Bir Mukaddime Olarak Medeniyet Uyarıcı Amiller

/

    Tarihin en yaman keşmekeşleri büyük medeniyetlerin arefesinde yaşanır. Ahlaki yozlaşma, değerlerin dejenerasyonu, vicdan mekanizmasının tefessüh etmesi gibi bir millet için sükutu hazırlayan sebepler o toplumun her alanında hakimdir. Nemelazımcılık o toplumun mültezem bir metaıdır, hukuksuzluklar o toplumda normal karşılanır bir vaziyettedir. Fikir hayatı donuklaşır, zavallı entelijansiya yeni düşünceler serdedemez hale gelir. Haddini aşmanın neticesi olarak sanatta bir kokuşma yaşanır. Bilim hayatı bir kelepir fiyata ideolojik saplantılara kurban verilir. O toplum bir lanetlenmişlik belirtisi olarak, kaderini kendisine bağlamış olan milletlerin zulme uğraması karşısında ölüm sessizliğine bürünür. Böyle bir ortamda psikososyal yönden mutsuz olan halkın iç daralmalarının dışa vurumu olarak toplumsal bunalımlar ve toplumsal patlamalar, hilafi kitle hareketleri birbirini izler. Bu hal nedeniyle birliklerini yitiren ve parça parça olan o toplumun serencamı, bütün mukavemet gücü kırıldığı için düşman istilası ile nihayet bulur. İşte böylesi bir durumda o toplumdan nasıl oluyor da dipdiri ve yepyeni bir medeniyet, hangi amiller vasıtasıyla teşekkül ediyor? Bu yazıda farklı düşünürlerin farklı yaklaşımlarıyla bu soruya yanıt aranacak.

    Cemil Meriç, kültür ve medeniyet kavramlarını irdelerken, kültür kelimesinin 160 farklı tarifi olduğundan, her ülkede ayrı bir libasa bürünen uçarı, serazat bir mefhum olduğundan; medeniyet kelimesinin ise muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık bir kelime olduğundan bahseder. Sosyolog ve antropologların büyük bir çoğunluğu ise kültür ve medeniyet kavramlarının birbirinden ayrılamayacağı kanısındadır. Böyle bir vasatta yapılabilecek en iyi şey, kültür ve medeniyet kavramlarının konunun zihinlerde daha iyi şekillenmesi açısından idareten bir tanımını yapmak olsa gerek. Kültür bir milletin yapıp etmeler bütünüdür. Medeniyet ise bir milletin veya kader birliği etmiş bir kaç milletin yapıp etmelerinin kemal noktaya ulaşması ve temsil edilmesidir. Alman kültürü ayrıdır, Fransız kültürü ayrıdır, İngiliz kültürü ayrıdır ama bu kültürler bir araya gelince Batı medeniyetini oluştururlar. Bir medeniyetin bünyesi içinde devletlerin yıkılması yahut yeni devletlerin kurulması tarihte sık rastlanan olgulardır.

    İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee ‘tarih bilinci(a study of history)’ adlı eserinde medeniyetlerin, bir yaratıcı azınlığın(creative minory) kendi tarihinin ve coğrafyasının ve baskın azınlığın(dominant minority) baskılarına karşı koyması sonucu ortaya çıktığını söyler. Toynbee bu kalıba ‘meydan okuma ve tepki’(challenge and response) adını verir. Yani bir grup aklı başında yaratıcı niteliklere sahip insan var ve bu insanların karşısına problemler çıkıyor, problemleri aşarak büyüyorlar. Nihayetinde bir medeniyet ortaya çıkıyor demek istiyor yazar. Bu yaklaşım etki-tepki, neden-sonuç ilişkisine benzetilmiş. Tek farkı işin içinde insan iradesi olduğundan sonuç öngörülemez. Ayrıca Toynbee tarihe etki etmiş yirmi altı medeniyetten bahseder. Mısır, And, Çin, Minoa, Sümer, Maya, Hint, Hitit, Suriye, Helen, Babil, Meksika, Arap, Yukatan, Sparta ve Osmanlı medeniyetlerini kapsayan on altısının artık varlıklarının devam etmediğini; geriye kalan Hristiyan Yakındoğu, İslam, Hristiyan Rus, Hindu, Uzakdoğu Çin, Japon, Polinezya, Eskimo ve Göçebe medeniyetlerinin Batı medeniyetinin baskısı altında varlıklarını idame ettirmeye çalıştıklarını ifade etmiştir.

