“Ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?
-Evet, yapacağım bunu. Başladım bile. Öldürmek, Buck Jones’un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek… Ve bir gün büsbütün ölecek…”
Jose Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakalı kitabında geçen bir bölüm bu konuşma. Bu cevabı veren çocuk daha 5 yaşındaki Zeze. Bir çocuk bu sözleri söyleyebilecek kadar ne yaşamış olabilir diyebilirsiniz. Ben de okumadan önce böyle düşünüyordum. Ancak bu kitap bazı fikirlerimi değiştirdi. Olgunluğun yaşla alakalı olmadığını öğretti en önce. Zeze öyle bir çocuk ki çoğu yetişkinin düşünemeyeceği şeyleri düşünebiliyor.
Öncelikle hikayeye en baştan başlayacak olursak; Zeze kalabalık ve fakir bir ailenin çocuğu. Babasının da işsiz kalmasından sonra annesi ve ablası çalışmak zorunda kalmış ancak ailenin durumunu düzeltmeye yetmemiş. Bunun yanında Zeze çok yaramaz bir çocuk. O kadar yaramaz ki mahallede yapılan her kötü olay ondan bilinir olmuş, bu yüzden de herkes ona şeytan demeye başlamış. Açıkçası ben kitabı okurken, çevresindeki insanların “sen çok yaramazsın” diyerek her olayda Zeze’yi suçlamasından dolayı Zeze’nin sürekli kötü şeyler yapmak istediğini düşünmüştüm (tabi herkes farklı bir şey anlayabilir).
Zeze’nin hayal gücü diğer çocuklardan çok yüksek. Babası işsiz kalınca yeni bir eve taşınıyorlar ve herkes bahçede bir ağaç seçiyor. Zeze’ye ise küçük bir şeker portakalı fidanı kalıyor. Zeze kötü bir ağaca sahip olduğunu düşünüp üzülürken aslında bu fidanın sihirli bir şekilde onunla konuştuğunu fark ediyor. O günden sonra Zeze ona yaptığı her şeyi anlatıyor ve en iyi arkadaşı oluyor.
Zeze diğer çocuklardan çok farklı bir çocuk. Bunun en büyük göstergesiyse okumayı çok erken öğrenmiş olması. Bunun üzerine ailesi onu hemen okula yazdırıyor. Buraya kadar sorun yok ancak Zeze onların kendisinden kurtulmak için okula yazdırdıklarını düşünüyor ve bu konuda çok da haksız sayılmaz. 5 yaşındaki bir çocuk için belki de çok üzücü olabilecek bu durum Zeze için çok normal. Çünkü Zeze her olayda suçlu ilan edildiği için sürekli şiddete maruz kalan bir çocuk. Öyle ki ayağını cam kesiyor ve yara çok derin olmasına rağmen kimseye söyleyemiyor. Çünkü yine dayak yiyeceğini düşünüyor. Zaten yazının başındaki sözü de bu sebeple söylüyor.
Zeze’nin hayatı böyle giderken önceden hiç sevmediği Portekizliyle karşılaşıyorlar. Portekizli Zeze’nin kesik ayağıyla ilgilenip onu eğlendirmeye çalışıyor. Sonunda gerçekten çok yakın ve gizli dost oluyorlar. Hatta Zeze o kadar seviyor ki Portekizliyi, onu evlatlık almasını bile istiyor. Portekizli de aynı şekilde onu kendi çocuğu gibi görüyor. Zeze artık gerçekten mutlu hissetmeye başlıyor. Ancak bir gün Portekizli, arabasına tren çarpmasıyla ölüyor.
“Onu düşünmekten kendimi alamıyordum; şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.”
Zeze günlerce şoktan çıkamıyor, bütün mahalle o iyileşsin diye çabalıyor. Son olarak şeker portakalı fidanını rüyasında görmesiyle iyileşmeye başlıyor.
Bu kitap gerçekten düşündürücü şeyler anlatıyor. Bir çocuğun bile ne büyük acılar yaşayabileceğini hissettiriyor. Herkesin okuması gereken kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum.