılarımla bulanıyordu şimdi? Ay geri dönse, beraberinde güneşi de getirse? Aydınlanır mıydı, her şey düzlüğe çıkar mıydı? Yazık ki olanlar olmuştu bir kere. Kirletilmişti. Ayaklar altına alınmıştı dayanılmaz bir hafiflikle. Döndüm birden geceye. Yine oluyordu işte, bu karanlık beni bir başka karanlığa teslim ediyordu. Bir nehirdim de akıp gidiyordum sanki. Madem hayatımın satır aralarında kanatacaktım kendimi; bir dezehirleyeyim, fiyakası tam olsun, dedim. Bir kibrit çaktım geceye ve sigaramı yaktım: Karanlıkla savaşıma bir kıvılcım!Yeterince teslim olmuştum bu zamana dek. Konuşarakiçimdeki karanlığı kusacaktım. Geceye dayanarak dışımdaki karanlığı…
“Nasıl görebilirim ki önümü?” dedim usulca. Nasıl? Nasıl?Şehir irkildi birden, bir kız çocuğundan mı yükselmişti o serzeniş? Hele de böylesi bir zifiri karanlıkta… Öyle bir hal ki karabasanlar sarmış dört yanı, huzurun bileklerinde kelepçeler. Kaostan beslenir dişi kanlı, yüreği katı kurtlar; insanlıktan, kardeşlikten söz eden yaftayı yer. Hakkı, hukuku kim kaybetmiş ki bulunsun; gücü gücü yetene eziyet eder. Masumiyet diye bir şey yoktur, en iyi ihtimalle düşünceler suç işler. Karanlığı satın alanların dilinde tükenmeyen zafer naraları; kalanların ise gözyaşları tek sığınağı, aydınlık günleri bekler. Sonunda susmalar katık olur gözyaşlarına,söylenmeyen her söz, ilmek olup geçirilir boğazlara. Susar insan. Sustukça boğulur, boğuldukça susar. Çocukluğumuzdan kalma kahrolası öğretiler yine boynumuzu vurmaktadır işte. Haklı olanın sesi (!) haksız olanı bastırır. Sesin çıkmıyorsa haksızsın, ne reva görülmüşse razı olmak durumundasındır.Bu yüzden bağırış, çağırış büyütülmüşüzdür ya. Anne bağırır, haksızsa da haklı olur böylece.
“Nasıl görebilirim ki önümü?” dedim usulca. Biraz önce ılık esintileriyle ruhumu okşayan bu yaz gecesi, nereden çıktığı belli olmayan rüzgârla buz kesmişti şimdi. Tıpkı bir yıl önce olduğu gibi. Parmak uçlarım titremeye başlamıştı; sigaramsa parmaklarımın arasından fırlamış, özgürlüğüne kavuşmuştu. Her ne kadar onu aldatıyormuş gibi hissetsem de yenisini yaktım. Vız gelirdi şimdi gecenin soğuğu. Hem daha kötüsünü görmemiş miydim? Görmemiş miydik? Öyle sert bir iklimdi ki geçtiğimiz; bir yaz ancak bu kadar kışa dönebilirdi. Yürekler en fazla bu kadar buz tutabilirdi. Kulaklar bu kadar sağır, gözler bu kadar kör, akıllar ancak bu kadar kendinden vazgeçmiş olabilirdi. Ne de çok ağlamıştım. Yazık ki kendievimdeki yüreklerin buzunu bile çözememişti gözyaşlarım. Nasıl da çetin bir kıştı, nasıl da zorlu bir sınav? Çan eğrisi de yoktu üstüne üstlük, vicdan eğrisi vardı. Eğrilen vicdanlar vardı. Birileri kara kışı yaşarken bunun mimarlığını yapan… Fırsat bu fırsat deyip batan gemiyi yağmalayan… Kimse dokunmuyor diye kendi iklimini yaz sanan… Görüp de gözlerini kapayan, haksızlığa karşı susan… Hatta düşene bir tekme daha savurup bundan alçakça zevk alan… İnsan diyeceğim fakat dilim varmıyor. Dilim varmıyor.
“Nasıl görebilirim ki önümü?” dedim usulca. Karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar, diye boşuna dememişti Nietzsche. Bana bakan karanlıkta kendimi görüyorum şimdi, eski beni. Küçücük bir kız çocuğuymuşum o zamanlar, dünyadan habersiz. Karanlık çökmüş, korkmuşum. Sımsıkı kapamışım gözlerimi. Küçük kızlar karanlıktan çok korkar çünkü. Hele de çıkmaz bir sokakta tek başına bırakılmışlarsa. Sımsıkı kapamışım gözlerimi, karanlık girmesin diye içeri. Fakat bunu yaparken gözümü ışığa da kapamışım aynı zamanda. Cılız ama her şeye rağmen direnen ışıklar varmış meğer görememişim. Çünkü inancımı kaybetmişim. Körlemesine yolumu bulmaya çalışmışım o vakitten sonra.