    ’Coğrafya bu yaratıcı azınlığın karşısına çetin problemler çıkarır’ der yazar. ’Yaratıcı azınlık, bu problemleri çözdüğü sürece büyür’. Coğrafya çok önemlidir. Bir ülkenin ticeret yolları üzerinde olması, bulunduğu topraklar üzerinde daha önce başka medeniyetlerin kurulmuş olması, çevresinde büyük medeniyetler olması yahut düşman ülkeler olması o ülkeyi hep uyanık tutar, ister istemez büyümeye mecbur bırakır. Eğer bir medeniyet böyle bir coğrafyada büyüyemiyorsa sahip olduğu konumu koruması da imkansız hale gelir ve kaçınılmaz sona doğru ilerler. Örneğin bahsedilen şekilde bir coğrafyaya sahip olmayan İzlanda, bin yıllık parlemento geçmişi olmasına rağmen tarih sahnesinde pek bir varlık gösterememiştir. Bu arada coğrafyanın fiziki şartlarının çok sert olmamasının da ayrı bir kazanç sağlayacağını belirtelim.

    Evet, nasıl ki insanı ailesine bağlı tutan yaşanmışlıktır, ortak anılardır aynen bunlar gibi de bir milleti bir arada tutan tarihtir. Bunun yanında bir millet tarihinde yüksek zirvelere ulaşmış ve o zirvelerde iz bırakmış ise bir gün dibi boylasa dahi tekrar zirveye ulaşmak hep hayalinde olacaktır. O millet tarihindeki kötü hadiselerden ders çıkarır, başarılarına ise imrenir. O millet tarihine bakar ve ne olduğunu tekrar hatırlar. Tarih bir gelecek pusulasıdır o milletin elinde. Dibi boylayan toplumların içinde bulunduğu durum ise ancak zillet olabilir. Zillet ise insan psikolojisine kuvvetle tesir eden bir faktördür. İnsanı sorgulamaya iter. Zilletle gerilen bir millet asaletle parlar. Bu nedenle psikososyal bir faktör olarak medeniyetlerin teşekkülünde zillet psikolojisinin rolü göz ardı edilemez. Benim bir arkadaşım yeni nesil uçak gemilerinin enerjisini kendi içinde barındırdığı nükleer reaktörlerden sağladığını öğrendiğinde hatırlıyorum kıpkırmızı kesilmiş, gözleri dolmuş ve hırsından ağlamamak için dudaklarını ısırmış, kendini zor tutmuştu. Çünkü aradaki açıklığı görmüştü. Zilletin uyarıcı gücü derken kastedilen budur. Zilletin ızdıraba inkılabı ve insanın içinde bir kora dönüşmesi. Aslında böyle teknik meselelerin medeniyetlerin teşekkülü açısından medeniyet nazariyecileri arasında pek bir önemi yoktur. Bilim ve teknik daha çok sonuçtur. Nasılsa böyle farklar beş on yıla kapanır. Hem bilimden önce şehirleşme ve ticaret gibi altyapı diyebileceğimiz tarzda oluşumlar gereklidir. Yani bilim sonraki iştir.

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Bir Ahlaki Dilemma

    Ahmet Davutoğlu, ‘medeniyetlerin ben-idraki’ adlı makalesinde sağlam bir tespitte bulunur. …’Bu çerçevede makalemizdeki ana tezimiz, medeniyetlerin kurulmasını da, yükselmesini de, diğer medeniyetlerin muhtemel tahakkümlerine karşı direnebilmesini de sağlayan temel unsurun bir medeniyet prototipinin tebarüz etmesini sağlayan ben-idraki olduğudur. Bir ben-idrakinin oluşmasını sağlayan nihai etken de, kurumsal ve formel alan değil, bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. Bu nedenledir ki, başka medeniyetlerden gerçekleştirilen kurumsal ve formel aktarımlar zahiri değişimlere yol açsa da, yeni bir ben-idraki oluşturamadıkça ve bu ben-idraki örnek alınan medeniyetin merkezine nüfuz edebilme gücü ve imkanı kazanmadıkça, değişime uğratılmak istenen medeniyet havzasının ruhunu yok edebilmek mümkün değildir.’ Ahmet hocamız yadsınamaz bir tespitte bulunmuş. Benim asıl merak ettiğim hocamız akademisyenlik hayatından sonra devletin üst düzey kademelerinde görev yapmış biri olarak konuya bakışı çeşitlendi mi acaba? Özellikle kurumsal alanla ilgili uğradığı düşünce değişiklikleri var mıdır? Bunun yanında sormak istediğim diğer şey hocamız eğer yaratıcı azınlık teorisini kabul ediyorsa bahsettiği ben-idrakinin sadece yaratıcı azınlık için mi gerçekleşmesi gerekir yoksa toplumun geri kalanı da böyle bir idrake varmalı mıdır? Toplum için böyle bir özümseyiş kastediliyorsa bu hayalden öte bir yaratıcı azınlığın mevcudiyetini ortadan kaldırır. Yalnızca yaratıcı azınlık için böyle bir özümseyiş kastediliyorsa geriye kalan özünden ayrı toplum ile nasıl bir medeniyet kurulacaktır?

