Dünyanın karmakarışık bir dönemden geçtiği bu günlerde siyasetten dem vurulmasa olmaz. Bir taraftan İsrail’in Filistin’e olan zulmü devam ediyorken diğer taraftan Ukrayna ve Rusya savaşını tartışan Trump ve Zelenski’nin televizyonda bir laf dalaşına girdiğini görüyorsunuz. Bu olaylar tüm dünyada baskıcı rejimleri güçlendirmekle birlikte bireylerin siyasetten bıkmasına ve daha da soğumasına yol açıyor. Bu arada Türkiye’de de siyasi kriz ve gündem hızla akarak sorunları çözmeden siyasetin bilinçaltı çöplüğüne atmaya devam ediyor.
Başlamadan evvel, heretik ne demek?
Başlıktaki heretik kelimesini biraz açmak gerekiyor. Heretik veya zındık, kabul edilen ana dini görüşten çıkıp “sapkın” olan insanları tanımlamak için kullanılan bir tabirdir. Bazen heretik kelimesi ortodoks (ana akım) dini düşünceden farklı yorumlara sahip heterodoks kesimleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Ancak ortodoks-heterodoks daha sade bir anlam sunuyor iken heretik kelimesi daha çok ortodoks görüşe sahip kimselerin heterodoks kişileri aşağılamak veya aforoz etmek için kullandığı bir hakaret olarak kullanılagelmiştir. Örneğin Protestanlığın kurucusu Martin Luther, 16. yüzyılda papa tarafından heretik ilan edilmişti. Aynı papalıkta olduğu gibi tarihte başkalarını aforoz ve heretik ilan edebilmek büyük bir siyasi güç olarak karşımıza çıkar. Örneğin Osmanlı tarafından kızılbaşlar zındık kabul edilip cezalandırılmışlardı. Sokrates heretik ilan edilip baldıran zehri içecek, Galileo ise zındık olup ömrünü ev hapsinde geçirecekti (ama “yine de dönüyor”). Ancak diğer taraftan heretik veya heterodoks tabirleri kalıplaşmış yanlışları kabullenmeyen veya yeni düşünceler üretebilen insanlara yönelik din dışı bir anlamda da kullanılmaktadır. Bu tabiri başlıkta kullanmamın sebebi, Türkiye’deki fikir ve söylem fakirliğini vurgulamak içindir. Kalıplaşmış birkaç düşünce ve akım içerisine hapsolmuş bir ülkede hetordoks fikirlere ihtiyacımız olduğunu görmek gerekiyor. Bu arada, heretik kelimesinin güncel bir laik versiyonu da var: hain…
İnsanımızın canı neden ucuz?
Gazeteciler veya hatipler çoğu zaman Türk milletinin hafızasından dem vurur. Türk vatandaşları olayları yakalamayı beceremez ve gerçekleşen olaylar çok kısa sürede unutularak aynı hataların tekrarlanmasına yol açar. Ben bunun eksik bir durum tespiti olduğunu düşünüyorum. Zira Türkiye’de yaşanan krizlerin fazlalığı ve hızından dolayı insanımız ayrıntıları yakalamakta güçlük çekiyor ve bir yerden sonra krizlerin çokluğu krizlerin kendisini önemsizleştiriyor. Örneğin Bolu’da gerçekleşen yangının üzerinden yaklaşık 2 ay geçti ve 78 adet vatandaşımız öldü, ancak şuanda kimse bunu konuşmuyor. O tarihten bugüne yaşanan farkında olunan veya olunmayan yüzlerce krizi göz önüne aldığımızda Bolu’daki yangının toplum tarafından unutuluyor olması daha kolay okunabilir. Vatandaşımızın canına bir şey olduğunda ancak günün haberi olabiliyor, ancak sürekli akan olumsuz gündem içerisinde bir tepkiyle veya çözümle karşılaşamıyor.