“Nasıl görebilirim ki önümü?” dedim usulca. Dönüp baktım, yarım saat kalmıştı havanın aydınlanmasına. Gecenin en karanlık anıydı yani, hep derlerdi ya; ardından şafağı getirecekti. Gece ne kadar uzun sürerse sürsün, güneş hep doğacaktı. Öyle değil mi? Birileri karanlıktan besleniyor olsa da birileri de hep güneş olacaktı. Isıtacaktı yüreğimizi, yeşertecekti ümitlerimizi, yeniden zırh gibi giydirecekti direncimizi. Bu teslim oluş nedendi peki? Önümüzü göremediğimiz için mi? Oysa her gecenin sabahı vardı, bunu kim yadsıyabilirdi? Öyleyse neden bekliyorduk? Biz neden güneş olmuyorduk, yanan gönüllerimizle? Hiç olmadı bir mum alazı, hatta kibrit bile olur. Değil mi ki yanan gönüller karanlığı yaracak, gözler yeniden etrafını görmeye başlayacak? Yüreklerdeki buzlar çözülecek yavaş yavaş. İklim yeniden bahar olacak, kuşlar konacak yine dallarımıza. Umudun şarkısını söyleyecek rüzgâr, neredesiniz hey? Bu şarkı; benim şarkım, senin şarkın, bizim şarkımız… Harabenin ortasında söyleyemez miymişiz? Bir şeyler düzelmiş gibi yapmak ihanet mi olurmuş? Sus! Umudun şarkısından başkasına sus. Kulakların sağır olsun senden umudu çalanlara, sevgiyi çalanlara; seni çalanlara! Tuttur bir ıslık, çık yola. Kendin için bıraktınsa onlar için devam et. Haksızlığa uğrayan, hayatları alt üst edilen ve hatta bu dünyadaki yükünden azat edilen güzel insanlar için… Unutma sen, sen değilsin yalnızca. Sen bensin. Sen osun. Sen hepimizsin, kendine kattığın her insandan bir parçasın. Bize o insanların güzelliğini getir. Çık yola, yüreğindeki ateş aydınlatacaktır yolunu. İnsan olmanın ateşi… İnsanlara rağmen insan olabilmek, insan kalabilmek… İşte gerçek devrim bu: Birini yalnız insan olduğu için sevebilmek!
Dostum! Karanlığın inadı kırılıyor şimdi ve güneş yüzünü gösteriyor yavaş yavaş. Ben ise seni düşünüyorum. İsmini bilmesem de, gözüm gözüne hiç değmese de, senin tabağındanyemesem de; aynı gökyüzünün altında, aynı ateşi paylaşıyorum seninle. İyi ki de paylaşıyorum. Ne mutlu ki bana, senin yanında olma şerefini taşıyorum. Belki bir garip karıncayım yalnızca, yangını söndürmek için yetmez götüreceğim su. Fakat hiç olmazsa son nefesimi bu yolda vereyim, diyorum. Elini tutsam diyorum, haydi kalkalım beraber. Dimdik duralım ak alnımıza yaraşırcasına. Yıkılan ne varsa yeniden başlayalım inşaya. Karalığa bir mum olalım varımızla, yoğumuzla. En önemlisi de insan kalalım, insanca yaşamayı unutanların inadına.
Dışımdaki karanlığı yendiğim gibi içimdeki karanlığı da yenmiştim sonunda. Doğan güneşe baktım ve hızla yola çıktım. Yeterince yerimde saymıştım gece boyunca; artık yürümenin, yürümek de ne kelime koşmanın zamanı gelmişti. Ayaklarım kanayıncaya dek… Değil yorulmak, tükeninceye dek… Dilime dolanan şu iki mısra ise bana güç veriyordu âdeta: “Yaşamak görevdir yangın yerinde/ Yaşamak insan kalarak”
Konuk Yazar: Merve
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin geçer gider
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter
Bıraksam kendimi şöyle oh ne rahat
Bu da geçer gülüm yaşamana bak
Alınacak dersler var sorulacak sorular
Bu da geçer gülüm bizden bu kadar
https://youtu.be/EymAJQ-Ki3U
Gerçekten güzel bir yazıydı…
Elinize ,yüreğinize sağlık. Çok güzel olmuş…