İktidarsız olduğu iddiasıyla kendisine boşanma davası açan eşini çok seven Karol mahkemeden umduğunu bulamamıştı. Bir şans daha istediği biten evliliğinde sonu gelen başka şeyler de vardı. Karısıyla birlikte ortak olduğu güzellik salonunu da yitirmiş ve beş parasız kalmıştı. Kendi başlattığı son bir defa daha bir araya gelme girişimi de sonuçsuz kalmış, üstelik polisi de peşine takmıştı. Boşanmanın ertesi günü sabah karısı dükkana gelip de Karol’un gece gizlice içeri girip kanepede sabahladığını görünce salonun perdelerini çakmağıyla tutuşturarak şimdi başının belada olduğunu, Paris polisinin ona inanmak yerine kendisine inanacağını söyleyip tereddütsüz bavulunu kapıp kaçmasına neden olmuştu. Bir pasajın içinde kalabalıklar arasından bavulunu sürükleyerek yürüyordu. Derken görmüş olduğu bir şey onu dalgınlığından çekip aldı. Ağır ağır vitrine yaklaştı. Camın gerisinde genç bir kadın yontusu vardı. Daha iyi görebilmek için diğer yana geçip saplantı derecesinde tutkulu bakışlarla baktı. Öyle ki yoldan geçen biri yanlışlıkla omzuna çarpıp onu sendelettiğinde bile umursamayıp gözlerini yontudan ayırmamıştı.*
Kayıtsız bir şekilde ekrana bakarken yontuyla ilgili sahneye gelindiğinde dikkati birden filme yöneldi. Bugüne kadar izlediği diğer filmlere benzemiyordu. Fakat yontu meselesi ilginç gelmişti. Sonuna değin izlemiş olsa da pek bir şey anlamadı. Kadın cezaevindeyken adam niçin gecenin karanlığında avluya onu görmeye gelmişti. Parmaklıkların gerisindeki karısına opera dürbünü ile bakıp niye gözleri yaşlarla dolmuştu. Bunun gibi yanıtını bulamadığı pek çok soru vardı.
Genç adam otuzuna yeni basmıştı. Daha iyi bir hayat uğruna ailesiyle birlikte henüz çocuk denilebilecek bir yaştayken İstanbul’a göç etmişlerdi. Hiçbir şey umdukları gibi gitmediyse de bunu geri dönüş için bir neden olarak da görmediler. Ne var ki köy yaşamının sade, sessizliğin horoz ötüşleriyle kesildiği, çitlerin çektiği sınırların kesinlediği güven duygusuna özlem geride her zaman kaldı. Babasının deyişiyle “büyük şehrin” varoşlarında bir gecekondu mahallesinde oturuyorlardı. Diğer bütün ailelerde kendileri gibi kırsal kesimden gelip yerleşmişlerdi. Öğrenimine kötü hayat koşulları yüzünden devam edemeyip ilkokuldan sonra bırakmıştı. Çırak olarak verildiği çay ocağında çalıştı. Kazancına babası el koyar ona da cüzi bir harçlık verirdi. Daha sonra başka işlerde de bulundu. İkinci bir çift ayakkabısı olmadan geçen çocukluğunu yoksunluklarla çevrili gençlik dönemi izledi. Çalışmayla geçen haftanın altı günü bitip de pazar tatili geldiğinde ne yapacağını bilemez bir durumda günü geçirirdi. Bazen eğlencenin kalbinin attığı şehrin semtlerine gider, sonra hayal kırıklığı içinde eve geri dönerdi. Kafeler, barla , tiyatro önleri, pasajlar, deniz kıyıları, ağaçlık alanlar ondaki eksik bir şeyi şiddetle açığa vurur, kendinden kaçar gibi kaçıp gitme isteği duyardı. Ve sonra minibüsten indiğinde dünyanın kendine ait olduğu yere varmış gibi olurdu. Kesinlikle eksiksiz bir mutluluk değildi. Daha çok altüst olan benliğindeki duygusal gerilimi yatıştıran bir çeşit uyuşturucuydu. Sıvasız birbirinin aynı derme çatma evler, ancak kahvelerde sosyalleşmenin sağlanabildiği hoyrat bağnaz düşüncenin pençesinde kaldırımsız uzayıp giden yollarda, kişi içine dönmeyip ne yapabilirdi ki başka.
