“İnsan, kendini yaşadığı yere ait hissetmiyorsa; gökyüzünü de görüyor olsa, kuşların cıvıltısını da duyuyor olsa özgür değildir. Ama artık esaretimin sonu gelmişti. Yıllardır aradığım bileti bulmuş. Bana göre köhneleşmiş, ruhları esarete alışmış insanların yanından uzaklaşma fırsatını yakalamıştım. Ama büyük demir kütlelerini, iki ince rayda taşıyanların hesap edemedikleri şeyler vardı. Ve insan, -ki bu kaderin bir cilvesi olsa gerek- en çok kurtulmak istediği duyguya esirdi.
Tren iki, üç gün sonra istasyonda olacaktı. Yaklaşık bir haftadır her gün gideceğim günün provasını yapıyor, bir aksilik olmasın diye çantamı her gün yeniden hazırlıyordum. Bugün de sabah erkenden kalkmış. Giyinmiş, kendime mütevazı bir kahvaltı hazırlayıp gökyüzünü seyretmeye koyulmuştum. Bulutların şekillerinden gideceğim yerin hava durumunu tahmin etmeye çalışıyordum. Gideceğim yerin –oradan gelenlerin anlattıklarına göre- buradan çok daha güzel olduğunu biliyordum. Oradan gelenlere inanmak zorundaydım. Zira en güvenilir kaynak onlardı.
Ben vakitlice kalkmanın ve hazırlanmanın rahatlığıyla otururken, bir yumruk kapımı ısrarla çalmaya başladı. Çevresi ile çok fazla iletişim halinde olmayan birisi olduğum için bu heyecanlı yumrukların sesi beni hızla kapıya yönlendirmeye yetmişti. Gelen kapıcı Veysel Efendi’ydi. Kapıyı açmamla birlikte ışığa kavuşan göz bebekleri küçülmüş. Kapıcı Veysel Efendi’nin yaşlı bedeni karşımda tüm gerçekliği ile belirmişti. Nefes alışlarından, duruşundan, büyümüş burun deliklerinden; merdivenleri ışığı açmaya bile yetmeyecek kısa bir zamanda çıktığını anlamıştım. Kapıyı açmamla birlikte soluk soluğa anlatmaya başladı.
-Mümtaz Bey size çok kötü haberlerim var. Kimseciklerin haberi olmamalı. Kimseler duymamalı! Aşağıdaki elektrik panolarının önünde bir adam yatıyor. Korkumdan neyi var diye bile bakamadım. Koşarak size geldim. Allah, Muhammet aşkına bir bakıverelim beraber. Gözünüzün çapağına kurban olayım!
Veysel Efendi belli ki hayli korkmuştu. Bunu sadece hal ve hareketlerinden değil. Bana gelişinden bile anladım. Korku ve açlık düşmanları barıştırır, dostları dövüştürür cinsten büyük dehşetli şeylerdi. Bunları düşünürken bir yandan da evde duran şarjlı spotu yanıma alıp Veysel Efendi ile elektrik dairesinin yolunu tuttum.
Aşağı indiğimde bir koku boğazıma boya kokusu gibi yapıştı. İnsana rengini veren, tene rengini veren kan da bir çeşit boya değil miydi? Aldığım kokunun kan kokusu olduğunu anladım. Spot lambayı yerde yatan 1.70 boylarında, siyah ceket altına kadife pantolon giymiş adamın üzerinde gezdirdim. Eğildim nabzına baktım. Cildinin soğukluğu hayatta olmasına imkan vermeyecek cinstendi. Katılaşmış bileklerine rağmen nabzını kontrol ettim. Ve ölü görmekten ziyade; ölü görünümlü bir diri görmenin heyecanı sirayet etti bana… Veysel Efendi geldiğinde dediklerini çok sakin karşılamış. Şalteri attığı için elektrik panosuna inen bir apartman sakininin geçen ay yaşanan bir kazaya benzer bir elektrik çarpması sonucu hakkın rahmetine kavuştuğunu düşünmüştüm. Ama durum çok farklıydı. Bedeni sabah ışığı gibi sütbeyaz kesilmiş, katılaşmış kolları ağırlaşmış, kilitlenmiş parmaklarına rağmen adamın nabzı atıyordu.
