İçimde bu semte dair en ufak bir sevgi kırıntısı bile kalmadı artık. Çocukluğumdan kalan son izleri de söküp atmışlar. Gözlerime inanamıyorum. Meğer bizimkiler de batılılaşma furyasına kaptırmış kendini, tabelaların her birinde garip garip isimler. Ali’nin dükkânına takılıyor gözüm, hay Allah belanı senin çocuk, diyorum. “Ali’s Pet Shop” da nedir? Oldu olacak “Alice” yazsaydın da Türkçenin boyunduruğundan (!) tamamen kurtulsaydın. Ah be Ali! Seni kalaylamadan buradan geçmek bana haramdır şimdi!
Adımlarımı sıklaştırdım ve yolun karşı tarafına geçtim hırsla. Oysa biliyorum ben bu dükkânı, yıllar yılı bir çivinin yeri bile değişmedi. Biraz daha dayansa antika bile denebilirdi. Tabi şu lanet tabela çıkarsa! Tam Ali’ye bakıyordum ki onu gördüm: Kara kuru bir çocuk; elinde tıklım tıklım pet şişe dolu bir poşet, üç-beş kuruş kazanabilmek için topladığı her halinden belli, süt gibi apak bir tavşana dalıp gitmişti. Biraz seyrettikten sonra bu manzaraya katılmakta herhangi bir sakınca görmedim. Yanına yaklaştım.
“Nasıl, gerçekten de çok güzel değil mi? Tüyleri yumuşacık, gözleri desen cam gibi. Ama bir derdi var sanki: Yalnız. Bakıyorum sen de öyle gibisin. Bu koca kulaklıyla arkadaş olmak ister misin?”
Sözlerimle beraber iki badem parladı solgun yüzünde. Tüm vücuduyla döndü, perçemlerini gözünün önünden çekti. Bunu yaparken gönlümün perdelerini de açmıştı sanki.
“Sahi… Sahi mi?” dedi. Uzun zamandır konuşmadığındansandığa kaldırdığı kelimeleri, tekrar çıkarıyor gibiydi.
“Sahi ya.” dedim. “Sahi. Onun apak tüyleri, senin apak gönlüne yoldaş olur. Hem istersen bir ev bile yaparız kartondan.”
Derken elinden bırakmadığı zıkkımıyla Ali göründü. Bir yandan tüttürüp diğer yandan da çemkirmeye başladı çocuğa,
“Hey, pis bücür! Yürü git şuradan! Sana kaç kere demedim mi, bu mahalleye ayak basmak yok diye? İlla esaslı bir dayak mı lazım?”
Sonra beni fark etti, yırttığı edep giysisini tekrar giymeye çalışır gibi bir hareketle,
“Ooo abla, hoş geldin. Hoş geldin gelmesine de, tam da vukuat üstüne geldin. Görüyorsun değil mi, yokluğunda ne idiği belirsiz veletler sardı mahalleyi. Eskiden sade çingeneler vardı. Onlardan başımızı aralayana kadar canımız çıkmıştı. Şimdi sağına bakıyorsun Suriyeli, soluna bakıyorsun Arap! Artık Kürtleri bizden görmeye başlayacağım neredeyse, en azından bizim dilimizi konuşuyor, bizim gibi yaşamaya çalışıyorlar.” dedi.
“Ali! Ağzından çıkanı idrak etmede bir problemin olduğu muhakkak. En kısa zamanda bir kafa doktoruna görün sen.Kafa var ya senin kafa, çok fena.” dedim. “Şimdi, beni daha fazla sinirlendirme de asıl sen yürü git şuradan!” diye haykırdım. Sinir küpüne dönmüştüm.
“Ama abla! İnan ki sen beni yanlış anladın. Ben bunların ciğerini bilirim, ciğerini. Kendini koruyasın diye söyledim. İyiliğin için yani.”
“Ben seni çok iyi anladım Ali. Asıl sen kendini koru.” dedim. “Önce kendini, sonra çevreni… Bu hastalıklı fikirlerinden koru!”
Cüzdanımdan para çıkardım. Aksi şeytan, ellilikten küçük banknotum yoktu. “Hayrını göreme!” dedim içimden, elliliği kasanın yanına attım. Ali’nin bir tek sözüne fırsat vermeden sağ elimle tavşanı, sol elimle çocuğun minik parmaklarını kavrayıp oradan ayrıldım. “Yazık!” dedim. En çok da böyleleri gezinirdi etrafta “Osmanlı atalarım şöyle hoşgörülüydü, böyle yardımseverdi.” diye. Sanırım o temiz insanların soyundan gelmiş olmanın kendilerini kurtarmaya yeteceğini düşünürlerdi. Birden geçen hafta kürtaj yaptırmaya gelen hastamı hatırladım. Evlilik dışı bir çocuğa hamileydi. “Yanlış anlamayın.” demişti. “Sakın yanlış düşünmeyin hakkımda. Dedem hacıdır benim.” Böylelikle Hristiyanlar gibi günah çıkarmayla falan vakit kaybetmiyordu insan. Sahip olduğu imtiyaz (!) sayesinde hep temiz kalıyordu.
Çocuğun Suriyeli olduğunu ilk bakışta anlamıştım zaten, yine de sordum. Çekingen bir tanışma faslı yaşadık, sonra sus pus oldu. “Burada ayrılsak mı acaba?” diye düşünmeden edemedim. Sanırım konuşmayacaktı. Belki de konuşmak istiyordu fakat içine düştüğü bu hayat düğüm düğüm etmişti gönlünü, kolay kolay açamıyordu. Bunu anlamanın tek yolu vardı, düşüncelerimden sıyrılıp iştahla döndüm ona:
“Küçüğüm! Seninle şöyle buz gibi bir limonata içmeye gidelim mi? Yanında tatlı da yeriz, hem de sen hangisinden istersen. Ne dersin?” dedim. Bununla da kanına giremezsem beyaz bayrağı çekecektim.
Bir an düşündü. Sonra perçemlerinin arasında yine parladı işte iki badem, zafer benim!
Gideceğimiz yer belliydi zaten, lise yıllarımın bir numaralı buluşma noktası: “Şanslı Köftenin Yeri.” Mekânın sahibi olan amca da tombikti, tam bir köfte gibiydi. Yanına her gidişimizde göbeğine yüz sürer, kutsal taş muamelesi yapardık. Eşref saatinde değilse sokağın sonuna kadar kovalardı bizi. Ah, eski günler! Neyse ki bunları düşünürken yolu bitirmişiz, kafamı kaldırdım. Bir de ne göreyim: “ShanslıCafé”! Son kalem de fethedilmişti demek. Kızgınlıkla kırgınlık arası bir şey öküz gibi oturdu içime. Başka bir yere gitsem, diye düşündüm. Fakat buna vaktim yoktu, buradan çıkınca dükkân dükkân dolaşıp hediye bakacaktım. Sessizce girdik ve kuytu bir köşeye oturduk.
Tatlılar geldi ve gerçekten de aramızda tatlı bir köprü kuruverdi. Ufaklık, hayatını bir çırpıda önümüzdeki masaya serdi. İsmi Aylan’dı ve ailesi ülkemize sığındığında Aylan, sadece üç yaşındaydı. Maksatları bizim toprakları da aşıp Yunan adalarına kaçmaktı. Fakat yapamamışlardı. Bindikleri bot batmış, yirmi kişiden yalnız Aylan kurtarılabilmişti.
O, başından geçenleri yaşamamış da bir filmde görmüş gibi soğukkanlılıkla anlatırken “Ağlamamalıyım!” diyordum durmadan, odaklandığım tek nokta buydu. Anlatacaklarını bitirince izin istedim, acil bir görüşme yapmam gerekiyordu. Tuvalete gittim. Ağladım. Ağladım. Ağladım. Yalan değildi, kendimle görüşme yapmıştım.
“Aylan, tavşanına isim düşündün mü bakalım?” dedim yerime otururken. Hüzne daha fazla boğulmadan sakin sulara dönmeliydik artık.
“Bilmem!” dedi suç işlemiş gibi.
“Gerçekten mi? Bunca yıl kimse öğretmedi mi sana bunu? Bizim ülkemizde tavşanlara Ayşe ismi verilir.”
Büsbütün afalladı. Biliyorum, tek laf daha etsem ağlayacaktı.
