Yıllar öncesinden duyduğum bir tutkuydu. Şimdi gene aynı heyecanı duysam da eski tadı artık yok. Henüz bir öğrenciyken harçlığımı çıkarmak için ufak tefek işlerde bulundum. Gündüzleri çalışıp geceleri okumak yorucu olduğundan fakülteye daha fazla devam edemeyerek bıraktım. Ne var ki bulunduğum işlerin hiçbirinde dikiş tutturamadım. Her birinde beş altı ay ya da üç mevsimden öteye gitmeyen sürelerle çalıştım. Daha yedinci günümü doldurmuşken iş bırakmışlığım vardır. Çalıştığım işlerin hiçbirinin birbiriyle bağlantısı olmadığı gibi her biri de alelade tuhaf türdendi. Yılbaşı için çam ağacı imalatından tutun da anketörlük, kahve imalatı, mobilya mağazasında satış elemanı, sigortacılık, kuyumcu dükkanında tezgahtarlık, bir otobüs firmasında tur rehberi olarak çalışmaya varıncaya kadar türlü türlü divaneliklerle dolu bir liste, uzar gider. İstidadım zayıftı herhalde. İşi seven biri asla olmadım. Belki de sevemediğim için tutunamadım. Ama gördüğüm kadarıyla tutunanların arasında da benim gibi sevmeyenler vardı. Ne var ki yaşamı idame ettirme mecburiyeti beni türlü gayretlerin altına itti. Gençlik fotoğraflarına bakan birinin kendini şimdiki haliyle karşılaştırıp şaşırması gibi bugün bu gayretlerin altına nasıl girdiğimi düşündükçe şaşırmadan edemiyorum. Kendi halinde bir münzevinin mizacıyla uyum sağlamayan işlere bulaşmasında insanı yorgunluklara sürükleyen bir şeyler var.
Sıkılmadan yapabileceğim bir iş var mıydı? Evet vardı. Kitap okumayı severdim. Gençken elime ne geçerse okurdum. Kitapların dünyası beni büyülüyordu. Öğrenciyken okul çıkışlarında kitapçılara uğrar kitap almaya giderdim. Çoğu zaman kitap almaya yetecek param olmazdı. Ama ben alamayacak olsam da gider hepsini dolaşır, içlerinde saatler geçirirdim. Öyleki hangi kitapçının hangi raflarında hangi kitapların bulunduğunu oranın çalışanlarından daha iyi bilirdim (çalışanlar sık sık değişirdi). Bir kitapçıya orda çalışan bir kızı görmek için diğerlerinden daha sık giderdim. Ne var ki o da bir süre sonra işi bıraktı. Zaman öldürmenin de bir yoluydu benim için. Kimi zaman yağmurdan bir kaçınma ya da randevusuna geç kalmış bir arkadaşı beklerken sığınabileceğim bir düşünce dünyası.
Önceleri bir keyif hatta yerinde bir cümleyle bir “kaçış” olan kitaplar, ciddi ciddi para kazanma gereksinimi karşısında yapabileceğim bir iş gibi gözüktü. Hem anlıyordum da kitaplardan. Ama bu işi kurmak için sermayem yoktu. İlk zamanlar hayalini kurduysam da hayat denen uğraşının içine daldıktan sonra bu düşünceden uzaklaştım.
Kitapçılık işine hiçbir zaman çok para kazanacağım diye bakmadım. Az bir kazanç bana yeterdi. Bu gibi yerlerle olan bağım her vakit sürdü. Bir ilişkiden bir başkasına savrulurken içinde nefes aldığım sığınağım haline getirdim. Buraların terapi yanını böylece keşfettim diyebilirim. Kitabı sevmem, kitap ortamlarının dinginliğiydi beni çeken. Eğer kitap yapraklarının kokusu başınızı döndürmüyorsa bu işe hiç kalkışmayın derim.
