Yaşamımın en uzun günüydü. Güneş batmak bilmemişti. Dünyanın batısına gittikçe gün yeniden doğuyordu. Zaten bu yolculuğu da yaşamıma gün doğsun diye çıkmamış mıydım? Ama şimdi gözlerimin yorgun düştüğünü hissediyordum. Hava kararırken bedenim karanlığa teslim olmaya hazır bekliyordu. Aktarma yapmak için bavulumu kontuarda bıraktıktan sonra uçuş kapısına geldim koşturarak. İşte o an güneşin artık büyük bir portakala dönüştüğünü fark ettim. Ve doğduğum toprakların çok uzakta kaldığını. Her milletten insan çevremde dolaşıyordu. Havaalanında dolaşmayı severim. Ama o an tek düşüncem Nil’le buluşabilmekti. Uçuş kapıma yakın yan yana dizilmiş kırmızı koltuklardan boş olan birine çöktüm. Sırt çantamı bacaklarımın arasına sıkıştırarak, biraz önce bavulumu emanet ettiğim yerin karmaşıklığını düşündüm. Dört mevsim kıyafetlerimin bir potpurisini taşıyan emektar solmuş kahverengi bavulumun o karmaşık alandan çıkıp benimle birlikte gideceğim yere varmak üzere doğru uçağa binmesi için dua etmeye başlamıştım. Kitaplarım, çalışma notlarım sırt çantamdaydı. Yüreğimi geride bırakmıştım bir süreliğine. Tüm bu zahmete yüreğimdekileri sıfırlayıp hayallerimi yenilemek için katlanmıştım. Seni unutabilmem için yaşamıma o ana dek girmiş her şeyi silip atmam gerekiyordu. Başka türlüsü beni entübeye kadar götürürdü.
Telefonum, çapraz astığım heybe çantamdan kapatmak üzere çıkarırken acele acele çaldı. Nil’di. Kızı ateşlenmiş. Beni karşılamaya gelemeyecekmiş. Anlık bir telaş kapladı beni. ‘‘Bir arkadaşı ayarladım. Columbus’ta bir seminere katılacakmış. Seminer çıkışı havaalanına seni karşılamaya gelecek.’’ O anda tiz bir ses çınladı sol kulağımda. Mesaj gelmişti. Bu sesi bir zamanlar ne çok severdim. Sesini duymuş gibi pır pır ederdi yüreğim. ‘‘Renwa’nın numarasını mesaj attım şimdi sana. İnince ararsın.’’
‘’Küçük ağabeyimle on iki, büyük ağabeyimle on beş yaş fark var aramızda’’ dedim. Akşam güneşi ofisini, çocuksu bakışların yüreğimi ısıtıyordu. Karşımda sanki haylaz bir oğlan çocuğu oturuyordu. Sekiz dokuz yaşlarında. İri koyu kahverengi gözlü. Zeytin gibi. ‘‘Büyük dediğin ağabeyinden bile daha büyüğüm ben’’ dedin. Bir süre rüzgârın uğultusundan başka bir şey duymadık. Hayra yordum dediklerini de uğultuyu da. Zaten seninle ilgili olumsuz şeyleri görmüyordum, duymuyordum. Algım olumsuzluk süzgecinden geçiriyordu her şeyi. Başkalarının senin hakkında, bizim hakkımızda konuştukları da kulak kepçelerimden içeriye girmiyordu. Kötü düşünceler kem gözlerin ürünüydü. Hepsi uzağımızdaydı.
Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı. John F. Kennedy havalimanında ayarladığım saatime baktım. İnişe yaklaşık bir saat daha vardı. En arkadaki tekli koltukta oturuyordum. Koridorun diğer tarafında orta yaşın üzerinde obeze yakın kilolu tipik bir Amerikalı vardı. Başımı ondan tarafa döndüğümde gülümsedi. Karşılık verdim. Yabancı olduğumu anlaması zor değildi. Zaten aksanım vardı. Klasik nerden geldin nereye gidiyorsun soruları peşi sıra geldi. İlk defa bu kıtaya ayak bastığımı söyleyince bana ayrı bir sempati duyduğunu anladım gözlerinden. Babacan bir şefkat. Koltuk mesafesinden. Türkiye’de şimdi saat kaçtır diye sordu. Hesaplayamadım. Çünkü çok yorgun ve uykusuzdum. İki ülke arasındaki zaman farkı saat ayarından çoktan çıkmış gün ayrımına dönmüştü. Biyolojik saatim her bir hücremde alarmını öttürüyordu. Birden gözlerimin önünde beyaz bir gül belirdi. Peçeteden yapılmış. Amerikalının tombul parmakları nazikçe gönlünden koparıp yumuşak bir kağıt parçasına nakşettiği yapay çiçeği uzatıyordu bana. Sevecenliği bir o kadar doğaldı. ‘‘Welcome to our country’’ dedi gülümseyerek.
Güneş batmaya yakın iyice kızıllaşırken bir ABBA şarkısı duyuluyordu bilgisayardan. ‘Take it easy with me, please.’ Şarkının sözleri senin düşsel sesine karışıyordu. Fısıltılı sesine. Adn cennetinin ırmaklarında yıkanıyordum. Cennet dediğin bu dünyadaydı. Gerçek olamayacak kadar huzur vericiydi bakışların. Hayal misin değil misin diye dokunmak istiyordum sana. ‘Touch me gently like a summer evening breeze.’