Trafiğin yoğun olduğu saatlerde köprüye giden yola çıkıyor su, simit mevsimine göre muz, elma ya da romantik sevgililer için çiçek, akla ne gelirse satıyordu. Akşamları bazen kahveye uğrardı. Oyun oynayanları izler sonra sessizce ayrılırdı. Televizyonda komedi izlemeyi seviyordu. Haftada üç dört dizi takip ediyordu. Bu akşam da kahveye şöyle bir uğramıştı. Sonra eve gelip odasına girdi. İkinci el piyasasından aldığı televizyonunu açtığında şansına güldürü programı çıkmıştı. Kısa kısa hikayeler şovun ses bandından yükselen gülme ve alkış sesleri ile kesiliyordu. Yatağında uzanmış kayıtsız bir şekilde izledi. Derken televizyon karşısında uyuyakaldı. Gece geç saatte odasında televizyonun ışığını gören annesi kapıyı açtığında oğlunun uyuyakalmış olduğunu gördü. Televizyonu kapadı. Oğlunun üstünü örttü.
Ertesi gün sabah simitlerin hepsini sattıktan sonra canı biraz dolaşmak istedi. Ayakları Üsküdar’a iskele boyuna götürdü. Yol boyu yürüdü. Herkes işinde gücündeydi. Derken kütüphanenin girişinden bir kızın çıktığını gördü. Yalnız başınaydı. Kızın ardı sıra yürüdü. Kız sonra iskelenin oradaki büfenin önünde durdu. Sarsak bir şekilde o da gerisinde duraksayarak boş beleş bakındı. Kız adını daha önce duymadığı bir dergiyi çantasına atıp oradan uzaklaştı. Toplu taşıma araçlarında kullandığı biletine yükleme yapmak için otomata yöneldi. Otomatın orada kız kendisini fark etti. Sonra Salacak tarafına yöneldiğinde bir kez daha baktı uyarırcasına. Tekrar kütüphanenin oraya geldiğinde kendisini bekleyen erkek arkadaşına doğru atıldı. Sarılıp kol kola yürümelerine devam ederken kız ardından gelip gelmiyor mu diye son bir kez daha baktı umursamaz. Böyleydi günlük yaşamın beklenmedik darbeleri. Hiçbir tanışıklığın olmadığı dahası kız ona hiçbir şey borçlu değilken bile herkes kendi yaşamasında olduğu halde kendini kızın dünyasından dışlanmış hakarete uğramışçasına kırgın, kolayca yaralanabiliyordu.
Geçenlerde izlemiş olduğu filmdeki yontu geldi aklına. Çarşılara yolu düştükçe ona benzer bir yontu arandı. Hoş bulsa ne yapacaktı ki cebinde satın alacak kadar parası olmadıktan sonra. Ama hiçbir yerde ona benzer bir şey bulamadı. Bulup bulabildiği yalnızca ufacık bir bibloydu. Bir gün rastlayacağı düşüncesiyle küçümsemeyle bibloya baktı.
Pazar günü öğleye kadar uyudu. İstirahatte olduğu haftanın tek gününün yarısından fazlasını uykuda geçiriyordu. Bu durum babasının da dikkatini çekmiş, bir gün annesine fısıltıyla söylerken işitmişti. Kahvaltıdan sonra dışarı çıktı. Kahvede konfeksiyoncuları gördü. Her zamanki gibi kafa kafaya vermişler, makara yapıyorlardı. Epeydir onları görüyor, her defasında uzaktan geçiyordu .İlkokulda okurken bu üçü yan sınıftaydılar. Sohbetlerine katılmak istedi. Selam verip masaya davetsiz oturduğunda onu sıcak karşılasalar da çevirdikleri makara yerini içtenlikten uzak bir havaya bıraktı. Yatıya gelen bir Tanrı misafiri için hemencecik bir çarşaf açar gibi lüzumsuz bir konuyu iki ucundan tutup açtılar. Derken ardından üç fırt sigara içimi süresi boyunca kuru bir sessizlik baş gösterdi. Açık olan televizyon imdada yetişti. Bir skeç oynuyordu. Görünmeyen seyirci kitlesinin kahkahaları karşısında dördü de bir zaman mimiksiz donuk bakakaldılar. Varlığıyla yük bindirdiğinin farkında olduğundan değil de suskunluktan canı sıkıldı. Bir işi olduğunu uydurup yanlarından ayrıldı.