Başımdan geçen onca işten sonra durumuma üzülen bir tanıdığımın yardımı sonucu büyük bir şirketin gümrük bölümünde işe başladım. İlk defa bir işte uzun yıllar sebat ettim. Bana göre olmayan bir işte hiç bitmeyecekmiş gibi gelen çalışmanın sonunda işi bıraktım. Ne yaşlı ne de genç sayılırdım. Hayalimi gerçekleştirmek için ideal sayılabilecek bir yaşta ömrümün ortasındaydım. Ayrılırken aldığım tazminat ve biriktirdiğim parayla nihayet kitapçı işine girdim. Bir pasajın alt katında kocaman bir dükkan edinmeyi başardım. Çarşının en büyük mağazasını kiralamıştım. Dükkan dikdörtgen bir yapıydı ve iki yüz elli metrekare falan vardı. Elbette işlere tek başıma yetişmem mümkün olmadığından elim ayağım olan o kız olmasaydı ne yapardım bilemiyorum.
Sabahları sessizlikle geçiştirilirdi. Beraber kahvaltı ederdik. Sonra ben çayımı kapıp pasajın dip tarafındaki çizgi roman satan dükkana geçer sigara yakıp laflardım. Selma ortalığı temizleyip kitapları derler toparlardı. Önceki akşam gelen kitapların kaydını yapar, her birinin arkasına fiyat etiketi vurur, siparişleri gözden geçirirdi. Fiyat etiketi vururken ben de yanında olur işin ucundan tutardım. Sonra günün haberlerine göz atar sıkılırdım. Gündelik olanda her zaman bir sığlık bulur ve geçiciliği karşısında alakamı yitirirdim. Hem haberler daha iki saati geçmeden eskimiş olur yerlerini çoktan yenileri almış olurdu. İpin dizginlerini daima kaçırıyor ve meseleye daldıkça da kendimi tükenmiş hissediyordum. Belki de etrafımızda elinden telefonu düşürmeden dolaşıp duran insanların bize dalgınmış gibi görünmeleri bu yüzdendir, kim bilir? Tek tük bir iki müşterinin dolaştığı sabahın sessiz saatlerinde kitap okurdum. Selma’nın bir ceylan gibi dolanıp durduğu hiç aklımdan çıkmaz okuduğum kitaptan başımı kaldırmadan onu uzak ve bulunduğum kuytu köşeden izlerdim. Çorak bir manzaraya canlılık katan bir ağaç, bahçeye güzellik katan bir çiçek gibi gelirdi bana.
Kuşluk vakti en çok önem verdiğim zamandı. Şu hayatta yaptığım iyi bir şey varsa o da kahve pişirmektir. İşte görüyorsunuz benim de elimden gelen iyi şeyler var. Ara sıra bitişikteki dükkanda çalışan tombul kadın da bize eşlik ederdi. Söylediğine göre benim gibi kahve yapabilen yokmuş. Gitgide her sabah kahvesinde bize eşlik edecek oluşundan korkardım. Kahve saatlerinde Selma ile yalnız olmayı isterim. Bu sessiz anların içinde birşeyler gömülüymüş gibi gelirdi bana. Bir başkasının bunu bozması beni deliye çevirirdi. Tombul kadın her seferinde falıma bakacağını söylerdi. Öteden beri falları sevmez gelecekten haber almak hoşuma gitmezdi. Sözü edilecek kimi şeyleri duymak istemediğimden belki de. Sezgi denen o tuhaf ve karanlık his miydi bunca kaçındığım yoksa sonradan mı bu duyguyu oraya kondurdum bilemiyorum. On bir olunca pasajdan çıkar sokaklarda dolaşırdım.
Öğleden sonra hareketlenirdi ortalık. Kocaman dükkan küçülür küçülürdü sanki. Raflar boyunca gezinen bir dolu insan olurdu. Saatlerin ilerleyişi hızlanır akşamın nasıl olduğunu anlamazdık. Gelenlerin üst başı dışarıdaki havanın durumu hakkında fikir verirdi bize. Islak saçlar ve kapanmış şemsiyelerden havanın yağmurlu olduğunu anlardık. Hem biliyor musunuz en çok da soğuk ve yağmurlu havalarda gelirdi insanlar. Sıcak bir yuva bir sığınak olurdu burası.
Kitapçılıkla uğraşan insanların ziyaretçileri olur. Laflamaya kimi dostları gelir uğrak yeri yaparlardı. Selma’nın da bir dolu arkadaşı uğrardı. Biri hariç diğerlerine asla itirazım olmadı. Ama o sakallı şehla gözlü olanı ziyaretlerin suyunu çıkarmıştı. İşini biliyordu. Genellikle müşterinin pek olmadığı erken saatlerde uğrardı. Selma’nın boynuna sarılıp göğsüne bastırır öperdi. Anlattıklarıyla Selma’yı güldürürdü. Böyle anların üstesinden gelmekte pek başarılı olduğum söylenemez. Bastırmakta zorlandığım bir suskunlukla geçiştirdiğim dakikalarda yanlışlıkla bir şeyleri döküp deviriyordum. Şöyle bir bakıyorlar gene devam ediyorlardı. Okuduğum kitabın aralık sayfaları arasından ikisini nasıl şeytani bir ifadeyle izlediğimi ne onlar ne de başkası bilebilir. Bakışlarımla kurbanımı oracıkta öldürüverirdim. Şehla gözlü gittikten sonra onunla ilgili zihnime üşüşen soruları sormamak için kendime eziyet eder dururdum. Ama kişinin böyle bir durum karşısında kendini tutması gerektiğini bilirdim. Bunun dışında vaziyet gayet iyiydi. Ne var ki insan hep böyle gideceğini sanır. Günün birinde güzel şeylerin olacağının ümidi testiyi dolu tutar. Zaman ve mekan içindeki ilerleyişte kişi burnunun ucunu bile görmez. Dünyası bir anda yıkılarak darmadağın olur ta ki burnunu nereye çarptığını anlayana kadar.
Selma’dan sonra kötüledi her şey. Bir trafik kazasında yitirdim onu. Beklenmedik ve ani bir felaketti. Eskiden Selma’sız bir hayat düşünemezdim. Yokluğunda şu koca dünya bomboş ve karanlık şimdi. Selma’yı düşündüğümde uzun kirpikleri arasından bakan talihsiz bir çift soluk yeşil ışık yayan hüzünlü gözleri çivileniyor kalbimin en derinlerine. O kötü andan geriye gidip her zaman gülümserken beliren gamzeleriyle hatırlamak istesemde ölümün siyah rengi hatırladığım yüzünün üzerine kendi karanlık çizgilerini dayatıyor. Hep başkalarının başına gelir sanırdım. Ertesi gün bir gazetede yayınlanması için bir saygı duruşu olarak vefat ilanı da vermiştim kısacık bir şiirle birlikte. Hayat böyledir işte. Acaba hiç ona olan duygularımı anlamış mıydı? Artık bunun anlamı kalmadı biliyorum ama zaman zaman kendime sormadan edemiyorum.
Şimdi akvaryuma bakıp iç geçirmemek elde değil. Kasanın arkasında duran akvaryum onun fikriydi. Balıkları sevdiğini söylerdi. Çarşıdan aldığı renkli balıklardan geriye ne cins olduğunu unuttuğum – daha önce söylemişti- bir tanesi kalmıştı. Nerdeyse avucum kadar büyük, turuncunun açıkla koyu arası bütün tonlarını taşıyan rengiyle iri bir balıktı. Parmağımı cama dayayıp ilerlettiğimde gelip camın ardından parmağımı takip ederdi.
