Değerli Yavuz Selvi Hocam, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
1974 yılında Konya’da doğmuşum. İlk orta-lise öğrenimimi Konya’da tamamladıktan sonra Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Konya’da 1993 yılında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdim ve 1999 yılında mezun oldum. 1999’da mezun olduktan sonra Gümüşhane Verem Savaş Dispanseri’nde göreve başladım pratisyen hekim olarak ama bu esnada da TUS’a girmiş oldum. Yani TUS’a girdim, elime valizimi aldım, otobüse bindim, Ankara’ya gittim, Ankara’dan Gümüşhane’ye geçtim ve bu esnada sınav sonuçları açıklandı. Sınav sonucunda da Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı kazandığımı öğrendim. Böylece 2 aylık bir pratisyen hekimlik sonrası Van’a yolculuğum başladı. O dönem iyi bir psikiyatri eğitimi nereden alabilirim diye araştırmaya başladım. O esnada Profesör Doktor Mehmet Yücel Ağargün ve Profesör Doktor Hayrettin Kara’nın, ikisi de uyku konusunda ve psikoterapiler konusunda alanının en iyiler arasında, onların Van’a gittiklerini ve orada klinik kurduklarını, uyku laboratuvarı kurduklarını söylediler. Ben de tercihimi o yönde kullandım ve böylece olağan serüvenimiz başladı. Orada asistanlık dönemimizde, yani 1999 sonu 2000’lerin başı itibari ile uyku ve duygudurum bozuklukları, biyolojik ritim üzerine çalışmaya başladım. 2004 yılından sonra 2004-2005 arası yine aynı üniversitede uzman olarak çalıştım. Sonra bir Tıp Merkezi’nde uzman olarak çalıştım. Daha sonra 2006-2010 arasında Konya Eğitim Araştırma Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı olarak çalıştım. Bu arada Gelibolu Asker Hastanesi’nde askerliğimi yaptım. 2010-2012 yılları arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. 2012’den sonra da Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne döndüm. Burada psikiyatri anabilim dalı başkanı, Türkiye Psikiyatri Derneği Konya Şube Başkanı, Selçuk Üniversitesi Sinirbilim Araştırma Merkezi Müdür Yardımcılığı ve Konya Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Tıp fakültesini tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?
Şimdi, ben ortaokuldan itibaren psikoloji kitapları okurum. Hatta arkadaşlar, komşular hep benim psikiyatrist olacağımı bilirlermiş. Ortaokulda ben psikiyatrist olacağım dermişim. Baksana, böyle bir hayatta tıp fakültesini seçtim, hekim olmak istedim. İnsanları dinlemek, onlara yardımcı olabilmek ve onlara yol göstermek hoşuma gidiyordu. Ayrıca edebiyatı çok seviyordum. Her haftasonu elimdeki bütün paramla, birazcık uzaktaki kırtasiyenin önünde dururdum ve pazar günleri açılmasını bekledim. Açılırdı, Jules Verne’in kitaplarını veya buna benzer kitapları alır, okurdum. Bazen param yetmezdi, pazarda çalışıp su satardım veya pazarcılık yapardım ve o parayla gider kitap alırdım. Vaktimin çoğu kitapla geçmiştir. Lisede bir edebiyat dergisi çıkardım. Sonra üniversitede de Konya yerelde yayımlanan ve haftalık çıkan bir gazetede hem yöneticilik hem de yazarlık yapmaya başladım. Tıp fakültesinde de dergi editörlüğü yapmaya başladım. Hem dergi editörlüğü yaptım hem de haftalık duvar gazetesi çıkarıyordum. Duvara yazılar asılıyordu ve herkes okuyordu. Biz çıkarıyorduk. Sonra bir dernek kurduk, öğrenci derneği, onun başkanlığını yaptım. Aslında sosyal olarak çok faal olduğum için lise yıllarından beri beni sosyal olarak tatmin edecek bir meslek seçmeliydim. İnsanlara yardım edebilmek için tıp fakültesini ve sonrasında psikiyatriyi seçtim.
Yavuz Selvi Hocam, psikiyatrik bozukluklar diğer tıp patolojilerine nazaran biraz daha az aydınlatılmış, patofizyolojisi daha az bilinen konular. Sizce bunun temel nedeni nedir? Sizin bu bölümü seçmenizde bu süreç etkili oldu mu? Ve bir de bu süreçte kendinize rol model aldığınız biri var mı?