Hızla eve koştum. Ev telefonundan ambulansı aradım. Ellerinde pek fazla ambulans olmadığı için yaşayıp yaşamadığından emin olmadan ambulans gönderemeyeceklerini, eğer hayatta kalma şansı az ise bir cenaze arabasını hiç bekletmeden rahatlıkla yollayabileceklerini söylediler. Gün içinde belki benim gibi yüzlerce kişiyle konuşan sekreter, konuşmamdan kararsız kaldığımı anladı. Ve, ölü görünümlü diri hastayı, benden tarif etmemi istedi. Dediğim her şey aşağı katta, elektrik panosunda yatan adamın aleyhine gidiyordu. Bu gidişle ne ambulans ne cenaze arabası göndereceklerdi. Ben de bunu anlayarak bir çözüm olduğunu düşünerek (ki o an çok mantıklı görünmüştü) ikinci bir hastanın varlığından bahsettim. Hızlı hızlı nefes alan hastanın, üstünün kanlar içinde olduğundan, her nefes alışında çocuklarım diye söylendiğinden, yaşamak istediğinden ve eğer bir ambulans gönderebilirlerse hayatta kalma ihtimalinin yüksek olduğundan bahsettim. Söylediğim son ayrıntılarla onları ikna etmeyi başarmıştım. Ambulans göndereceklerdi.
Tekrar elektrik panosuna indim. Yerde yatan adamın son durumunu anlamak için tekrar nabzını kontrol ettim. Atmıyordu. Ölmüş olamazdı. Ölmüş olamazdı. Bir insanın ölmüş olmasından ziyade bir ambulansın ölmüş birini almaya geleceğini ve ambulans geldiğinde adam öldüğü için başıma gelecekleri düşündüm. On kişiye bir tane düşen ekmek, bin kişiye bir tane düşen çikolata, bir milyon kişiye bir tane ambulansın olduğu memleketimde, ambulansı ve içindeki insanları meşgul ettiğim için bunun bedelini ödeyecektim.
Halbuki birkaç gün sonra gelecek bir trenim. Beni bekleyen bir şehir vardı. Ambulansı gereksiz yere çağırmanın bedelini her gün çevremdeki insanlardan işitiyor. En azından temiz 3 ay içerde kalacağımı düşünüyordum. Ama bu olamazdı. Ya zor bela bulduğum tren bileti ne olacaktı? Her insan hayatında bir kere trene binerdi. Ve ben bu fırsatı yıllardır köşe bucak aramıştım. Ve trene binenlerin hayatlarında bir daha trene binmemesi için kollarına basılan mühür yüzünden bir daha trene binemediklerini de biliyordum. Benim mührüm ise bir hafta kala çoktan basılmıştı koluma. Ya o trene binecektim ya da mutsuz olduğum insanlar arasında, sonsuza dek burada hapis hayatı yaşayacaktım. Yürüyerek ya da başka bir vasıta ile de gidemezdim. Çarpık kentleşmeyi ve gereksiz göçü engellemeye çalışan hükümet yetkilileri, şehirlerin tren dışında insan alış verişini yasaklamıştı. Ne gidenler geri dönebiliyor ne gelenler geri gidebiliyordu. Başka şehirleri o şehirden gelenler kadar biliyorduk sadece. Daha fazla bilgi ne verilirdi ne de aranarak bulunabilirdi. Özgürlük bir yerde kalmak mıydı yoksa bir yere gidebilmek miydi? Peki, gitmekle kurtulabilir miydi insanlar esaretten? Gittiğimiz yer de özgür kalabilecek miydik? Yıllardır düşündüğüm bu soruları bırakıp derhal içinde bulunduğum duruma bir çözüm bulmalıydım.
Tüm yaşananları hızlıca düşünüp bir karara varmam gerekti. Hayatımda bir kere trene binme fırsatım vardı. Başka çarem yoktu. O an aklıma çok mantılı görünen ve şu an ne kadar yanlış yapmışım diyeceğim kararımı verdim. Evden büyükçe bir ekmek bıçağı alıp, iç organlarıma değmeyecek şekilde Veysel Efendi’den beni yaralamasını istedim. Yerde yatan adam görünce korkudan deliye dönen Veysel Efendi, bu isteğime cevabını kaçarak verdi. Ve daha açıklamama fırsat bile kalmadan koşarak apartmandan çıktı.