Babamdan duymak istediklerimi söylüyordu dudakların. Şefkatin çok cömertti. Öylesine doğaldı ki beni övüşün kendimi sahiden önemli hissediyordum. İlk defa. ‘‘Yok,’’ dedin. ‘‘Olmaz. Bak Ali’ye! Ne kendi arkadaşlarıyla olabiliyor ne de eşinin.’’ Kendi kendine konuşuyordun sanki. Beni değil, içindeki oğlan çocuğunu ikna etmeye çalışıyordun. ‘‘Beni kimse böyle sevmedi’’ dedin elin kadife gibi yüzümü okşarken. ‘Let your body be the velvet of the night.’ Senden ayrılırken aloe veralı kokunu benimle götürüyordum. Kokun tenimde hapsolmuştu. O kokuyu çekerek nefes alıyordum artık. ‘Andante, andante, go slowly with me now.’ ‘‘Her sabah ilk gördüğüm sen, her akşam son gördüğüm sen’’ diyordun gülerek. Gülerken gözlerin kısılıyor, zeytin gözlerin saklanıyordu. Orta yaşı geçmemiş olmana rağmen bir tükenmişlik vardı üzerinde, yorgundun. Senin mucizen ben olmak istiyordum. ‘I am your music, I am your song.’
Uçaktan indiğimde zaman farkı beni uyuşturmuştu. Pasaport kontrolünden New York’ta geçtiğimiz için direkt bavulumu almaya bantlara gidebilirdim. O anda yanından geçtiğim koltuktan sen seslendin. Renwa olduğunu fısıldadı aklımın selim kalan kısmı sağ kulağıma. Beni beklerken sosyal medyadan fotoğraflarımı inceleyip görüntümü beynine kazıdığını henüz bilmiyordum. Tek isteğim uyumaktı o an. Neye uyanacağımı düşünmek istemiyordum.
O günden sonra çok rüzgârlar esti aramızda. Bazen meltem bazen poyraz. Bir uğultudan öte sözsüz şiirler taşıdılar hayallerime. Bazen coşkun bazen kırgın. Poyraz dalları kırdı. Morarmış gövdemle tek başıma kaldım. Alev aldım.
Beni karşıladığın gün ikimiz de bir şey anlamamıştık. Birkaç gün sonra öğrenecektik her şeyi. Aynı coğrafyanın farklı kaderlerinin yüzü olduğumuzu. Bal gözlerimiz konuşmadığı zaman ortak dilimiz İngilizce olacaktı. Aramızdaki dipsiz uçurumun sınırsız sonsuzluğu ürkütecekti beni. Tamir edilemeyen yeni can kırıkları. Daha sonra bilecektim. Sen doğmuştun, emeklemiştin, yürümüştün, büyümüştün, savaş görmüştün, sevmiştin, sevilmiştin, çocukların olmuştu, göç etmiştin. Yaşamıştın cehennemi de cenneti de alabildiğine. Ve yaşıyordun. Benimse donan kanım tenimi yakmıştı. Ellerime dokunur dokumaz çekecektin kendini geri. Mora bürünmüş damarlarım seni de yakacaktı yoksa. Hissedecektin bunu. Tüm hücrelerinde. Sen de bilecektin artık. Ben hep ölü doğacaktım.
Ben sana hayat vermeye çalışırken, bir gün beni cennetinden kovacaktın işte. Sebepsiz. Belki de olumsuzluk süzgecimde birikenler bir volkan oluşturacak ve patlayacaktı sonunda. O gün seni merdiven başında yakalayacaktım. Her zaman sana kapı açtığım yerde. ‘‘Neden?’’ diye soracaktım elbet. Verecek bir cevabın olmayacaktı. Gözlerine bir hiddet gelip oturacaktı. O hüzünlü ve sevecen çocuk yitip gidecekti gözlerinin kara deliğinde. Hiç var olmamış mıydı yoksa hiç bilemeyecektim. Ya da sıkılıp başka yerlere gidecekti. Çocuk işte. Aloe vera uçup gidecekti. Bütün kokular gibi alışacaktı tenim yokluğuna. Bütün korkular gibi. Sonra birden merdivenlerden yuvarlanacaktım. Yoo, yoo! Sen itmeyecektin. Ben düşecektim. Bile isteye. Çünkü düşmem gerekecekti yeniden doğmam için. Andante. Yara bere içinde kalacaktı her yerim. Küçük bir kız çocuğu oluverecektim. Savunmasız. ‘Oh, please, don’t let me down!’
Sonra ruhum mosmor olacaktı. Kalbim kan pompalamayacaktı. Kangren başlangıcı. Duygularıma giden damarlarım tıkanacaktı. Doktor koyacaktı bu teşhisi bir bakışta. Bir ilaç verecekti. Damarlarım açılıverecekti. Karşılığında her şeyi unutacaktım. Seni unutabilmek için her şeyi silmem gerekecekti. Bildiğim tüm kokuları. Dinlediğim tüm şarkıları. Yaşadığım tüm mevsimleri. Bulutu, denizi, ağacı, kuşu, kediyi. Her şeyi. Ama kar yağmaya, güneş açmaya, deniz dalgalanmaya, kedi miyavlamaya devam edecekti. Ruhum da zamanla onlara katılacaktı. Belki yine bir müzik sesi duyar, bir aloe vera kokusu alırdım. Andante andante.
Konuk Yazar: Pınar Aydoğdu