Gizemli dünyalar hepimizin ilgisini çeker. Çünkü hepimizin hayal kurmaya, fanteziye ve ilerlemeye ihtiyacı var. Bu alanda kendime en uygun gördüğüm yer psikiyatri alanıydı. Çünkü bu alanda yeni şeyler söyleyeceğimi ve kendimi geliştirebileceğimi biliyordum. Bu nedenle, bu fizyopatolojiyi daha iyi anlamak, bunlarla ilgili yorumlar yapabilmek için bu bölümü seçtim. Onun tarihi ve geleceğe ait sonuçlarını çıkarabilecek bir yetenekte olduğumu düşünüyordum. Bu alanda, bu gizemi çözebilmek için daha çok enerji sarf edeceğimi düşündüm, özellikle uykuyla ilgili. Tabi, çok haklısınız, şimdi hastalıkla bozukluk arasında fark var. Hastalık genellikle etiyolojisi gösterilmiş, tedavide bu etiyolojiye yönelik olarak düzenlenen durumları anlatır. Mesela viral bir hastalık. Ama bozukluk, fizyopatalojisi hakkında farklı çıkarsamalar ve farklı görüşler olan, net olarak sebebi şudur diyemeyeceğimiz ve tedavisi için de mutlaka şudur diyemeyeceğimiz çeşitlilikleri olan durumlar için kullanılır. Mesela psikiyatride major depresif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu gibi tanımlamalar vardır. Fakat diğer alanlarda tanımlar hastalık olarak geçer değil mi? Mesela MS hastalığı. Bu yüzden bozukluk yani desorder kavramı, fizyopatoloji açısından farklı varsayımlar üretebileceğimizi gösteriyor. Bu ise ilgi çekiyor. Bu kadar farklı durumların neden olabileceği konusu insanı daha çok cezbediyor. Açıkçası ruhsal bir süreç olması insanın hoşuna gidiyor. Bu alanda kendime rol model olarak tabii ki kıymetli hocalarım Profesör Doktor Mehmet Yücel Ağargün ve Hayrettin Kara’yı örnek aldım. Her ikisi de Türkiye’de alanında çok iyi isimlerdir. Bu alanda kendimizi geliştirmeye gayret ediyoruz.
Psikiyatrinin geldiği yerden memnun musunuz?
Şöyle söyleyebiliriz, çok ilerlemeler kaydedildi. Özellikle fonksiyonel MR çalışmaları, yani beynin fonksiyonel olarak görüntülenmesi konusunda ilerlemeler kaydedildi. Bir fonksiyonu icra ederken görüntülenebilir olması ve beyinde faaliyet gösteren alanların birbiriyle ilişkisinin fark edilmesi bize çok büyük adımlar attırdı. Şöyle basit bir örnek vereceğim: yüzyıllar önce, beyinle ilgili bir rahatsızlık olduğu düşünüldüğünde, psikolojik hastalıkların beyin grafisini çekmek diye bir şey yoktu. Ve sonra ne oldu? Pnömoensefalografi, direk grafiler, sonra tomografi, MR derken artık bizzat fonksiyonları görüntüleyebiliyoruz. Eskiden şöyle bir şey vardı: Beyinde bir nokta vardır ve bu nokta bir fonksiyonla ilişkilidir. Mesala şu nokta şu duygu ile ilişkilidir gibi. Bunun gibi önceden, nokta ve bölge varsayımları vardı. Artık şimdi bu noktalar yok; şu bölgeden bu bölgeye giden transmitter faaliyeti diye bir kavram var. Mesela temporal bölgeden frontal bölgeye giden yolak ve neticesinde bu yolda çalışan dopamin miktarının değişmesi diye bir fonksiyon tanımlanıyor. Artık noktalar değil, yolak ve maddelerin işlevleri var.
100 milyar tane nöron var. Her nöron birbiriyle yüzden fazla haberci aracılığı ile iletişim kurar. Nereden nereye geldik. Varsayımların çoğu, hipotezlerin çoğu artık kanıtlanabilir hale geldi ve bu alanda çok ilerlemeler kaydedildi. Ama yeterli mi? Yeterli değil. Fakat bu işi güzel kılan da bu. Bir varsayım üretebilme. Yani psikiyatrik bir durumun psikolojik, biyolojik ve sosyal taraflarının olması zaten heyecan katıyor. Bir virüs geldi, sende şu boğaz enfeksiyonunu yaptı. Eee.. ne yapayım? Yani ne? Ama psikiyatride ne yapabiliyorsun? Yorum katabiliyorsun. 100 kişi iflas ediyor ve 3 tanesi intihar ediyor veya 100 kişide çarpıntı oluyor ve bunlardan bir tanesinde anksiyete bozukluğu oluyor. Birinde hastalık hastalığı yani hipokondriyazis oluyor ve bir başkasında başka bir şey oluyor. Neden diğerlerinde oluyor da bunda olmuyor? Demek ki sosyal, biyolojik, psikolojik, biyo-psiko-sosyal yani multifaktöriyel. Nereden baktığına bağlı, ister dinamik bakarsın aile ilişkileriyle bakarsın, ister biyolojik bakarsın. Ya, bu işi heyecanlı kılan da o zaten. Ona yorum katabilmen. Her hastada farklı bir olay görebilmen, her hastada farklı bir tetikleyici görebilmen. Sonra biyolojik bir değişiklik oluyor, beyinde bir şey değişiyor. Mesala diyelim ki seratonin miktarı değişiyor. Sonuç herkeste aynı fakat ona götüren sebepler kiminde biyolojik, kiminde sosyal ve kiminde psikolojik.
Biraz da fakülte yıllarınıza dönelim hocam. Tıp fakültesini kazanmak, okumaya devam etmek ve sonrasında zorlu bir serüvenin parçası olan bu süreçte pes etmeyi hiç düşündünüz mü? Artık yeter ben bu bırakacağım dediğiniz oldu mu?
Çok eğlenceliydi. Onun için bırakmak istemedim, çünkü çok eğlenceliydi. Arkadaşlar; çok eğleniyorduk, gazete çıkarıyorduk, geziyorduk, gezilere gidiyorduk.
Ben, mesela, birinci notumu hatırlıyorum. Dönem 1, birinci sınav sonucu 700’ler mi 800’ler mi ne. Bizim puanlama sistemimiz 1000 üzerinden idi. İkincisi ise 200 müydü neydi. Böyle bir yukarı, bir aşağıydı. Bir sıkıyorum, çalışıyorum, yükseltiyorum, sonra salıyorum aşağıya doğru. Ya niye pes etmeyi düşüneyim, benim açımdan çok eğlenceliydi. Heyecanlıydı, güzeldi, derslerle ilgili hiçbir sıkıntım olmadı. Her zaman stajyerken de kravatlı, ceketli, böyle her zaman titiz, zamanında gelen, zamanında giden, hep sakin bir insandım.
Mesela sınav haftasında böyle sakin miydiniz?
Tabi sınav vakti belki heyecanlı oluyoruzdur. O da bir heyecan. Düşünsene bir hocadan sınava giriyorsun. İnsanın hayatında böyle heyecanlar olur. Benim görevim çalışmak. Çalışırım, olur, olmaz. Beni çok ilgilendirmiyor. Ben bu işe şöyle bakıyorum: çalışıyor muyum, çalışıyorum; görevimi yapıyor muyum, yapıyorum. E tamam, kaldın olabilir. Ben görevimi yaptım mı? Zevkli mi? Zevkli. Ne yapalım birazcık çalışıyoruz. Çalışmayıp ne yapacağız. Çalışmaktan başka ne işimiz var. Ben öyle çok aşırı çalışan bir insan olmadım. Çalışan arkadaşlarımıza saygı duyuyorum. Mesela not aldığımız insanlar var. Böyle güzel not tutanlar var. Onları da çok sevdik. Ama neticede öğrendik. Hiç pes etmeyi düşünmedim. Çok da zorlanmadım. Şimdi, geriye dönüp bakıyorum da illaki o an zorlanmış olabiliriz.