Bastım kahkahayı. “Elbette şaka yapıyorum. Ülkedeki bütün tavşanların adı Ayşe değil tabi. Ama benim dokunduğum, sevdiğim her tavşanın adı Ayşe.” dedim. Yine şaka yapıyorum sandı. Yalancı çobana dönmüştüm işte.
“Bu sefer şaka yapmıyorum.” dedim. “Bu, yıllar öncesinden kalma küçük bir hikâye.”
“Şey… Bana da anlatır mısın abla?” dedi biraz ürkek, biraz da meraklı bir edayla.
Fakülte yıllarımı hatırladım. Gözlerime çöktü özlem bulutlarım, sağ taraftan birkaç damla yağmur düştü hemen. Konu ne ara buraya geldi ki? Aylan’ın yanındaki tavşana ve onu kötülüklerden koruyormuş gibi üstünden bir an bileçekmediği eline baktım. Haydar’a ne de çok benziyordu Aylan, üstelik Haydar’la tanıştığım yaştaydı şimdi.
“Bu hikâyenin fevkalade bir tarafı yok aslında.” dedim. “Ülkemizin hemen her karış toprağı yitik hayatlarla dolu. Yaşamın ucundan, kıyısından tutunmayı başaranlar ise onları görmüyor bile. Bakıyor fakat asla görmüyor. Yine de anlatmamı istiyorsan, anlatırım elbet.”
Israrla duymak istiyordu anlatacaklarımı. Belki de kaderine ortak edebileceği bir hikâyenin merakıydı bu, anladım. Anlatmaya başladım.
“Yaklaşık dokuz yıl oldu sanıyorum. On yıl mı yoksa? Neyse, bu pek önemsiz bir ayrıntı. Birkaç yıl önceydi, fakülte üçüncü sınıftaydım. O dönemler hiçbir edebiyat söyleşisini kaçırmazdık. Yine onlardan birine gitmek üzere arkadaşımlasözleşmiştik. Aksi gibi aynı gün keman kursum da vardı. Geç kalmamak adına kurstan çıkar çıkmaz programa gittim ben de, kemanımla beraber. Program bitince arkadaşımın gazına geldim ve keman çalabileceğim bir yer aramaya başladık. Kalabalık bir park bulduk, bizimkinin ısrarıyla bir banka kurulduk. Müthiş bir heyecan vardı üzerimde. Ayağa kalktım; vefalı dostum, kemanımı omzuma yasladım. Tedirginliğime mukavemet etmek zor olsa da birkaç denemeden sonra başardım. Şöyle bir doğrulup baktı insanlar. Gülümseyenler vardı, önümden geçerken kendilerince takdir edici sözler söyleyenler, durup izleyenler, yakınımızda oturup müziği dinleyenler… O sırada bir çocuk geldi yanımıza.
“Abla, ben de dinleyebilir miyim?” dedi. Hayret edilesi bir durumdu doğrusu. Herkes dinlerken o gelip bunun için izin istiyordu. Uzun uğraşlar sonucu arkadaşım yanına oturtmayı başardı onu.
Sırt ağrılarıma yenik düşünceye dek çaldım, sonrasında gayri ihtiyarı bıraktım. İlk kez tanımadığım insanların içinde çalmış ve sandığım gibi yüzüme gözüme bulaştırmamıştım. Bu düşüncelerle kemanımı kılıfına koyuyordum ki çocuk “Abla, sen hiç çingene müziği bilmez misin?” dedi. Güldüm, bilmek için önce sevmek gerekirdi. Ben o tarz müzikleri hiç sevmezdim. Tabi ona böyle söylemedim.
Çocukluğun verdiği saf merak duygusunu yatıştırana kadar bizim sözlerimize geçit vermedi Haydar. Kemana dair kafasında ne kadar soru işareti varsa hepsini boca etmişti üzerimize. Soracakları tükenince tanışma fırsatı bulduk. Dilekçiydi Haydar. Küçük tavşanı, Ayşe’siyle, dilek çektiriyordu. Küçük ve biçimsiz tahta, tahtanın oyukları arasında beş bilemedin altı tane katlanmış, renkli kâğıt. Semtin sokaklarını arşınlayıp birkaç kuruş kazanmaya çalışıyordu. Yedinci sınıfa gidiyordu fakat insan buna ihtimal veremiyordu boyuna bakınca. Kardeşi yoktu, annesiyle tek göz evde yaşayıp gidiyordu. Duyduğumda şaşıp kaldım bu duruma, tek çocuklu bir Çingene ailesi? Fakat gerçeğin tokadının suratıma şaklaması uzun sürmedi. İki abisine araba çarpmıştı. Kimse dönüp bakmamıştı. Nihayet birileri müdahale ettiği zaman ise geç kalınmıştı. ‘İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?’ dedim, ‘İnsanlığın olmadığı yerde insan da yoktur, yürüyen cesetler vardır sadece.’ diye yanıtladı iç sesim.
