Bugün uyandığımızda kendimizi atalarımızın hayalini bile kuramayacağı mükemmel bir dünyada buluyoruz. Güvenli evlerimizde sıcak çayımızı yudumlarken, bir yandan da tek tuşla iletişim ağına bağlanabiliyoruz. Dünyanın diğer ucunda neler olduğunu saniyeler içinde öğrenebiliyoruz. Üstelik yemek sıkıntısı da çekmiyoruz. Eğer kebap yemek istersek bir lokantaya gidip oturmamız hatta kapımıza sipariş etmemiz mümkün. Afiyetle yediğimiz etin atalarımız tarafından ne kadar kıymetli bir besin olduğunu fark etmiyoruz bile. İşte bizi gezegenimizde rakipsiz kılan ve vahşi etoburları boyunduruk altına almamızı sağlayan değişim, beynimizi kullanmamızla ve bilim yapmamızla başladı. Modern dünyada bilimin sayısız nimetinden yararlanıyoruz. Hatta bilimin ürünlerini kullanmadığımız neredeyse hiçbir alan yok.
Tarih boyunca durdurulamaz merakın sonucunda tabiatı keşfetmeye çalışanlar olduğu kadar, ‘bilgi’ye ve ‘bilim’e karşı düşmanca tavır sergileyenler de olmuştur. Bilimle uğraşanların sonu genelde pek iyi bitmiyordu. Hatta kadınların az bir kısmı bilimle uğraşmaya imkân bulabilmişti ki onlar da cadı denilerek yakıldı yahut Hypatia gibi ölümle cezalandırıldı. Çünkü bilim meraktan köken alır. Beynimizin evrim basamağındaki bu inanılmaz sıçrayışıyla beraber içimizde karşı konulamaz bir merak oluşmaya başlamıştı. O zamana dek vaktimizi, yaşamımızı devam ettirebilmek için yemeye ve neslimizin devamı için üremeye ayırıyorduk. Ama artık sorular sormaya başladık. Bu sorularla beraber yeni bir tehdit oluşmuştu. Biz bir gruptuk ve grup olduğumuz sürece dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kendimizi koruyabiliyor, ayrıca topluca avlanıp tok yatma ihtimalimizi kuvvetlendiriyorduk. Fakat her sürüde olduğu gibi bizim sürümüzün de alfası vardı. Alfanın bizi bir arada tutan ve sorgulanması yasak olan katı kuralları olmalıydı. Ancak merak ve sorgulama dogmatik kuralları yıkmaya yönelik büyük bir tehdit oluşturunca ortadan kaldırılması gerekecekti. Böylece hem sorgulayan kişi cezalandırılarak yeni bir sorgulamanın yapılması engellenecek hem de alfanın otoritesi sağlamlığını arttıracaktı.
Bugün de içine doğduğu dünyanın kurallarını körü körüne kabul etmiş bir ‘sürü’nün, bu kurallara uymayan fikirleri karşıt argümanlar geliştirerek tartışmaya açmak yerine, aslanlara yem etmek istemesi herhalde bu ilkel refleksin iz düşümü olsa gerek. Özellikle de sosyal medyanın gücünden faydalanarak, topluluğun kendince koyduğu kurallara karşı çıkan ya da bu kuralı sorgulayan birini karalamak ve onu susturmaya, bastırmaya çalışmak günümüzde sık rastlanır hale geldi.
Sosyal medya sayesinde bilgiler çok hızlı yayılabilirken aynı zamanda yanlış veya asparagas haberlerin ciddiye alınma oranı da artmış durumda. Ayrıca binlerce kilometre uzaktaki biriyle fikir alışverişi yapabilmeniz mümkünken, bir yandan da birkaç adım ötede dostlarımızla ya da ailemizle muhabbetimizi azaltarak bizi çevreden izole etme riski de taşıyor. Şüphesiz kendini geliştirmeyi ve evreni keşfetmeyi misyon edinmiş zeki bir genç için sosyal medya ve internet teknolojisi eşsiz bir nimet.