    İran’lı sosyolog Ali Şeriati ‘İslam Sosyolojisi’ adlı eserinde göç hadisesinin bir medeniyetin kurulmasında olmazsa olmaz uyarıcı faktör olduğunu söyler. Hatta öyle ki ‘tarihte bildiğimiz yirmi yedi medeniyetten istisnasız hepsinin öncesinde bir göç hadisesi vardır’ der. İlkel bir topluluğun yaşadığı yurdu bırakıp başka bir yere göçmeden medenileştiğini gösteren bir örneğin olmadığını, ilkel bir topluluğun ana yurdunu terkedip göç etmedikçe ilkel kaldığını ifade eder ve sözlerini ‘o halde bütün medeniyetler ilkel toplulukların göçü sonucu doğmuştur’ diye bağlar. Ardından ‘toplumların değişmesini ve gelişmesini sağlayan temel etken nedir?’ sorusunu sorar. Cevabını da kendi verir. ’…Sözün kısası, toplumların geleceğini dört etken yönlendirmektedir: Kişiler, rastlantılar, önceden var olan ilahi kurallar ve halk(en-nas). Bunların en önemlileri en-nas ve kurallardır. Çünkü en-nas halk kitlelerinin iradesini, kurallar da toplumda var oldukları bilimsel yöntemlerle gösterilebilen kanunları temsil etmektedir.’

    Bu paragraf hakkında birkaç şey söyleyecek olursak; Şeriati’nin bahsettiği yirmi yedinci medeniyetin ‘Amerika’ olduğunu, ilkel topluluklar ifadesini ümmi kavimler şeklinde ifade edersek hem kavram hazinemizi geliştirebileceğimizi hem de üzerinde çalıştığımız ifadeleri kullanmanın dayanılmaz bir rahatlığını tadacağımızı, tarihte kurulan yirmi altı medeniyetin -Şeriati‘ye göre yirmi yedi- beşte dört kadarının ümmi kavimler tarafından kurulduğunu ayrıca kanımca göç hadisesinin çok derinlikli bir konu olduğunu; tahminen ileride bu olayın Türkiyeli sosyologlar tarafından daha önce dünya üzerinde hiç tartışılmamış varyasyonlarının ortaya konacağını söyleyebiliriz.

    Sosyolog ve felsefeci Hilmi Ziya Ülken ‘uyanış devirlerinde tercümenin rolü’ adlı eserinde medeniyetlerin teşekkülünde tercüme faaliyetlerinin itici gücünü şöyle açıklar: ’Medeniyet sürekli bir yürüyüştür. Her ulus, büyük medeni akışla birleşen ve ona karışan yeni bir sudur. O kendinden bir şeyler getirir; fakat onu büyük akışa katmasını bilmezse hiçbir şey yapmış olmayacaktır. Medeni akışa ayak uydurmak demek ona karıştığı yere kadar bütün fikir mahsullerini tanımak ve onlarla yoğrulmak demektir. Kendi içine kapanmış, başkalarından habersiz ve kendi kendine doğup büyüyen, devresini tamamlayan medeniyetler yoktur. Eski Sümer ve Mısır Yunan’a, Yunan Latin’e ve İslam’a, İslam ve Latin dünyaları Rönesans vasıtasıyla Avrupa medeniyetine ulaşır. Bu sürekli yoldan ayrılan ve ayrı kalan dallar kendi kendine çürüyüp düşmeğe mahkumdur. Eski Amerika medeniyetleri bundan dolayı yarım kalmış ve yemişlerini vermeden kaybolup gitmiştir. Bizim için lazım olan eski İslam ve yeni Avrupa uyanışlarında olduğu gibi çok sistemli ve hararetli bir tercüme faaliyeti canlandırmaktır. Tanzimat’tan beri geç kalınan bu yola girmenin tam zamanıdır ve şükredelim ki girilmiştir’.

    Benim de kanaatim o yöndedir ki cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan en önemli faaliyetlerden biri dünya klasiklerini Türkçeye çevirmek olmuştur. Ama gelin görün ki İbn-i Haldun’un Mukaddimesinin tercümesi hak ettiği değerde tercüme edilmiş midir? Toynbee’nin on iki ciltlik ‘a study of history’si hala Türkçeye çevrilmemiştir. Sosyal bilimler alanında zaten çalışmıyoruz ama en azından yapılan çalışmaları değerlendirmeli değil miyiz?