Oluşan havayı dağıtmak için arkadaşım çat diye girdi araya,
“Hayallerinden bahsetsene biraz Haydar.” dedi. “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
“Hayalim yok ki abla.” dedi ve ufacık boyuyla bizi yine şaşırtmayı başardı.
Arkadaşım alınmış gibi yapıp “Yeme beni Haydar, herkesin bir hayali vardır. Yoksa bana söylemek istemiyor musun?” diye mukabele etti söylediklerine.
“Halimiz ortada değil mi abla? Kırılacağını bile bile neden hayal kurayım?” dedi Haydar. Bu yaşta böylesi bir karamsarlığa tepki göstermek işten bile değildi. Sonradan hatırladıkça “teyze öğüdü” olarak nitelendireceğim uzun bir nutka başladım ve ona inandığımı, tüm söylediklerimi başarabilecek bir çocuk olduğunu, gözlerindeki ateşin dünyayıbile yakacak güçte olduğunu söyledim. Ona inandım, gerçekten tüm kalbimle inandım; bugüne kadar kendisine inanılmayan tüm çocukların yaralarına pansuman yaparcasına inandım. Sanki Haydar’ın yaraları iyileşirse onlar da güçlenecekti. Ne kötü kendisine inanılmayan, güvenilmeyen çocuğun hali! Koskoca dünyayı iki kürek kemiğinin arasına oturtmuş gibi!
“Paris!’ dedi ürkek bir ses tonuyla. ‘Paris’e gitmek istiyorum abla. İbrahimoviç orada yaşıyor. Bildin mi o adamı? Heh, işte onu görmek istiyorum. En büyük hayalim bu.”
İbrahimoviç’in kim olduğunu bilmesem de bu yaştaki çocuğun olsa olsa bir futbolcu ya da basketbolcuya böyle düşkün olacağını anlamıştım. Ellerinden tuttum ve kendisini bekleyen hayattan çoktan ümidini kesmiş bu çocuğa Paris’e gideceğine dair söz verdim. Fakat bir şart öne sürdüm elbette: “Derslerine sıkı sıkı sarıl. Oku! Gideceksin, söz veriyorum sana.”
İnanmaz gözlerle bana baksa da inanmış gibi yaptı, kırmadıhevesimi. Fakat gitmesi gerektiğini söyledi. Yanımızda epey kalmış, bu süre zarfında da para kazanamamıştı. Hal böyle olunca, biz de birer dilek çektirdik Ayşe’ye.
Yanımızdan ayrılıp solumuzda oturan çifte dilek çektirmeye gitti Haydar. Arkasından seslendim: “Bundan sonra buralara daha sık geleceğim, beni unutma, tamam mı? Hem belki sana keman çalmayı da öğretirim.”
Dönüp bir öpücük gönderdi. Ben de onu tuttum, kalbime koymuş gibi yaptım.
“Ah benim kara oğlanım, güzel yüreklim! Bilsen nasıl özledim.”
Aylan’ın sesi beni anılarımın sağanağından kurtaran bir şemsiye olup açıldı gönlüme. “Peki, sonra ne oldu abla?” Belli ki böyle bir son onu kesmemişti.
“Hiç.” dedim. “Mezun olana kadar birkaç kez daha karşılaştık. Evine gitmek istedim, ailesiyle tanışmak istedim. Fakat cesaretsizliğim baskın geldi şefkatime. Okul bitince o şehirden ayrıldım, bir daha da Haydar’dan haber alamadım.” Sonra bir şey söylemesine fırsat vermeden yerimden kalktım, resmen kök salmışım sandalyeye. “Hadi bakalım, burada bitirelim.” dedim. “Yoksa yarın için hediye almaya vaktim kalmayacak.”