Zaman değişiyor insanların alışveriş alışkanlıkları da bundan etkileniyordu. Çevremizde bir sürü alışveriş merkezi açılmış insanlar oralara gitmeye başlamıştı. Bu durumdan etkilenen üst kattaki mağazalar boşaldı. Kazanç kokusunu alan diğerleri de aniden buhar olup uzaklaştılar. Bulunduğum kattakiler durumu ağırdan aldılar. Derken onlar da dayanamayıp terkedip gittiler. Pasajın köşesindeki dükkanda müzik aletleri satılırdı. Oradan bazen bir gitarın tınısı yayılırdı. Pasajdaki tek müzik sessizlik artık. Hayır, dükkanı elden çıkarıp taşınma imkanım yok. Dükkan kiraları dünyanın parası. Bu durumdaki bir yeri ne biri çıkıp alabilir ne de devredebilirim. Bugünlerde salt kitapçılık yapanda pek kalmadı zaten. Ana işi kitapçılık olanlarda dükkanlarının büyük bir bölümünü kafeye çevirip işi yürütüyor. Diğerlerinin adını burada anmak ise gereksiz, onlar kitapevi sıfatını hak etmiyor. Bir marka adı altında mağaza zinciri diye bilinseler de onlar bir market sadece. Müşteriler de azaldı doğal olarak. Bütün bir gün neredeyse boş geçiyor. Bir iki gedikli kitapsever uğruyor o kadar. Dostlar bile azaldı nedense. Kendilerinden istenecek bir yardımı esirgiyorlardı sanırım ayaklarını keserek. Raflar arasında günlerimi kitap okuyarak ve düşünerek geçiriyorum. Bazen akşam üstüne doğru pasajın görevlisi geliyor koca pasajda iki kişi kaldığımızı bana hatırlatıyordu.
Oysa bir zamanlar parmakla gösterilen bir pasajdı. Her katında insanlar dolanır her bir dükkan diğerini tamamlardı. Benim dükkanıma karşıdaki çizgi roman satıcısı eşlik eder köşede müzik aletlerine uzanır ordan da tuhafiye dükkanından saatçiye varıncaya kadar envai çeşit dükkan bir arada hizmet verirdik. Üst katlardaki dükkanlar ise kişinin hayal edemeyeceği çeşitlilikteydi. Hafta sonları dolup taşardı. Yukarı çıkan merdivenlerin basamaklarında kızlı erkekli siyah tişörtlü öğrenciler oturur konuşurlardı. Alışveriş denen şeyin kutsal mabedi gibiydi. Bugünlerde mabedin taşları en üst tepeden sökülmeye başlandı bile. Ayın sonunu nasıl getireceğim diye düşünüyorum.
Hediyelik öte beri satan üst kat komşum dükkanını boşaltırken televizyonunu bana bıraktı. Arasıra açıp izliyorum. Ne de olsa insan sabahtan akşama dek kitap okuyamaz. Geçenlerde bir belgesel izliyordum. Kuzey ülkelerinin birinde geçiyordu. Bir buz parçasının üzerinde duran bir ayıyı gösteriyordu. Olumsuz çevresel koşullarının baskısı ve kürkü için avlayan avcılardan dolayı sadece birkaç yüz tane kalmışlardı. Birden ayının kaderiyle benim içinde bulunduğum durum arasında pek de bir fark olmadığını anladım. Acı acı güldüm. Bu koca handa pasajın görevlisiyle dükkanımda kalmıştım. Bir mücadele veriyor muydum orası şüpheliydi. İronik gelse de ayı şu koca dünyada kendimi yalnız hissetmememi sağlıyordu.
Allahtan emekli maaşım vardı. Genç emekli sayılırdım. Kırklı yaşlardaydım ve yaşımı göstermediğim söylenirdi. Otuz-otuz beş gösteriyor muşum. Bir de annemin kira evinden biraz para geliyordu da geçimimi sağlayabiliyordum. Yoksa bu metruk yerde işim bitikti. Öyleyken kapısına kilit vurup arkamı dönebilirdim. Ne var ki yapamıyordum. Elim varmıyordu. Beni buraya bağlayan duygusal nedenlerime ihanet etmek olurdu. Son günlerde pasajın görevlisiyle dertleşme huyu edindik. Artık işler eskisi gibi olmadığından uzun uzun sohbet eder olduk. Akşam olunca kaybolurdu. Bazen eve gitmek yerine burada kalırdım. Pasajın kapıları kapanmış gece başlamış olurdu. Floresan lambalarının beyaz ışığı altında geçerdi saatler. Gecede üst üste iki üç fincan kahve içme alışkanlığı geliştirdim yanında da konyak. Koltuğun kol koyma yerine fincanla kadehi bırakıp kitap okuyordum. Hüzün veren pasajın durumundan mı yoksa gecenin bu saatinde dükkanda olmanın verdiği duyguyla mı olduğunu anlamadığım bir ürpertiye kapılmaya başladım. Sonunda kitap okumayı bırakır gözlerim öylece dalar dururdum. Bir gece gene böyle içerken yukardan, üst katlardan gelen bir gürültüyle irkildim. Kapı önüne bırakılan bir şişenin dengesini bulurken çıkardığı sese benzer bir ses ya da yuvarlanan bir kadeh. Acaba bana mı öyle geldi diye kendi kendime düşündüm. Herhalde fazla kahve konyak içmiş olmaktan sinirlerim hassaslaşmış olmalıydı. Normalde gündüzleri böylesi gariplikleri fark etmem. Ne var ki yukarıya çıkıp bir göz atmaya da cesaretim yoktu. Dükkanın kapılarını kilitledim. Pasaj bu haliyle ürküntü verici olmaya başlamıştı. Belki de büsbütün boşalan pasajın üst katlarında birileri yaşamaya başlamıştı.
Ertesi gün görevliyle bu konuyu konuştum. Üst katlardan birine Suriyeli kalabalık bir mülteci ailenin yerleştiğini söyledi. Onlardan öncede iki üç şarapçının bir süredir geceleri burada geçirdiklerini. Zaten bir süre önce işine son verildiğini ama eski bir alışkanlık olarak uğradığını söyledi. Konuyu daha fazla uzatarak üzerinde durmadım. Önemsiz bir gürültüydü işte. Dünyanın gürültülerinden biri.
Son zamanlarda bilgisayarda uzun saatler geçirmeye başladım. Kitap satan siteleri gezip duruyorum. Hatta bende bulunmayan bir iki kitap bile satın aldım. Açıkçası bir kitapçı olarak bu davranış bana çok alçaltıcı geliyor. Epeydir yeni kitaplar almıyorum. Nasılsa müşteri yok zaten. Olanlarla idare etmek şimdilik en çıkar yol gözüküyor. Bu koca şehirde benim gibi iş yapanda pek kalmadı. Onların çoğunu tanırım. Şimdi o dükkanların kafelere, parfüm ürünleri satan yerlere dönüşmelerine hüzünle daha çok da öfkeyle bakıyorum. Kimisi de vaziyeti kitapçılıktan başka sektörlere balıklama dalarak kurtardı. Son günlerin revaçta olan sihirli bir lafı var. Ağızlardan düşmüyor: Dönüşüm… Bazı semtler topyekun dönüşüyor mesela. Kentsel dönüşüm alanı kabul edilmişler. Henüz edilmeyenlerde sırada. Koskoca binalar dönüşür de yanında kitapçının lafı mı olur. Ama kitapçı dönüşürken o okurlar nerede acaba?