Kavramların içi boşalınca ne oluyor? Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisine bir Türk dokunuşu
Siyasetimizin son 20 yılda toplum hafızasına yaptığı en büyük zarar, kavramların içini boşaltması olmuştur. Eskiden siyasi bir anlam taşıyan olgular artık genelleşerek anlamını yitirdi. Bunu bir toplumda herkes kör ise körlüğün normalleşmesi gibi düşünebilirsiniz. Bu epidemiyoloji çalışmalarında da böyledir. Tanımladığımız hastalık tanı kriterlerinin bazıları toplumun “normal” değerlerinin dışında olan değerleri hastalık kabul eder. Örneğin bir bebeğin kilosunun normal veya anormal olduğu toplumdaki bebeklerin ağırlık ortalamasından ne kadar saptığıyla ilgilidir. Yahut şeker hastalığının tanısını koyarken yapılan kan şekeri testinin değer aralığı da aynı şekilde belirlenmiştir. Bu bakımdan, eğer toplumun %95’i üç kulağa sahip olsaydı, epidemiyolojik olarak iki kulağa sahip olmak bir anomali olacaktı.
Bunu kullanılan dile de uygulamak mümkün. Bir aşağılayıcı veya yüceltici kavramı herkese atfettiğinizde normal/anormal dengesini istatistiksel olarak bozarak kavramların içini boşaltmış oluyorsunuz. İşte günümüz siyasetinde gerçekleşen de bu. Benim favorim olan “hain” kavramı bunun en güzel örneklerinden bir tanesi. Bu kavram günümüzde toplumun tüm kesimlerine yönelik kullanılıyor ve artık pek bir anlam ifade etmiyor. Sizi bir deneye davet ediyorum: akşam kuşağında televizyonunuzdan bir siyasi tartışma programı açarak kronometreyi başlatın ve ilk “hain” kelimesini duyana kadar devam edin. Geçen sürenin çok olmadığını gördüğünüzde pek de şaşırmayacaksınız. İzahı olmayan şeyin mizahı olur diyerek biraz daha vitesi arttıralım ve Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisini Türkiye’ye uyarlayalım.
Kutsal siyasi kültlere uymak topluma büyük bir rahatlık sunuyor
Sanılanın aksine, Türk toplumu siyasi gelişmelere, yeniliklere ve geleceğe dönük olmaya oldukça açık. Osmanlı’dan bu yana kurumlar ve Cumhuriyet’in modern işleyişi bizi bölgedeki diğer ülkelerden ayıran en önemli unsurlardan bir tanesi. Ancak birçok insanın kaçırdığı nokta şu: biz siyasi gelişmelere veya yeniliklere karşı değiliz ancak bunun kimden geldiğiyle ilgileniyoruz. Hatta çok katı görünen siyasi çizgilerimiz aslında hiç de göründüğü gibi katı değil. Özetle, bir söylemin veya olayın kendisi değil onu kimin söylediği toplumun zihninde “doğru” veya “yanlış” sinyalini yakıyor. Siyasetçi eğer toplumun siyasi kültlerine uygun ise söyledikleri “bu kişi yanlış söyleyemez” mantığı ile tartışılmadan kabul ediliyor. Bu yüzden muhalefet söylediğinde topa tutuldukları şeyi iktidar söylediğinde toplumun geneli (daha da komiği muhalefet dahil olmak üzere) kabul edebiliyor. Bu ise bizi içeriği düşünülmeyen ve tartışılmayan yapay bir zemine sürükleyip yalnızca kişileri tartıştığımız bir siyaset gündemi oluşturuyor.
Soğumak derken?
Uzun yıllardır siyaseti takip eden birisi olarak Türkiye’de siyasetten soğuma eşiği diye bir şey olduğunu söylemeliyim. Hızla akan gündem içerisindeki mantıksız ve olumsuz olaylar bir yerden sonra sizi sıradan bir vatandaş olarak soğumaya veya umutsuzluğa sürükleyebiliyor. Bu anlaşılabilir bir tepki. Bundan dolayı uzun bir süredir Türk siyasetine bir vakıa olarak bakıyorum. Olayların nasıl olması gerektiğiyle değil neden veya nasıl olduğuyla ilgileniyorum. Ancak burada saf bir fenomenolojiden ziyade siyasi olayların kolektif bilinç (veya C. G. Jung’un tabiriyle bilinçdışı) ile nasıl bir bağlantısı olduğunu düşünmek oldukça önemli. Bu sayede kendi ilgi alanım olan psikolojiyi siyasete uyarlamak ve okuyabilmek de oldukça eğlenceli ve kolay oluyor…