Yavuz Selvi Hocam benim merak ettiğim bir soru var. Aslında soracağımız sorular arasında yer almıyor. Ben; tıp okuyacağım, doktor olacağım diye değil de psikiyatrist olacağım diye başladım. Ama şimdi, özellikle bu stajları gördükçe, acaba psikiyatrist olamazsam farklı bir bölüme yönelsem mi diye düşünmeden de edemiyorum. Acaba psikiyatrist olmasam bu bölümü de seçebilirim dediğiniz, kendinizi yakın gördüğünüz bir bölüm oldu mu?
Yok. Psikiyatri olmasaydı belki çocuk olabilirdi. Neden bilmiyorum ama çocuk bölümü belki olabilirdi. Ben aslında mezarlık fotoğrafçısı olmak isterdim. Mezar taşları fotoğrafları çekmek, mezarlıkları çekmek istemiştim. Sonra baktım ki, hangi genç mezarlık fotoğrafçısı olmak ister? Herhalde ben hastayım dedim. Nasıl tedavi edebilirim bunu diye düşünüp psikiyatriye gideyim dedim. Nasıl hikaye? Hikayesi olan insanları seviyorlar. Benim de böyle bir hikayem var. Gerçekten böyle olmak istedim. Hala aklımda vardır yani böyle. Niye olmasın ki? Mezarlık fotoğrafları çekmek, mezar taşlarını çekmek, onların hikayelerini yazmak, muazzam bir fikir yani.
Yine ek bir soru olacak. Benim fark ettiğim üzere, sanki insanlar kendileriyle bir iç çatışma ya da bir sorun fark ettiği zaman mesleki olarak psikiyatriye yöneliyor. Bu bir genelleme ama?
Çok doğru. Böyle bir araştırma yapılmış. İnsanlar genellikle kendi sorunlarıyla ilgili alanları seçme eğilimindelermiş. Mesela, annesinde kanser var olan kişi onkoloji seçiyor, bir kan hastalığı var onu seçiyor, dermatolojik bir rahatsızlığı var onu seçiyor. Yani ben kendimde psikolojik rahatsızlıktan ziyade mental olarak, zihinsel olarak kendimi ona daha yakın hissediyorum.
Hocam birçok platformda uykuyla ilgili konferanslar verip bizi bilgilendiriyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı? Ben uykunun şu alanını merak ediyordum ve bu yüzden uyku ve rüyaya yöneldim dediğiniz bir konu var mı?
Doğru söylüyorsun. Çok uyku, fantezi, hayal kurma konuları çok fantastik ve eğlenceli. Fakat aynı zamanda bilimsel yönde çok ağır bir alan. Türkiye’de bu gizemi bilmeye ve anlamaya çalışan, bu konuda çalışan çok insan yok. Uyku diyoruz ama aslında uykuda olan her şey uyanıklıkla ilgili. Yani sadece uyku deyip geçmeyin. Uykudaki her şey uyanıklığı da etkiliyor. Uyku ile ilgilenmek demek aslında uyanıklıkla ilgilenmek demek. Uyku ile ilgilenmek demek aslında direkt uyanıklıkla ilgilenmek demek. Bu yüzden o gizemli taraf benim daha çok hoşuma gitti.
Genelde profesör, anabilim dalı başkanı deyince aklımıza hep sizinkinden çok daha farklı bir profil geliyordu. Sizin genç yaşınızda bu başarıyı elde etmek için bir formülünüz var mıydı?
Şöyle, belki benden “çok çalıştım”, “günü gününe çalıştım” gibi çok klasik cevaplar bekleyebilirsiniz. Öyle bir şey yok efendim. Ben yetenekli olduğumu söylemiyorum ama birçok insanda yetenek var. Özellikle tıp fakültesi öğrencisi, nereye ne zaman nasıl çalışacağını bilir. Tıp fakültesi öğrencisini diğer bölüm öğrencilerinden ayıran en büyük özellik, nereye-ne zaman-nasıl çalışacağını iyi bilmesidir. Benim çok önemli bir özelliğim var. Ne hissettiklerini anlayabiliyorum. İnsanların ne hissettiklerini, ne düşündüklerini kestirebiliyorum. Mesela bu kendini bir şey zannediyor düşüncesi değil. Aşağı yukarı insanın ne hissettiğini anladığım için ne beklediğini de anlayabiliyorum.