Gece bu defa sadece konyak. Bir defa daha Selma. Radyoda caz çalıyor. Cazı pek severim. Program bitince başka bir istasyonda bir piyesin ortasına geldim. Fırtınanın salladığı uzak bir kıyı da gece yarısına doğru sonu kötü biten bir aşk serüveniydi. Derken üst katların birinden pencerenin biri gürültüyle kapandı. Fırtına mı çıktı acaba? Bu sırada elektrikler de kesildi. Derken gene aynı şangırtıyı duydum. Düşüp yerde yuvarlanan bir kadeh ya da dengesini bulmaya çalışan bir şişe. Ama korku kol geziyordu. Mantıklı düşünmeye çalışmak korkuyu yüzümde hissettiren serseri kuşu uzaklaştırmıyordu. Çocukluğumda bir şeyden korktuğum zaman yorganı iyicene çeker başımı da içine sokardım. Şimdi de yorganı çekmek yerine koca dükkanda kitapların gerisine sığınmıştım. Bir mum yaktım. Yerimden kalkıp kapının kilitli olup olmadığını kontrol ettim. Elektrikler geldiğinde yansın diye ışığı söndürmeyip kulağım kirişte uyuyakaldım.
Uyandığımda kahvaltılık için birşeyler almaya çıktığımda kapının önünden saçları birbirine karışmış bir kız çocuğunun geçtiğini gördüm. Ayaklarında ayakkabı yoktu. Dükkanda saatler geçirirken ne zaman akşam oluyor ne zaman sabah oluyor anlamıyordum. Binanın girişinin altında yer edinmek böyle bir şey. Üç sene önce doğum günümde Selma’nın aldığı saatle bunun üstesinden geliyorum. Fakat iki gündür saat çalışmıyordu. Sanırım pili bitmişti.
Pasajın üst katlarına hiç baktığım yoktu. Şöyle bir bakındım. Bütün bütün boşalmış, pencerelerine karanlık bir ifadenin yerleşmiş olduğunu gördüm. Bazı penceleri kirli beyaz bir bezle örtülüydü. Artık hiçbir şeyin beni şaşırtmadığını düşünerek şaşırdım. Posta kutuma bırakılmış faturalar vardı. İşte esas bunlar beni yıldırıyordu.
Suriyeli kız dükkanın camlarının önünde belirdi. Gülümsedi. Ya da bana öyle geldi. Bir daha baktığımda göremedim. Şu Suriyeli, diye düşündüm benden daha ümitli olsa gerek.
Bir sabah eski görevli yanıma uğrayıp elime bir zarf tutuşturdu. Yanımdayken açmadım. Gelen mektupları daima yalnızken okumayı tercih ederim. Görevli gider gitmez masama geçtim. Nedense ağırdan alıyordum. Dikkatlice zarfı yırttım. Gelen bir tebligattı. Bir camın aşağıya gürültüyle inmesi gibi hassas dinginliğim bir anda paramparça oldu. Ne zamandır bu anı bekliyordum. Şu şu tarihe kadar dükkanı boşaltmam emir olunuyordu. Bina yıkılıp yenisi inşaa edilecekti. Yeni binada pek çok eski dost gibi bana da yer yoktu. İnşaat firması dükkan sahibinden dükkanı satın almıştı. Evet onlar kazanmışlardı. İlgili yasanın falanca maddeleri derken daha fazlasına dayanamayarak okumayı bıraktım. Bildiri masamda öylece duruyor boş gözlerle bakıyordum.
Nedense sonra dışarı çıktım. Dışardaki havanın iyi geldiğini hissediyor yürüdükçe açılıyordum. Amaçsız rastgele dolaşıp durdum. Salt belleğin değil ayağında bir hafızasının olduğu kendini böyle kararsız anlarda belli eder. Derken kendimi iskelenin önünde buldum. Kalkmak üzere olan ada vapuruna son anda biniverdim. Gençken çok sıkıldığımda da adaya giderdim. Dalgalar düşüncelerimdeki sabuklukları dağıtıyor bir tür arınma işlemi görüp temizliyordu. Hangi gündeydik bilmiyordum. Ama bunun bir önemi yoktu. Aylardan Ekim idi bunu biliyordum yalnız.
Etrafta az insan olsa da ada gözlerimin yaydığı ıssızlık kadar ıssız olamaz. Bir yere girip oturdum. Karşıda koca şehirde kaynayan çalkantı buralara erişmiyordu. Dalmış bakıyordum. İlkinin buruk tadı olmasına karşın ikinci çayıda içtikten sonra voltamı aldım.