Küçük dostumla sarıldık, bu sefer kollarını tüm gücüyle sarmıştı boynuma. Perçemlerini düzelttim ve alnına bir öpücük kondurdum.
“Yarın benim doğum günüm Aylan! Aslında ben doğum günlerimi kutlamam. Yine de bana eşlik etmek ister misin? Olur da gelmek istersen öğle sonuna kadar sahilde olacağım. Martıların en kalabalık olduğu tarafta.” dedim. Başıyla evetledi. Kollarımdan ayrıldı, gitmeye koyuldu. Öyle durdum, izledim onu. Aylan mıydı giden, Haydar mı? Gönlümden bir parça kopup gidiyordu sanki. Yürüdü, yürüdü. Derken durdu, bana doğru döndü; “Keşke tuttuğun eli bırakmasaydın abla. Keşke Haydar abiyi bırakmasaydın.” dedi.
Arnavut kaldırımının taşları arasına saplıyordum düşüncelerimi. Yolda yürümüyordum da, yol bende yürüyordu sanki. Aylan’ın son sözlerini kafamda evirip çeviriyor ve her seferinde kabahatli olduğumu görüyordum. Ne çare, iş işten çoktan geçmişti. “Bari yarın için geç olmasın, davran doktor hanım!” dedim ve oyuncakçılara doğru bir hücum başlattım.
Eve geldiğimde pertim çıkmış olsa da içime sinen hediyeleralabilmenin haklı gururunu yaşıyordum. Anneme görünmeden odama giden basamakları ağır ağır çıktım. Fakat nafileydi bu uğraşım. Odanın kapısını açtığımda, yatağımın kenarına tünemiş halde buldum onu.
Birkaç cümleyle savuşturdum annemi, ışığımı kapatıp gitti. Bağırıp çağırmaz, tepkisini böyle gösterirdi. Bu tepki her yıl tekrarlanırdı zaten. Kafayı doğum günü kutlamayışıma takmış fakat bir kez olsun sebebini sormamıştı. Ona göre yaptığım her türlü garabetin tek bir sebebi vardı: Deliliğim. Yalnız annem değil, insanların çoğu böyleydi işte. Bir şeyianlayamayınca deli deyip geçerlerdi. Oysa bence asıl delilik, anlamaya çalışmaktan vazgeçmek!
Pencerenin kenarına oturdum, perdeyi açtım. Dolunay, nurani bir varlık göklerden kopup odama inmişçesine aydınlattı etrafı. Karanlık odam, bambaşka bir çehre kazanmıştı. Bu yeni çehreyi tanımak merakıyla, odama döndüm. Halının desenleri,loş ışık vurunca öyle güzel görünüyordu ki! Gözümle bir seksek çizdim, çocuk bedenimi oynattım üzerinde. Annemin evden çıkmama izin vermediği günlerden birinde bulmuştum bu oyunu. Çocuk demek, oyun demekti. Şimdi, otuz yaşındayken bile koca bir çocuk olduğum düşünülürse hele…
Halıdaki oyunu bitirdikten sonra odanın içinde gezinmeye devam etti gözlerim. Derken aldığım hediyelerin poşetine takıldı. Yanıma aldım ve teker teker oyuncakları poşetten çıkarmaya başladım. Çıkardığım her oyuncağı seviyor, yarın yeni sahipleriyle buluşacaklarını ve onları çok mutlu etmesini söylüyor; üstelik tüm bunları bir ayin kutsallığında yapıyordum. Her oyuncakta Ecrin’i bir kez daha anıyordum.