Şöyle bir özelliğim var, yani ben bunu övünmek için söylemiyorum. Bana de ki, bir hafta sonra seni İspanyolcadan sınav yapacağım. Ben bir haftada beni yapacağın sınavdan geçebileceğim konuma gelirim. Yani bir işin delisi olmadan velisi olamazsın. Bana bir iş verdiğinde ben onun delisi olurum. Yani deli gibi yaparım. Bana bir ay sonra Fransa’da bir sunum yapacaksın de yaparım. Hocam hiç kelime bilmiyorsun desen; sunumu yazarım, çalışırım, ezberlerim, giderim ve yaparım. Mesela soru sorarlarsa, bir şey söylerim çıkarım oradan. Baktım geçti, trene gideceğim derim. Ne bileyim, bana bir görev verdiğinde ben onu, mutlaka o görevi yaparım. Yani demiştin ya genç yaşta başarı, bunlardan bir tanesi işte ne istediğini bilmek. Amacı ve hedefi iyi belirlerim. İkincisi de bir şey yapılacağı zaman önümde hiçbir şey duramaz; gece gündüz, sağ sol fark etme ve o şeye odaklanırım. O yüzden, gelecekte birkaç tane hedefim var. Bak bunu ilk defa burada söylüyorum. Bunlardan bir tanesi güzel bir roman ve güzel bir senaryo yazmak. Gerçekten buna benzer bir hikaye yazacağım. Küçüklükten itibaren, küçük çağlardan itibaren, böyle özelliğe sahip birinin hayat hikayesi. Ama daha açık vermiyorum…
Sayın Yavuz Selvi hocam, eminiz ki birçok özel hastaneden, birçok yerden ve yurtdışından iş teklifi alıyorsunuzdur. En azından biz öyle düşünüyoruz. Ama siz tıp fakültesinde öğretim üyesi olmaya devam ediyorsunuz. Bunun temel sebebi ne?
İnsanlar kendilerine zevk veren işi yapmalılar. Geçtiğimiz 1 yıl içerisinde hem Ankara hem İstanbul hem de İzmir’den iş teklifleri aldım. Konya’dan da aldım. Yani gerçekten çok alıyorum, gidiyorum görüşmeye, iyi paralar veriyorlar. Gerçekten iyi paralar veriyorlar. Ama ne olur ki yani? Gerçekten o parayı aldın ve ne yapabilirsin ki yani? Mercedes’in var diyelim ki 1600 motor 2000 motor çıkarırsın, ne bileyim Hyundai’in var, Honda alırsın falan. Bunlar seni o kadar çok çok çok yukarıya taşımıyor. Azdan az, çoktan çok gidiyor. Önemli olan bana zevk veren bir iş yapmak. Ben öğrencilerim olmadan yapamam. Öğrencilerim var. Onlara ders vermek, onlara bir şey anlatmak benim çok hoşuma gidiyor. Dışarıya gittiğimde bunu yapabileceğim bir yer olmasını isterim. O yüzden dışarıdaki tekliflere çok açık değilim. Açıkçası sadece görüşmeler yapıyorum ve verecekleri ücreti öğreniyorum. Sonra bir vesileyle reddediyorum.
Yavuz Selvi Hocam, sosyal medya üzerinde özellikle tıp fakültesi öğrencilerinden oluşan çok etkili bir hayran kitleniz var. Sizce bunun sebebi nedir? Neden size bu kadar çok ilgi var?
Çünkü çok formel ve yapısal yapmıyorum Nevzat Tarhan gibi. Ona da selamlar olsun, çok seviyoruz. Formel bilgi vermek değil de içten davranabiliyoruz. Sosyal medyada o an hissettiğim bir şeyi yazabiliyorum. O birazcık daha insanları tutuyor. Mesela, “Sizce hayat..” diyorum ve insanlar bununla ilgili düşünüp yazıyor. Veya öğrenmekle ilgili şeyler yazıyoruz, öğretim metotları ile ilgili şeyler yazıyoruz, sıkıldığımızda yazıyoruz, bizi motive eden şarkıları yazıyoruz. Böyle olunca insanların hoşuna gidiyor. Saf bilgi, bir noktadan sonra sanki makineden bilgi veriyormuş gibi oluyor. O yüzden belki edebiyatımız da kuvvetli ya onun da etkisi olabilir.
