Günlerden bir gün değildi. Bir zamanlar diye de başlanacak hikayem yoktu. Çünkü sizlere anlatacaklarım bir masaldan ibaret değildi; dostlar, yalnızca benim hayatımdı.
Çok şiddetli karın ağrıları çektiğim şu sıra evet, evet 23 Mart 1827 tarihinde kaleme alacağım son yazılarım benim olmadığım zamanlarda Tanrı’dan dilerim beni anlatsın dursun.
İçindekiler
Çocukluğum
-Sana çal diyorum, lanet olası çal!
-Baba ellerim çok yoruldu bu kadar yetmez mi? Saat gecenin 11’i.
-Ağlama velet, çalacaksın, çalacaksın ve beni bu sefillikten kurtaracaksın! Haydi şimdi devam et yoksa seni ölene kadar döverim!
Bu cümleleri duyarken yaklaşık dört yaşındaydım. Kimileri bu yaştaki anılarını bile hatırlamaz. Ben ise her anımı hatırlıyorum.
Dört yaşında!
Babam alkoliğin tekiydi. Sarayda müzisyenlik yapıp kazandığı tek tük parayı da gider içkisine harcardı. Baktı işler istediği gibi gitmiyor, ümidini bende besledi. Bir piyanonun başında günlerin her saatince çalmaya zorladı. Temennisi ise büyük bir piyanist olmam ve daha fazla içmesi için eve para getirmem.
Bu yaştaki bir çocuktan böyle bir beklentiye sahip olmak benim kaderimdi. Piyanoyu ya sevmek ya da ondan nefret etmek durumundaydım. Birisini seçeceğimi sanıyordum.
Ömür gösterdi ki ikisini de yaşayacakmışım.
Evet, ilk müzik öğretmenim babam olduktan sonra, babam artık iyi bir piyanist olduğumu hissetmiş olacak ki yola koyulduk. Yurdum Almanya’dan Viyana’ya.
Viyana… Muhteşem Viyana, sanat şehri.
-Ya kimin yanına gidiyoruz baba?
-Mozart’ın.
-Mozart mı, şu ünlü Wolfgang Amadeus Mozart?
Mozart ile Tanışma
Henüz on yaşında olduğumu düşündüm. Babamdan nefret ederdim ama o gerçekten de haklıydı. O çok büyük bir müzisyendi ve ben de olabilirdim. Babam umurumda değil, ona içkisi için para vermeyeceğim elbette. Neyse…
O an çabucak gelmiş, babam ve Mozart karşımda küçücük çocuğun piyanoya ilk dokunuşunu dört gözle bekler olmuştu.
Ve ben de dokunmuştum.
Başlangıç ve bitiş. Tek duyduğum buydu. Bir la ve bir mi . Sonrasında ise sevgili Mozart’ın ağzından dökülecek sözler şunlardı: ‘’Bu çocuğa iyi bakın… Gün gelecek, bütün dünya onu tanıyacak.’’
Heyecanlanmıştım, dünyanın en büyük müzisyeni benim için bu cümleleri sarf etmişti. Etmişti ve gitmişti. Bana vaktini ayıramamıştı.
Ve o an ilk defa yaşadığım kulağımdaki çınlamanın ise bana kalırsa nedeni artık dökülemeyen göz yaşlarımdı.
Geri döndük. Annem çok hastaydı. Ve az ömrünün kaldığı her halinden belliydi. Boş verdim müziği, burada annemin yanında kalmalıyım, dedim. Ne de olsa babam ona eskimiş bir eşya gibi davranacaktı. Ben ise ona gözüm gibi sahip çıkacaktım.
Ölene kadar bekledim. Bu bekleyişin yüreğime getirdiği yorgunluk beni sessiz bir adam yapmıştı.
Viyana’ya Tekrar Yolculuk
Benim sessizliğe gömülen dünyam için Viyana’da çığlıklar kopuyordu. Ne kadar Mozart benimle ilgilenmemiş olsa da mi tuşuyla ona sunduğum piyano seyri ile birlikte duyduğum o sözleri başkalarının da duyduğu aşikardı!
Ve bu durumun her şeyi değiştireceği de apaçık ortadaydı. Bu değişimin merkezindeki kişi ise Haydn idi.
Hemen Viyana’ya gittim. Yirmi yaşındaydım ve bir şeyler yapmam gerekiyordu. Saraydaki ünlü müzisyenlerden birisi olan Haydn beni yanına almış ve orkestraya piyano çalmam için davet etmişti.
Bu muhteşem bir şeydi!
Hemen kabul ettim ve çalmaya başladım. İki-üç yıl kadar burada çaldım. Besteler istedim, çaldım. Birçok besteciden ise bir temenni beklemeden yalnızca yanlarında durarak eğitim aldım.
Ve şimdi ben, bendim.
Ludwig değil; insanların da söylediği gibi Ludwig van Beethoven’dım.
Artık hazırdım. En azından öyle hissediyordum. Tek sorun, ara ara kulağımda beliren şu çınlamalardı. Korkmuyordum bu durumdan, bunu düşünmüyordum bile. Ancak korkutuyordu.
Sessiz Bir Dünya
Birçok besteler yapmış, pek çok tanınmıştım. Ama neyi değiştirebilirdi ki bu? Yaşamımın zirvesinde bulunduğum anda bestelerimi duyamamaya başlamak. Ne kadar acı biliyor musunuz? Bir cerrahın ellerini artık kullanamayacağını fark etmesi ya da bir ressamın artık resim yapamayacağı gibi. Sahip olduğun tek şeyin, en iyi şeyin elinden alınması gibi.