İnsan bilmediğinden korkar derler. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu korku vücudumuzun en ilkel yanıtlarından biridir. Vahşi doğada hayatta kalmanın yolu tehditle savaşmak ya da stresörden kaçmaya bağlıdır. Savaşmak ya da kaçmak için gereken bazı fizyolojik değişiklikler; kalp atım sayısının artması ve böylece kaslarımıza daha fazla kan gelmesi, artan oksijen ihtiyacını karşılamak üzere daha hızlı nefes alma, kanama riskine karşı pıhtılaşma mekanizmalarının aktive olması, sindirim ve üreme sistemlerinin dikkat dağıtmamak üzere şalteri indirmesi, daha uzağı görebilmek ve gelen ışık miktarını arttırmak adına göz bebeklerinin büyümesi şeklindedir. Biz farkında olmadan beynimizde hipotalamus adı verilen bölge, tehdidi algılar algılamaz sempatik sistemi aktive eder ve bu yanıtları otomatik olarak geliştirir. Böylece bizi ister fiziksel ister duygusal strese sokan her türlü stresöre karşı vücudumuz aynı tepkiyi vermektedir.
Nasıl ki fiziksel sistemlerde ‘Eylemsizlik Yasası gereği cismin durumunu korumak ve dengede kalmak istemesi’ geçerli ise, insan vücudu gibi biyolojik sistemlerde de yapım ve yıkım arasındaki dengeyi sürdürebilmek en temel mekanizmadır ve Homeostasis olarak adlandırılır. Bu muazzam denge hali aslında olağan yaşantımız için de geçerlidir. Biz de alışageldik rutinimizin dengesini bozan uyaranlara stresör gözüyle bakıyor ve çoğu zaman kafamızı kuma gömmeyi tercih ediyoruz. Bana kalırsa tarih boyunca bilime ve bilim insanlarına yapılan da tam olarak buydu. Fakat bu biyolojik yanıtlar, organizmaların hayatta kalmasını sağlayan ilkel reflekslerdir. Tekâmül sürecinde onlara göre daha ileride olan Homo Sapiensin düşüncelere karşı bu olgunlaşmamış reflekslere başvurması, onu primitif canlılardan ayıran tek özelliğini yitirmesine neden olmaktadır. Yine de bugün ulaştığımız modern teknoloji bizlere her dönemde sorular soran ve antitezler geliştiren birilerinin yaşadığını gösteriyor.
İşin ilginç kısmı günümüzde de bilimin bunca nimetinden faydalanmasına rağmen hala modern bilimi körü körüne reddeden toplulukların bulunması. Evrim’i reddedenler, düz dünyacılar, aşı karşıtları, sülükçüler üfürükçüler ve tükürükçüler… Saymakla bitmeyen yüzlerce komplo teorisiyle beslenen zırvalar. Yanlış anlaşılmasın ben hiçbir şeyin körü körüne araştırılmadan reddedilmesini savunamam zira bu bilimin temel öğretisine aykırıdır. Ben bir şeyin körü körüne araştırılmadan kabul edilmesine karşıyım! Sebebiniz her ne olursa olsun etekteki bütün taşları dökerek yani bütün argümanları masaya koyarak tezler ve antitezler üretme, tartışma ve sonuca ulaşma organizasyonunun sistematik haline bilim denir. Belki de ilkokullardan başlanarak çocuklarımıza ‘eleştirel düşünme’ dersleri vermeliyiz.
Ve bugün bütün dünya Coronavirus ile boğuşurken her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Ölümün soğuk nefesini ensemizde hissediyoruz. Sonuçta yeniden bilime muhtacız. Doğayı daha yakından incelemeliyiz, daha fazla araştırma yapmalıyız. Bilim insanları ortak çalışmalar yapmaya başlayınca devletler arasında çizilen hayali çizgiler bile kayboluyor. Türümüzün devamını sağlayabilmek ve atalarımızdan devraldığımız mirası sürdürebilmek için bilime muhtacız. Bilimin dini yok ettiğini, dinin bilimden nefret ettiğini zannederek din ve bilimi çatıştırmak isteyenler de var. Bu kişiler maalesef Prof. Dr. Sinan Canan’ın deyimiyle ya dini ya da bilimi tam olarak anlayamamışlardır.