Bu röportajı okuyacak birçok kişi tıp fakültesi öğrencisi olacak. O yüzden bir hocamız olarak, biz tıp fakültesi öğrencilerine verebileceğiniz tavsiyeleriniz var mı?
Şimdi, çalışın gibi birçok tavsiyede bulunabilirim. Zaten çalışıyoruz kardeşim, tıp fakültesi öğrencisine çalış diye tavsiye mi olurmuş? Çalış ne çalışacaksın? Çalış çalış çalış yeter arkadaşım ya, yetmez mi bu kadar çalışmak? Bak çalışmak önemli ama management denen bir şey var yani yönetmek. Bak yönetmek daha önemli. Çok iyi bir profesör, çok iyi bir hoca olabilirsin ama adamın biri gelip bir şey söylüyor ve onu yönetemiyorsun. Patolojide hocasın ve pat diye adama kansersin diyor. Konuşmayı, yönetmeyi, idare etmeyi bilmiyorsun. Çok iyi bir hekimsin ama personel senden şikayetçi. Mesela personele selam vermiyor ve adını bilmiyorsun. Selam vermesini bilmiyorsun. Hiç sevmem öyle tipleri. Vallahi hiç sevmem. Ben, insanlara selam vermekten dolayı yolda yürürken zorlanırım. Bir insanın bir derdi olduğunda kimseyi bulamaz beni bulur. Hocam yani böyle, ben buyum yani. Etrafımda 7-8 insan olur. Bazen bir boşluk olur, burada niye kimse yok derim ve onlara yemekler ısmarlarım. İsimlerini bilirim, hediyeler alırım, sevindiririm. Bu management, yönetim bu. “Ben çok iyi doktorum”, eeee? Ne selam veriyorsun, ne bir şey yapıyorsun. Yetmez, management yani yönetmeyi bileceksin. Ya, benim kliniğimde olay çıkmaz, çıkamaz. Çünkü bir sorun olduğunda hemen giderim oraya. Kimde sorun varsa “tamam gel konuşalım buyurun” der yönetirim, yönetmeyi bilirim. Adamın karşısına çıkıp sen ne diyorsun gibi şeyler demiyorum. Dekanla nasıl konuşulur, rektörle nasıl konuşulur, öğrenci nasıl küstürülmez, öğrenci nasıl motive edilir bilirim. Sonuç olarak size tek tavsiyem management yani yönetimi bilin. Peki yönetimi nasıl bileceğiz, bunun okulu mu var? Yönetimi de sosyal organizasyonlara, mesela öğrenci kulüplerine katılarak öğrenirsiniz. Öğrenci kulübü olarak para mı toplanacak toplarsın, bayrak mı açılacak açarsın. Ben tıp fakültesi öğrencisiyken eyleme katıldım. Eylem yaptım. Öğrenciyken dekanın odasında haklarımız söyledik. Yönetmeyi öğren, kocanı yönetmeyi öğren, eşini yönetmeyi öğren, çocuğunu yönetmeyi öğren, insanla nasıl konuşulur öğren. Trende yer yok, ona bin, yönetimi bilirsen o trene binersin. Öğrenirsin, beklersin, binersin ama bilmiyorsan bekle dur artık. Yönetmeyi bileceksin, ikna etmeyi bileceksin. Bu yüzden benim tıp fakültesi öğrencilerine tavsiyem çalışın değil, yönetmeyi öğrenin. Yönetmeyi öğrenmek ise sosyal faaliyetlere ve öğrenci kulüplerine katılmakla olur.