Yıllarca kaçmıştım, yıllarca. İlk andaki gibi. Ama şimdi insanlarla bile zor anlaşıyor, piyano tuşlarına bile rastgele basıyormuş gibi hissediyordum. Anlayacağınız dostlar, kaçtığım kader beni buluyordu.
Kulağım çınlamıyordu bile. Duyduğum ses ve melodiler ise fısıltılardan ibaretti.
Ay Işığı Sonatı
Beynimde yankılanan fısıltılar varken yüreğimde çığlıklar kopuyordu. Artık notaları duymadan çalıyor yalnızca hislerim ve sezgilerimle hareket edip piyanoya basıyordum. Yalnızca hissederek.
Ya büyük bir sanatçıydım ya da sanattan mahrum bırakılmaya mahkûm bir fakirden fazlası değildim.
Acizliğim notaları duymak için başımı piyanoya yaslamamdan belli. Kuvvetim ise bu halde dahi beste yazabilmekten.
Aşıktım da. Bir kadını seviyordum. Yüreğimdeki fırtınanın da nedeni buydu. Ölümsüz Aşk lakabını taktığım kadın, bestelerimin de ilhamı oluvermişti. Hatta adı oluvermişti. Ama bir benim olmamıştı. Şu ölümlü dünyada bana düşen payı ölümsüzce onu yaşamaktı. Bir ay ışığı gibi girmişti dünyasına, yatağında ölümü bekleyen şu adamın.
Ve çıkamamıştı.
Böyle bir yaşayıştı benimkisi. Moonlight Sonatası’nı duyarak değil; yalnızca hissederek yazmak gibi. Sadece his içeren bir eserdi benimkisi. Artık tek hissettiğim çaresizlik ve ölümün yaklaştığıydı.
Tekrar Tekrar Denedim
Çok karmaşık bir duygu doğrusu. Beklediğiniz hayat ve var olan hayat. Alkış bekleyen ruhuma duymayan kulaklarımın aniden insanların arasından “Çal artık be adam!” diye duyuvermesi. Tek seferlik. Ne bu şimdi?
Gerçekten bu halde miyim?!
9. Senfoni
–
-Ne diyorsun, neden durdunuz?
–
-Çalsanıza nereye bakıyorsunuz?
-Efendim, arkanıza dönün efendim!
-Çalsanıza neden durdunuz?
Henüz senfoninin ortasında olmamıza rağmen tüm orkestra durdu ve aralarından birisi koştu kolumdan tutuverip sırtımı döndüğüm on bin kişilik topluluğa yüzükoyun itiverdi. Dehşet vericiydi.
Herkes ayakta, sinek vızıltısı misali alkışlar ve daha fazla daha fazla alkışlar. Her şey asla unutamayacağım bu an içindi. 9. Senfoni bendim.
Ben buydum.
Herkesin oturmasını bekledim. Ağlamamak için ise kendimi zor tuttum. Bekledim ve bekledim. Oturdular. Devam ettim. Senfoniyi tamamladım ve dayanamayarak ağlamaya başladım. Şimdiki gibi. Bu anın bir daha yaşanmayacağını hissederek ağladım. Ve bırakıverdim kendimi sahneye, yılların getirdiği sessizliğin yorgunluğu ile.
Sessizce düşüverdim sahneye.
Önerilen Yazı: Müzik Terapinin Beyin ve Ruh Hâli Üzerine Etkileri
23 Mart 1827
O gün sahnede gözlerimi kapattığımda bir siroz hastası olarak tekrar açacağımı kim bilebilirdi ki?
Şimdi ise buradaydım. Yalnız başıma ve çaresizce. Kulağımda ölümü bekleyişin sessizliği ve zihnimde ölüme bestelediğim sayısız beste.
Her hissi yaşadığım gibi ölümü de hissederek yaşayacaktım. Sıradaki senfoni buydu!
26 Mart 1827
Beethoven, 26 Mart’ta şiddetli yağmurun ve şimşeklerin olduğu bir günde Viyana’ da evindeki pencerenin kenarındaki yatağında vefat etti.
Çakan yıldırımların evi aydınlattığı bir esnada vücudunun yarı doğrulup kolunu yumruk edasıyla yukarıya kaldırdığı ve sonrasında hayata gözlerini yumduğu rivayet edilmektedir.
Bu rivayet ise onun yaşamını pek kısa özetlemektedir.
Kaleminize sağlık. Sanat eserlerinin en ölümsüzleri ıstırap ile ortaya çıkanlar oluyor
Çok teşekkür eserim ki malesef öyle.
Çizimlerdeki Beethoven’ın hep bir tedirginliği ve sinirliliği yüzüne yansımış oluyor. Herhalde bunun sebebi, yaşadığı hayatın bizzat kendisi olmalı. Klasik müzik ve sanatçıları sıkılmadan öğrenebilmek için değişik bir yazı türü olmuş. Ben çok beğendim. Teşekkürler.
Çok teşekkür ediyorum. Bu bakış açısıyla yazmayı ben de sevdim doğrusu.
Beethoven sinirlidir ve karamsarsır demek yerine bunu cümleleri ile anlatmak zannımca çok daha hoş oldu.
Vay be kaleminize saglik.. 9. Senfonide nolmus tam anlayamadim
9.Senfoni Beethoven’in en büyüj eseridir. Ancak kulakları sağır olduğu için konuşmaları da senfoniyi de duyamamıştır 🙂 Diyaloglardaki kesik çizgiler duyamadığı diyaloglardır. Yazılı diyalog ise anlaşılacağı gibi kendi sözleridir. Beethoven sağır olduğu için böyle bir diyalog tercih ettim.
Simdi anladim. Tesekkurler.