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? [Zümer Suresi 9. Ayet]”
Ayrıca eve kapandığımız şu günlerde izleyebileceğiniz konumuzla da ilişkili güzel bir Japon animesi önermek istiyorum: Dr. Stone. Bu keyifli anime sayesinde hem kendiniz hem de evdeki çocuklar bilimin nasıl geliştiğini, bilimi kullanarak neler yapılabileceğini öğrenebilirler.
Yazımı Nazım Hikmet’in 1930 yılında yazdığı “Nikbinlik” isimli şiirle bitirmek istiyorum:
Güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere süreceğiz…
Tam da bugün bu yazıya tekrar göz atarken “eleştirel düşünme” konusunda bir yorumda bulunduğunu fark ettim. Bazen denk geliyor, bugün kardeşime konuşma teknikleri ile ilgili bir ödev vermişlerdi. Ben de eleştirel düşünme üzerine bir konuşma tekniği planlayarak ses kaydı almaya çalıştım. Çikolatalardan başlayıp günlük düzen programlarına kadar konuştuk. Okulda ona anlatılan her şeyin doğru olmayabileceğine yönelik bir ışık yakmaya çalıştım. Kardeşim ise bana “ama okulda öğretiliyorsa doğrudur neden yanlış şey öğretsinler ki” dedi. Bu aslında kardeşimin eleştirel düşünceyi öğrenememesinden değil bir çocuk olarak masumluğunu gösteriyordu. Zira mantığına uymayan şeyi kabul etmemek konusunda oldukça ısrarcıdır. Eleştirel düşünceyi öğretebilmemiz için evvela eğitim müfredatındaki saçmalıkları düzeltmeliyiz. Öğretmenlerimizi daha kaliteli bir eğitimden geçirmeliyiz. Zira bizim toplumumuzda her zaman bir hiyerarşik anlayış vardır. Bir öğrenci genellikle öğretmenini otorite görür ve ne derse ona inanır. Bunun pozitif yanlarından ziyade negatif yanları da vardır. Zira “inanır” kelimesini bilerek kullandım. Kısacası, eleştirel düşünce öyle bu konuda bir ders koymakla düzelecek bir iş değildir. Eleştirel düşüncenin olmaması daha ziyade bir sonuç gibi görünmektedir.
Sevgili Nihat,
Katkın için teşekkür ederim. Aslında ‘eleştirel düşünce’ dersinden kastım ‘mantık’ ve ‘felsefe’ dersleriydi. Analitik düşünebilme, sorgulayabilme, kanıta dayalı bilimsel metodları öğrenebilmek için en uygun yer zannediyorum ortaokul-lise dönemleridir. Ancak dediğin gibi ülkemizde ve hatta dünyada pek çok ülkede bu tarz eğitimlerin verildiğini zannetmiyorum. Aslında çoğu zaman iş öğrenci ve ailesinde bitiyor. Vasıflı ve zeki öğrencilerin kendilerini mutlaka bir noktadan sonra kurtarabileceklerine inanıyorum. Diğerleri de onların yolunu takip ederse belki mutluluğa ulaşırlar 🙂
Sevgiyle.
Ufkumu açan bir yazı oldu. Nihat’ın https://parlakjurnal.com/gunluk-siyaset-yorumunda-normatif-ile-pozitif-kargasasi/ bu yazısında yorum kısmında anlatmaya çalıştığım şeyi bilimsel açıdan irdelemişsin sanırım. Nedense bu yazıyı ilk kez okuduğumda fark etmemiştim. Bu arada elinize sağlık sayın yazar. Bu yazının devamı niteliğinde yazılar bekliyoruz.