İkincisi, korkma. İstiklal Marşı’nın ilk kelimesi ne? Korkma. İstiklal bağımsızlık demek. Demek ki bağımsızlığın hiç korkmamak. Eğer korkuyorsan bağımsız değilsin. Korkma, neden korkuyorsun kardeşim? Biz içimizdeki, üzerimizdeki yeteneği bilmiyoruz, kendimizi çok küçük görüyoruz. Bizim en büyük hatalarımızdan biri o. Kendimizi çok küçük görüyoruz. Bu röportajı okuyan bir kişi ile Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okuyan bir kişi arasında fark yoktur. Artık bilgi evrensel. Yani açtın makineyi bilgi karşında. Farkınız yok ama biz Ankara’dayız, biz Konya’dayız, biz şu liseden geldik gibi düşünceler oluyor. Ya kardeşim senin San Francisco’daki, New York’taki adamdan bir farkın yok. Bunu öğren artık. Sen bilgiliysen, kendini geliştirmişsen dünyanın her yerinde istediğin gibi çalışırsın. Ama bizimkiler kendilerini öyle küçük görüyorlar ki; “biz bir şey yapamayız”, “biz bir şey bilmeyiz”, “olur mu ki acaba?”. Olur, o yüzden korkma.
Üçüncü ise analitik düşünmek. Neden-sonuç ilişkisi kurmak. Yani bu insan bunu niye söyledi ve benden ne istiyor gibi. Eleştirip analiz edebilme gücü. Sana bir şey veriliyorsa niye veriliyor diye bir bak. Komut alma, acaba bunun dışında ne yapabilirim de. Komut aldığın zaman ne olduğunu iyi düşün ve tartış. Kritik analitik düşünmeyi iyi öğrenmemiz gerekiyor. Doğruluktan da asla ayrılma. Hoca intörnün nerede olduğunu soruyor ve sen de tuvalete gitti diye uyduruyorsun. Öyle deme. Veya yönetimden biri senden bir şey istedi ve o anda yalan söyledin. Bunu yapma. Eğer doğru olursan, doğruluktan ayrılmazsan uzun vadede kazanan yine sen olursun. Birine yanlış dediğin şeyi tenhadayken yapma. Bunları tavsiye ediyorum.
Yavuz Selvi Hocam son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Beynimizin, zihnimizin bir adaleti var unutmuyor. Öğrenmeye devam ettikçe bunlar mutlaka karşımıza bilgi, beceri ve donanım olarak dönüyor. O yüzden öğrenmeye her zaman, her şartta devam edeceğiz. Oyalanmak yok. Bir laboratuvarda çalışmak istiyorsun ama laboratuvar yoksa olsun, o yönde okumaya devam et. Yani bir zorluk geldiğinde “nasıl olsa imkanım yok” diye geri çekilme ve kendini bu alanda yetiştir. Hiç olmazsa okumaya devam et. O yüzden bilgi edinmek için uygun yer ve zaman bekleme; bilgiyi nereden bulursan al, kendine güven ve yoluna devam et. Bu bir yolculuk. Hayat bir yolculuk. Sonuca odaklı olma, sürece odaklı ol. “Sonucunda benim istediğim bir şey olamaz” diye düşünme. Sürece odaklan ve vazifen olan şeyi yapmaya devam et.
Sayın Hocamız Psikiyatrist Prof. Dr. Yavuz Selvi, çok teşekkür ediyoruz.
İnşallah faydalı olmuştur.
Psikiyatrist Prof. Dr. Yavuz Selvi ile röportajı yapan ve hazırlayanlar: Beyza ve Nilgün
Hikaye gibi konuşuyor…
Bazı hikayeler ilham verir.
Çok istifade ettim. Hocamıza ve emeği geçenlere arkadaşlara çok teşekkürler. Harika özetlemiş. Adeta formül gibi vermiş. Bana göre başarının sırrını formüle dökmüş:
1- Yönetmeyi bil
2- Korkma, sonuca değil sürece odaklan
3- Analitik düşün
Son derece motive edici bir röportaj olmuş. Hocamıza ve emeği geçen arkadaşlara çok teşekkürler
Yavuz hocaya ve röportajı yapan arkadaşlara çok teşekkür ederim. Çok faydalı bir diyalog olmuş. Elinize sağlık.
Mehmet Akif’in “Korkma” sözcüğüyle yapılan benzetme oldukça güzel bir bakış açısını yansıtmış. Güzel bir röportaj olmuş. Herkese teşekkür ederim.
Tekrar ve tekrar okunabilecek tarzda bir röportaj olmuş. Hocamızın verdiği çoğu tavsiye, şimdiye kadar tecrübe edindiğim şeylerle çoğu yerde kesişiyor. Bununla birlikte, ayrıca odaklanmam gereken yerleri görmüş oldum. Ellerinize sağlık.