Sanki dünyanın üzerine böcek ilacı sıkılmışçasına neye uğradığımızı şaşırtan bir sabaha uyandığımızda, bir felaket çoktan musallat olmuştu başımıza. Aynı yuvalarına ilaç sıkılan böcekler gibi. Fakat bizim böcekler gibi başka yuva yapacak toprağımız yoktu; sadece çok büyük sandığımız, aslında küçücük olan tek bir dünyamız vardı.
Bu öyle bir felaketti ki annenin yavrusuna, babanın yuvasına, yavruların ailesine yetişemeyeceği kadar ayrı düşürdü bizi birbirimizden. Ülkeler, şehirler sınırlarını kapattı. Herkes, sanki kıyamet kopmuş gibi, sadece kendi canının derdinde koşuşturmaya başlamıştı. Her gün açıklanan sayılar felaketin boyutlarını gösterirken, ölüm sadece sayılardan ibaret olmuştu.
Senelerdir nasıl da ateşlere atmıştık birbirimizi, uçurumlardan yuvarladık hayallerimizi, yüreklerimiz hasetten fokurdarken sahte güller döktük başlarımızdan aşağı, birbirimizin üzerinde tepine tepine soldurduk ruhlarımızı…
Soldurdukça solduk, yine de doymadık…
Soluk ruhlar, bu felaket gelince yine alevlerini saçtı:
Doğa bizden intikam alıyor dediler; sanki biz doğanın parçası değilmişiz gibi.
Dünya bizi istemiyor dediler; sanki başka yerden gelmişiz gibi.
İnsan yok ediyor dünyayı dediler; sanki evrenin kendi işleyişi yokmuş gibi.
Biz ve hâlâ kendimizi önemli hissetme çabamız…
Oysa ne doğanın ne dünyanın ne de evrenin umurundaydık.
Sadece yaşamaya ve ölmeye geldik bu dünyaya; dolu dolu yaşamaya ve sessizce gitmeye…
Tıpkı bir ağacın vakti geldiğinde açan tomurcukları, işi bittiğinde kuruyup toprağa düşen yaprakları gibi doğanın döngüsüne hizmet eden canlılardık sadece. Üstelik bizden güçsüz olduğunu düşündüğümüz o böceklerden daha dayanıksız canlılardık.
Ben ise yaklaşık üç haftadır, her gün aynı camın önünde, tüm bunları ve hayalleri yerine sayılarla ifade edilen o insanları düşünüyorum. Acaba birinci, o istasyonda ineceğini biliyor muydu? Yüz kırk üçüncü doya doya mı yaşayıp gitmişti? Kaç numaranın evladı, kaç numaranın anası babası gidip kimsesiz kalmıştı? Yedi yüz onuncunun adı neydi adı?
Titreyen sesimle kendi kendime “adı ne adı!” diye tekrar ederken gözlerim dışarıda çiçek açmış erik ağacına, zihnim sonsuzluğa giden o hocanın sözlerine takılı kaldı. “Tüm deneysel ilaçları üzerimde deneyebilirsiniz.” Kendini yaşama cesurca armağan eden adamın sözlerinin büyüklüğü mıh gibi kalbime çakılırken, çakıldığı yerden de bir umut doğurdu.
İşte bu umuttu treni hareket ettiren, sayıların önemini kaybettiren… Oysa, sanıyorduk ki ruhları soldurdukça o tren hareket etmeye devam edecek.
Tren vagonları birbirine nasıl bağlıysa hayatlarımız da birbirine öyle bağlıydı…
Anladık…
İşte tam da bu yüzden;
Önce öğreneceğiz;
Saygı duymayı, karşılıksız sevmeyi, koşulsuz yardım etmeyi, en çok da her durumda iyiliği seçmeyi….
Ve sonra kurtulacağız!
Sevgiyle kurtulacağız, sevgiyle birbirimizin yaralarını saracağız…
Nasıl da özledik birbirimizi, kuşları, zilzurna açan bu çiçekleri, kalabalıklara karışmayı!
Artık çok güzel yaşayacağız!
Yeri geldiğinde cesurca armağan edeceksin kendini yaşama,
Bakmadan kaçıncı olduğuna…
Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi:
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.”
Yazar: Seda Belkıs
Bu yazı, Evde Kal Türkiye Parlak Jurnal Yazı Yarışmasında 8. olmuştur.