Çiçeği burnunda bir uzmanlık öğrencisiydim. Yıllardır değişmeyen huyumun azizliğine uğramıştım yine, geç kalmıştım hastaneye. Koşturmaya başlamıştım, ne kadar az geç kalırsam o kadar iyi olur, diye düşünerek. Hastanenin sınırları içerisine girdikten sonra rahatlamış, biraz daha yavaşlamıştım. Ortalık sakindi, demek ki sandığım kadar geç kalmamıştım. Birden yoluma maskeli, paytak paytak yürüyen bir bebek çıktı. Belli ki bizim burada yatmaktaydı. Derken çocuk koşmaya başladı, arkasından da bir kadın. “Ablası.” dedi, “Çok sıkıldı odada, dışarı kaçtı. Bak işte, bak! Hiç duruyor mu yerinde afacan? Hâlbuki koşması yasak!” Annesi bebeğinin peşinden gitti. Ne de olsa Ecrin ikaz dinleyecek yaşta değildi. Ben de onların peşinden gittim, anlamlandıramadığım bir yakınlık hissinin etkisindeydim. Ogün, onların odasına misafir oldum. Sonrasında da bulduğum her fırsatta onlara uğrar olmuştum. Birbirimizi epey tanımıştık bu ziyaretlerde. Hem çok da güzel bir tesadüfü keşfetmiştik böylece: Ecrin’le doğum günümüz aynıydı. O iyileşecek ve beraber doğum günümüzü kutlayacaktık. Bu kadarının gerçekten bir işaret olduğuna, her şeyin çok daha güzel olacağına kanaat getirmiştim nedense. Ta ki doğum günümüzden bir hafta önce Ecrin bir melek oluncaya dek…Sonrasında bir daha doğum günümü kutlamadım işte.
Her yıl bir tane daha fazla oyuncak alıyordum. Çünkü her yıl Ecrin bir yıl daha büyüyordu gönlümde. Kutlayamadığım her doğum gününde bir tane daha çocuğun doğum gününükutluyordum, bu hesaba göre beş tane oyuncak almıştım bu yıl. Yarın beş çocuk gülümseyecekti, beş Ecrin. Bu düşüncelerle uykuya daldım.
Sabah erkenden uyandım, kimseye çaktırmadan evden çıkmalıydım. Alelacele hazırlandım, hediyeleri çantama koydum. Son olarak kitabımı ve kemanımı da alıp kaçarcasına uzaklaştım. Soluğu sahilde aldım. Önce biraz gönlümü tamir edip ruhumu sakin sulara indirmeliydim ki çocuklarla buluştuğumda içimdeki fırtınalar bir de onları vurmasındı. Her yıl yapardım bunu. Önce keman çalar, etrafımdaki dünyadan uzaklaşır; ardından kitaba dalar, içimdeki dünyada kendimle buluşurdum. Sonra da yavaş yavaş durulurdum işte. Fakat oturduğum yerde bunları yapabilmek mümkün değildi. Bir kalabalık vardı az ilerde; en az bir düzine çocuk. Oyun oynamadıkları belliyse de ne yaptıkları anlaşılmıyordu. Kemanımı yerine yerleştirip birkaç metre ilerideki başka bir banka oturdum, daha az gürültü geliyordu en azından. Biraz martıları seyrettikten sonra kitapta kaldığım yeri açtım, okumaya koyuldum. Kendimden kaçmanın, hüznümle başa çıkmanın yegâne yoluydu bu. Her sayfada yeni bir insan olup çıkıyordum. Kitaplara olan tutkum, sahip olduğum en büyük nimetti belki de.
Bir sesle kesildi düşüncelerim, “Abla!” Kafamı kaldırdım, tanıdık gelen bu sesin sahibini çıkarmak için uzun uzun baktım. Zihnime doldu birden hatıralar, tabi ya, nasıl tanıyamadım! “Haydar! Ne kadar da büyümüşsün. Yakışıklı bir delikanlı olmuşsun.” dedim. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse.
“Sana küçük bir sürprizim var abla.” dedi ve kemanımı kutusundan çıkarıp bir uzvuymuşçasına kolaylıkla çalmaya başladı. Şaşkınlığım bir kat daha arttı.
“Ne güzel çalıyorsun Haydar, parmağımı ısıracağım neredeyse! Ne kadar zamandır çalıyorsun, neler yapıyorsun? Hem söyle bakalım, nerelerdesin? Okuyor musun?”