Başka çarem yoktu. Mecburen kendi kendimi yaralayacaktım. Bıçağı kolonya ile iyice temizledim. Ağzıma büyükçe bir bez parçası aldım. Bu yaptığımın çok yanlış olduğunu biliyor, her şeyi yapmak zorunda olduğumu düşündüğüm için yapıyordum. Çekeceğim acının, mazoşist kaynaklı bir sapkınlık olmadığını biliyor, özgürlüğümün bedeli olarak düşünüyordum. Vücudumda, ambulans çağırmaya yetecek kadar, insanı aciz gösteren yaralar açtım. Ağlamak ve bağırmak için rol yapmama gerek dahi yoktu. Çünkü kesikler bir hayli canımı yakıyordu. Açtığım yaraların bir iki ay içinde gittiğim yerde iyileşeceğine emindim. Hem de üstelik gelecek ambulans bana ilk müdahaleyi yapacak, belki de üç dört haftaya hemencecik toparlayacaktım.
Aradan ne kadar geçti bilmiyorum. Ayaklarım, burnum üşümeye başlamıştı. Üstüme bir halsizlik çökmüştü. Tüm bunlara rağmen ambulans hala gelmemişti. Bu işin böyle olmayacağını, tekrar ambulans için aramam gerektiğini düşündüm. Ama bırakın ambulans çağırmayı, yardım isteyecek, imdat diye bağıracak gücüm bile yoktu.
Kısa kısa kesilen nefesim, ara ara bastıran uykuya rağmen uyumamam gerektiğini biliyordum. Tüm bunlarla birlikte kalbim bir kuşun kalbi gibi hızla çarpıyordu. Ara ara kararan gözlerim bana epey bir vakit geçtiğini anlatıyordu. Ambulansın hiç gelmeyeceğini, bana aslında hiç inanmadıklarını ilk kez o anda düşünmeye başladım. Sadece bu düşünce bile beni kahretmeye yeterdi. O an kalan son gücümle yaşadığım şeyleri size anlatmaya karar verdim. Bir kişi daha böyle ölmesin diye… İşte dostlarım kalan son gücümle, parmaklarımdan sızan kanlarının ıslattığı bu kağıda yazdım yaşadıklarımı. Siz bu mektubu okuyorsanız, sanıyorum ki ben size, asla dönemeyeceğim bir trene binip gittiğim yerden bakıyor olacağım. Özgürlüğün, insanın hayatında bir kez eline geçen, bir tren bileti kadar ucuz olmadığını biliyorum. Özgürlük çok daha değerli. Özgürlük çok daha önemli zannediyorum. Ve üzerine yemin ettiğiniz tüm şeyler üzerine yemin ederim ki, gerçek özgürlük bir yerlere gidebilmek yahut bir yerde istediğin kadar kalabilmek değildir. Gerçek özgürlük; vicdanını yitirmeden yaşamayabilmek ve ölmekten asla korkmadan, içindeki iyiliğin gücünü hissederek, doğduğun günkü gibi tertemiz bir duygularla ölebilmektir.’’
Bu mektup ikinci bir apartman sakini tarafından bulunmuştur. Şalteri attığı için elektrik dairesine inen adam yerde yatan iki adam gördüğünde bir hayli şaşırmış. Verdiği ifadesinde yerde yatan iki adam gördüğünü; birinin öldüğünü, diğerinin ölü gibi durduğu halde nabzının attığını söylemiştir. Ardından yerde duran mektubu okumuş. İlk apartman sahibinin anlattıklarından ibret almıştır. Bunun üzerine vicdani sorumluluğunu yerine getirmek, insani görevini yapmak için cenaze arabasını çağıran apartman sakini atan elektrik şalterini kaldırıp tekrar evine dönmüştür…
Kendimden bir parça buldum. Gitmek uğruna göze aldığımız bunca zorluk yüzünden mi zordur bu kadar? Hiçbir şeyden emin değilim ama sadece o elektrik dairesinde yavaş soluk alışverişimi ve kararan gözlerimin beni alıp götürmesine eminim.
Elektrik dairesi insanın gözünün önünde canlanıyor. Özgürlüğün bedeli uğruna herkesin hayatında bir kez bineceği trene binip uzaklaştı…