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Cumhuriyetin Kuruluşuna Dair Kısa Bir Panaroma ve Meclisler

    Şimdi, yazıda ilk önce bir kalıp verdik ve bu kalıp içinde kıvılcım atan bir kaç uyarıcı faktörden bahsettik. Bahsi geçen bu uyarıcı amiller tabiki devede kulak kalır. Bunlar sadece benim karşılaştıklarım. Bu konudan üzerinde hakkıyla çalışılsa ciltlerle eser çıkar. Bu yazdıklarım tabiki de eleştirilir hatta yerle yeksan bile edilebilir. Mesela az önce bahsi geçen ‘yaratıcı azınlık, meydan okuma-tepki’ kalıbı eleştiriliyor. En iyi eleştirilerini Rus sosyolog Pitirim Sorokin’den almıştır. Sorokin’e göre bu yaratıcı azınlık tasviri inandırıcı değildir. Toynbee ırkı ve biyolojik kalıtımı kabul etmediği halde bu yaratıcı azınlık nereden ve nasıl gelecek? Şu durumda Toynbee’nin yaratıcı azınlığının doğuşunun ne, nasıl, nerede ve niçinleri bir sır olarak kalacaktır. Sorokin ayrıca meydan okuma-tepki kalıbını da eleştirmektedir. Bu kalıbın pek aydınlatıcı olmadığını, neredeyse tüm canlıların hayatının bir meydan okuma ve tepki süreci şeklinde cereyan ettiğini söyler. Gerçekten de şu halde Toynbee’nin ‘meydan okuma-tepki’ yaklaşımı hiçbir fonksiyon göremez. Böyle bir yaklaşım da hiçbir şekilde bir medeniyet teessüsüne kalıplık edemez. Bir medeniyet inşaası adına yola çıkan bir grubun mutlaka bir planı, bir programı olmalıdır. Bundan önce böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Örneğin Necip Fazıl’ın büyük doğu gençliğinin ‘ideolocya örgüsü’ yok mudur? Sezai Karakoç’un diriliş neslinin ‘diriliş neslinin amentüsü’ yok mudur? Kanımca Toynbee’nin bu kalıptaki eksiği budur. Hem mesela bir gruba meydan okuyan bir şeyler olmaz ise ne olacak? Grup tatile mi çıkacak? Bir amaç, bir program olmadan bir grup insan neden bir araya gelip yaratıcı bir hüviyete kavuşsun?

    Bu kalıbı bu bakış açısıyla tekrar ele alalım. Bir grup var. Ellerinde bir program var, bir medeniyet kurmak istiyorlar. Bu program dahilinde ilerlerken bazı engellerle karşılaşıyorlar. Şu halde karşımıza iki durum çıkar. İlki, bu grup yaratıcı bir tepkiyle bu engeli aşar. İkincisi, bu grup bu engeli kendi yaratıcı tepkileriyle aşamaz ama bir ihtimal daha var, engelin kalkmasını bekler. Bu süre zarfında tabi programını uygulayamaz. Yani Toynbee’nin dediği gibi problemlerini her zaman kendi yaratıcı tepkisiyle aşamayabilir. Ayrıca eğer bir grup bir programla ortaya çıkıp bu programını uygulamaya başlamışsa, kendileri meydan okunan taraf olmaz. Meydan okuyan taraf olmak zorunda da değildir.

    Kanımca program dahilinde bir medeniyet inşaasına kalkışmak, öncesinde mutlaka bir örneğe dayanılarak yapılmak zorundadır. Yani eğer bu bahsi geçen yaratıcı azınlığın bir tarihsel geçmişle iltisakı yoksa yahut medeniyet tahayyülleri için örnek aldıkları bir başka medeniyet yoksa böyle bir program ortaya koymaları imkansızdır. Zaten insan daha önce örneğini görmese, okumasa medeniyet diye bir şeyin varlığından da haberdar olamaz. Tarih bir millet için işte bu yüzden bu denli önemlidir. Burada bir ‘ilk medeniyet’ sorusu akla geliyor. Bu da ayrı bir çalışma alanı olarak kalsın.

    Evet, bu yazı bir makale değildir. Çünkü gerekli araştırmaları gereğince yapamadım. Eskiler evrak-ı perişan derlermiş. Bir çok hatalı yeri olabilir. Ama umarım en azından bu ülkenin benim yaşımdaki genç sosyologlarını gıcık etmeye yeter. İsmi geçen yazarları gereğince okuyamadım. Okuyamamak bir bahane olamazdı. Ancak sosyal bilimler çok yoğun okuma yapmayı gerektiren bir alan. Benim asıl mesleğim fırsat vermediğinden hem bu kadar hafakanın arasında bir türlü yönelemediğimden gereğince okuyamadım. Bu yüzden okuyucu ümmiliğimi affetsin. Ama yazmamak, hele şu dönemde, asla bir bahane olamazdı. Umarım bir şeye değer.

Konuk Yazar: Osman Uzuner

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Eleştiri Kategorisinde Son Yazılar