İşte yine yalnız kalmıştı. Bindiği minibüs E-5 kara yoluna gelince oradan metroya aktarma yaptı. Saat dördü geçiyordu. Bir şey yapmak için geç sayılabilecek bir zamandı. Ama onun yapacak bir şeyi olmadığından hava hoştu. Bulunduğu kompartımanda boş yer yok gibiydi. Pencerenin karanlığa uzanan derinliğine yansıyan üç koltuk ötesindeki kızı süzüyordu. Bir istasyon sonra yanındaki yaşlı adam inip yerine çok hoş bir kız oturdu. Metro hızlandıkça bedenler daha fazla eylemsizlik ilkesine karşı gelemeyip kuvvetin tersi yönüne doğru savruluyordu. Her seferinde ciğerlerine kadar çektiği baş döndürücü bir parfüm kokusu yayılıyordu kızdan. Dizleri birbirine bitişik sakınımlıydı. Yanlışlık belki de başka şeylerde aranabilirdi. Parfümün dalgalandığı sarışın saçlarındaydı ya da biçemin kendisiydi, o gereğinden fazla sakınımdı kim bilir. Belki de ona her zamankinden daha hızlı gittiği sanısı uyandıran metroydu işi karıştıran. Her ivmede sakınımlı duran dizlere doğru fazladan bir salınım, ufak dokunuşlarda gövdenin platonik tutuştuğunu diğer gövdenin anlamasıydı. Derken kızın ayağa kalkıp diğer kompartımana yürümesi komediye son verdi. Maden ocakları üzerine ufacık bir fikir veren makasa girildiğinde bırakılan ray hattı ve bir diğerinin bulunduğu o geniş kulvarda dikkatli bir bakışla fark edilen gizemli bölmeler yerin altında başka bir hayatın olduğuna inandırır. Hades’in mümkün olduğuna ve peronun beyaz aydınlığında bile ruhunun oraya ait olduğuna inanıp bir kez daha kahrolmak. Evet mümkündü bunlar.
Merdivenler onu yukarıdaki aydınlığa çıkardığında geride bırakamadığı Hades’in karanlığını bir lanet gibi yüzünde taşıyordu. Ufka doğru alçalan güneşin etkisiyle sokaklar uzayan gölgelerle bölünmüştü. Hareketleri edilgindi. İnsan seline karışarak kendini akışa bıraktı. Kıyıya bağlı ufak teknelerin önünden geçip sahile çıktı. Kısa kış gününün etkisiyle dışarıdaki insan kalabalığı azalmış olsa da yine de hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Kalın paltosunun altında orta yaşlarda bir adam milleti başına toplamış anlatıyordu. Merak edip başını uzattı.
“Gel abiciiiim” diyordu “kutuların üçünü de deviren kazanıyor.”
Üç tane boş meyve suyu teneke kutusu bir üçgen oluşturacak şekilde yere dizilmişti. Tüm mesele topu iki metreden yuvarlayıp üçünü de devirmekten ibaretti. İşe kolay gözüyle bakan birkaç kişinin üç dört denemede en fazla ikisini devirmesini izledi. Meraklısı boldu .Sıkıldı sonra .Ayrılarak kıyı boyunca yürüdü. Zaman ilerlemişti. Az önce gökyüzünü saran kızıl renklerin yerini şimdi koyu bir karanlık almıştı. Ansızın kapılar açılmışçasına boşalmıştı sokaklar. Burna geldiğinde kıyıdan sapıp merdivenlerden yukarı çıktı. Çay bahçesi bomboştu. Çişi gelmişti. Bahçenin girişindeki tuvalete girdi. Pisuvarın önünde fermuarını çektikten sonra bile bir zaman başını kaldırdığı duvara bakmayı sürdürdü. Kirli sarı rengin yüzeyi boyunca yazılmış karalamaları okudu. Aralık bacaklarıyla uzanmış bir kadın çizimini inceledi. Kenarına yazılan yazıyla gövdeye doğru çıkan ok kışkırtıcıydı.
Boş masalara göz gezdirip bahçeden çıktı. Aşağı tarafa, Kurbalığıdere yönüne indi. Parkın yanındaki dere kenarından yürüdü. Caddeye geldi. Tek tük araba geçiyordu. Derken beklenmedik bir anda karşısında onu gördü. Pazar gecesinin yitik hüznü içinde kendisine gülümsüyordu. Uzattığı parmağıyla bir şeyi işaret eden komik bir çocuk yontusu. Koşarak gidip sarıldı.
Hakimin karşısında “Bekar. İlkokuldan terk. Çiçek, simit satar.” diye kendini tanıtarak devam etti. ”Yürürken bu heykeli gördüm. Bana gülümsüyordu. Koşarak gidip sarıldım. İçimden bir ses “al bunu eve götür” dedi. Ayaklarını kırdıktan sonra hiçbir şeye sarmadan metro ile onu evime götürdüm. Benim hiç arkadaşım yoktu. Onun için aldım.”
*Krzystof Kieslowski – Üç Renk: Beyaz filmi.
Resim: Edward Munch – Akşam. Melankoli
Yazar: Serkan TAŞAN
Bu yazı, Evde Kal Türkiye Parlak Jurnal Yazı Yarışmasında 6. olmuştur.