Güldü, “Azıcık sabret abla, hepsini anlatacağım. Ama önce yetişmemiz gereken bir doğum günü partisi var. Geç kalıyoruz.” dedi ve biraz önceki çocuk topluluğunu gösterdi. Dönüp bu sefer dikkatli bir şekilde baktım çocuklara. Hepsi kendi halinde ikili-üçlü küçük gruplar oluşturmuştu, biri hariç. O ise bizi izliyordu. Sanki tamamlanmak için bizi bekliyordu. İnanamadım. Bu… Bu mümkün değildi. Düşüncelerimi sezmiş olacak ki Haydar “Neden mümkün olmasın abla? Ecrin’in doğum gününü kutlayacağız. Sen olmadan başlayamazdık ya.” dedi. Kemanı kucağıma koydu ve hızla çocukların olduğu tarafa doğru koşmaya başladı. Bir yandan da sürekli arkasını dönüp gülüyor, sesleniyordu bana: “Hadi abla! Ne kadar yaşlanmışsın abla. Ohoo, sen ayağa kalkana kadar parti biter.” Dönüp dönüp aynı şeyleri söylüyordu. Fakat ben kalkamıyordum yerimden, bacaklarım bir balçığa saplanıp kalmıştı sanki. “Bekle beni Haydar!” diyordum. “Bekle beni!” Haydar arkasını dönüp sesleniyordu yine, “Abla! Hadi abla!”
Hareket edemiyordum. Yine dönüp sesleniyordu Haydar, “Abla! Hadi abla!” Olmuyordu, çakılıp kalmıştım burada. Derken düşecek gibi oldum, etrafıma bakındım. Aylan yanı başımdaydı, sesleniyordu, “Hadi abla, uyan artık. Abla! Hadi abla!” Güç bela kendime geldim. Kitap okurken uyuyakalmışım meğer. Bir açıklama bekler gibi dönüp uzaktaki çocuk grubuna baktım, doğum günü kutluyor gibi görünmüyorlardı.
Önce kendimi toparladım, ardından eşyalarımı. Artık hediyeleri sahiplerine ulaştırmanın zamanı gelmişti. Çantamı açtım ve ilk hediyeyi vermekten duyduğum kıvançla bir ödül törenindeymiş gibi takdim ettim oyuncaklardan birini Aylan’a. Öylesine mutlu oldu ki, çocuk saflığının bir lütfuydu sanırım bu katışıksız mutluluk. Çünkü yıllardır çevremdeki hiçbir yetişkinin böyle mutlu olduğunu görmemiştim. Oyuncağını sol koltuğunun altına kıstırdı, sağ eliyle de elimi tuttu. Adeta güç veriyordu. Kaldırdı beni ayağa. Evet, günün en önemli kısmı asıl şimdi başlıyordu. “Haydi, Aylan!” dedim, “Başka Ecrinleri bulmanın zamanı şimdi.”
***
Yazarın Son Sözü
Her kurgu, üzerine tutam tutam serpiştirilen hayat gerçeğiyle bulur tadını tuzunu. Ve bizler her ne kadar gerçeklikte yaşıyor olsak da her daim kurgularız hayatımızı. Kurgu ve hayat: Birbirlerinin ayrılmaz parçaları. Tıpkı bu hikâyedeki gibi… Ecrin’le ortak olan doğum günümüzün yani bu hikâyenin yayınlanacağı günün, kurguma konu olması gibi.
Hayat, zaman zaman hepimize karşı adaletsiz olsa da en büyük bedeli her zaman çocuklar ödüyor. Savaşlar, açlık, yoksulluk, hastalıklar, ahlaksızlıklar… En çok onların canını yakıyor. Çocuklar büyüyemeden ölüyor pek çok coğrafyada. Kimi ne uğruna olduğu bilinmeyen kanlı bir savaşta işkence gören annesinin karnında, kimi savaştan kaçmaya çalışan ailesiyle küçücük bir botta, kimi babasının bir anlık cinnet getirmesiyle kendi evinde, kimi apansız bir hastalığın pençesinde, kimi terk edildiği kaderi kabullenişiyle, kimi sımsıkı sarıldığı hayallerinin yerle yeksan edilişiyle… Ölüyor ve öldürülüyor çocuklar. Yalnız madden değil, pek çok zaman da ruhen. Fakat hangi şekilde olursa olsun bir kez ölen çocuk, bir daha geri dönmüyor.
Bugün Ecrin’in doğum günü. Yalnız onun değil, bütün Ecrinlerin ve ben, bugün onların doğum gününü kutlayacağım. Çocukları öldüren bu dünyaya taş atacağım, karşı koyacağım yaktığım yer cürmük kadar olsa da. Ve bu hikâyeyi okuma sabrını gösteren sizlerden de naçizane ricam budur. Saygılarımla
Konuk Yazar: Merve