Bir nevi dünyanın geri kalanından büsbütün dışlanmış; havasından, suyundan bile keder akan şu uçsuz bucaksız bozkırın küçük bir kasabasıydı Boranlı. Burada zaman her yerdekinden daha yavaş, daha ağır akardı, burası son umutların ve beyhude çırpınışların diyarıydı. Romanda bu yalancı sakinlikle örtülü bozkırın buruk misafirleriyle çeşitli şekillerde tanışıyor, onlarla bakıyoruz hayata ve geleceğe …
Yeri geliyor tren rayları arasında yemek arayan ve tek amacı ertesi güne çıkabilmek olan, üzerine hiç düşünmemiş olmasına rağmen sırf yaşamak için yaşayan küçük bir tilki yeri geliyor insanları kuşkulu ve bir o kadar meraklı bakışlarıyla gözetleyen sarı toprakların mavi göğünde süzülüp giden bir çaylak ve bazen haklı olduğunu bile bile kendini sürgün etmeye mecbur olan, ailesinden başka hiçbir serveti olmayan, sırf savaşta esir düştüğü için hain ilan edilen masum bir öğretmen ve bazense devleti uğruna gözünü kırpmadan infaz kararı verebilen, verdiği her kararda göğsü daha da kabaran ve bizim masum öğretmeni ölüme sürükleyen bir savcı oluyoruz. Yeni bir sistemde yeni bir yaşam keşfeden astronotlarla da sarı-özek topraklarının müptelası olmuş Kazangap’la da dost olabiliyoruz. Aynı hayata ve aynı gerçekliğe bakan insanlar ne kadar da farklı şeyler anlıyor gördüklerinden. Görev yaptığı seneler boyunca savcının kendiyle gurur duymadığını kim iddia edebilir, sırf çocukları okusun diye yörenin efsanelerini kaleme alan Abutalip’e hangimiz haksız diyebiliriz? Hepimiz incecik birer ipe benziyoruz; yeri geliyor dolanıyor, düğüm oluyor sonra ansızın birbirinden ayrılıp apayrı taraflara yöneliyor hayatlarımız. Herkes masum olduğuna, haklı olduğuna inanıyor. Anca kocayınca hayatın anlamını bulabilen ozan da onu ağaca zincirleyen ağabeyi de kendi gerçeklerine iman etmekten başka hiçbir şey yapmıyorlar. “Görünüşe bakılırsa hepsi insan! İnsan insana nasıl bu kadar acımasız olur, bu kadar öfke duyar?” Bu cümleyi okurken gözlerimin dolduğunu hissettim. Aklıma Cengiz Aytmatov’un babası ile Abutalip’in benzerliği gelmişti şüphesiz. Bir tren istasyonunun ne ağır şeyler ifade edebileceğini eğer duymak istiyorsa insana ne trajediler fısıldayabileceğini düşündüm bir süre. Küçük bulutun Cengiz Han’a küsmesini anlamıştım ama insanın hayata küsmesinin ağırlığı öyle kolay anlaşılmıyor maalesef ki…
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir… Gider gelirdi
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği
Sarı-özek uzar giderdi (…)
Bazı kaybedişler de anlaşılması böylesine güç bir karanlığa sürüklüyor insanı. Yedigey’in Kazangap’ı Ana Beyit’e gömmek için yaptığı o yolculuk gerçekten de asra bedeldi mesela o yaşlı yürek için. Şu dünyada yaşamış herkes unutamadığı veya tesirinden kurtulamadığı olaylar deneyimlemiştir. Oysa o gün Yedigey için çok daha farklı bir anlam ifade ediyordu. Bir asra bedel olan o gün Sarı-Özek topraklarının başından geçmiş onca hazin olayın yalnızca birkaç tanesini anımsamıştı Yedigey, daha çoğunu ancak Tengri bilirdi. Anımsadıkları bile yetmişti Yedigey’in bunları tekrar tekrar yaşaması ve sonunda acılar bataklığına saplanmasına. Bir bakıyorsunuz Nayman Ana ile oğlu için ağıt yakıyor bir bakıyorsunuz savaşta esir düşüyor, bir anda yüreği yanık bir ozan oluveriyordu. Aral Denizi’nde Altın Mekre için olta salladığı o günlere de Kazangap’la kar kazıdığı soğuk kışa da aynı kudretli duyguyla “özlemle” bakıyordu. Zaten şu dünyada özlem kadar yakıcı başka bir duygu daha var mıdır?
Efsaneyle bilim kurgunun sınırlarında gezinen ama Aytmatov’un eşsiz dilinden mütevellit asla inandırıcılığını yitirmeyen ve pek çok olguyu satır aralarında yeren müthiş bir romandı Gün Olur Asra Bedel. Orman – göğüslüler de Raymanlı Aga da aynı şeyi anlatmaya çalışıyor bizlere: “bizi”. Sanırım bize bizi anlatmasından kaynaklanıyor bu romanın harikuladeliği…
Birbirimizden tamamıyla farklı olmamıza rağmen zaaflarımız öylesine benzer ki. Sırf düşündüğü için insanları öldüren devlet de başı belaya girmesin diye başkalarının ölümüne sebep olan istasyon görevlisi de biziz. Yine de birbirimizden öylesine bihaber öylesine uzağız ki… Kimileri bir bankta kocasının ve yitip giden umutlarının ardından gözyaşı dökerken kimileri Stalin’in ölümü dolayısıyla yas tutuyor, sokağın başında iki genç kahkahalarla yürüyor ve birbirlerine bu kadar yakın olmalarına rağmen birbirlerinin farkında olmadan geçip gidiyorlar. Sanıyorum ki bizi diğer insanlara uzak kılan şey metrelerle yahut kilometrelerle adlandırılamaz ve sanırım henüz onu ölçebilecek seviyeye gelemedik çünkü bu uzaklık kalplerimiz arasında…
“Şeytanla en kolay anlaşabilen yaratık” yani insanoğlu benliğindeki buhranlarla, onu meşgul eden sayısız soruyla ve çelişkiyle ne kadar da uzaklaştı kendinden.
Yedigey’inki gibi bir içe dönüşe ihtiyacımız var çünkü bir bozkırda yaşamasak bile hepimiz aynı aya bakıyoruz, hepimiz benzer umutlarla uyanıyoruz ve muhtemelen Gün Olur Asra Bedel’i okuduğumuzda hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz: “Bu roman tüyler ürperten bir haykırış, insanlara kendilerini anlatan eşsiz bir yapıt.”
Konuk Yazar: SENA KAĞNICI
Çok güzel bir kitap eleştirisi , başka kitap eleştirilerinizi de bekliyorum , tebrik ederim
Çok güzel bir yazı kaleme almışsınız. BAŞARILAR DİLİYORUM
Tebrik ederim, usta işi bir yazı olmuş. Yorumlanarak, değerlendirilerek okunan bir eser yeniden yazılmış gibi, biz yazmışız gibi değer kazanır.