Hanidir yürüyordum. Şimdi ormanın, uçurum kenarlarında biten yaban çileklerinin fısıltıları başlamıştı. Rum mezarlığının önünden geçiyordum. Ne önümde ne de ardımda kimse yoktu. Güneş alçalmış ışığı yatık bir şekilde vurmaya başlamıştı. İyice yorulmuş bitkin düşmüştüm. Ağaçlar yolu iyicene gölgeliyor havanın kararmış olduğu izlenimini uyandırıyordu. Elele tutuşmuş bir çift terkedilmiş bir plajın içine girmiş yürüyorlardı. Mayolarını giymişlerdi. Yabancı oldukları belliydi. Genç kadın güzeldi. Selma aklıma geldi. Kimbilir biz de belki –eğer biz diye bir şey varsa- o çift gibi buralara gelebilirdik. Plajın girişine geldiğimde onlar kumluğu geçmiş bileklerine kadar suya girmişlerdi bile. Onlara son bir kez baktım.
Dükkanla ilgili düşüncelerim zihnimin alt katmanlarına bir çökelti gibi çökmüş kendimi gezintiye kaptırmıştım. Aklıma gelen bir düşünceyle birden irkildim. Düşündüğüm şeyin dün gece görmüş olduğum rüya olduğunu ayrımsadım. Ürperticiydi. Çocukluğumda oturduğumuz apartmandaydım. Bulunduğum daire arka karanlık bahçeye ve kendi bahçelerimize bitişik karşısındaki diğer apartmanların bahçelerine bakıyordu. Penceremden gördüklerim karşısında şok olmuştum. Karşıdaki bütün daireler boşalmış, pencerelerine satılık yazıları yazılmıştı. Kendi apartmanımdaki dairelerin durumunu gözden geçirmek için bahçeye indiğimde durumun farksız olduğunu görmüştüm. Rüyanın yaşadığım gerçekliğe nazaran daha karanlık bir yanı vardı sanki. Allak bullak olmuş bir halde yürümeye devam ettim.
Az ilerde bir bank vardı. Kıyısına ilişip kendimi bıraktım. Uzun bir zaman taşıdığım bir yükü sırtımdan indirmiş gibi oldum. Yorulmuştum. Bu kadar yürümek fazla gelmişti. Yerde bazı gazetelerin hafta sonu için verdiği bir ek duruyordu. Alıp karıştırdım. Sayfaları eksik olduğu gibi kimi yerleri de yırtılmıştı. Birtakım şık kadınların nerde görüldüğünü okumaktan çok onların güzellikleriyle ilgilendim. Astroloji bölümünde duralayıp burcumun bana neler söylediklerini okudum. Çalışarak sonuç alabileceğiniz bir gündesiniz. Bazı olaylar üzerinde düşündüğünüzden fazla kontrolünüz var. Kimi hayal kırıklıkları unutulabilir. Marsın da burcunuzda misafirliğe başlaması ile işinizle veya tatil amaçlı uzun yolculuklar için koşulların elverişli olduğu bir hafta geçireceksiniz –burada elimde olmadan güldüm-. Öğle saatlerinde sevgi temalı ilişkilerde gerginlikler yaşanabilir. Önümüzdeki birkaç gün kutlamalar, partiler, davetler söz konusu olabilir. Hepinize iyi günler, sağlık ve sevgiyle kalın falan filan. Derken sayfanın üst kısımlarına doğru göz gezdirince geçen yılın Temmuz ayına ait olduğunu farkettiğim artık tarih olmuş gazeteyi bıraktım. Bir an önce iskeleye inmeliydim.Yoksa bir sonraki vapura kalıp iki saat daha buralarda beklemek işten değildi.
Şimdi uzun bir zamandır köhne kaldıktan sonra yeniden diriltilen bir barın yumuşak kanepesinde oturuyorum. Zaman kavramını epeydir yitirmiş olsam da pazar günlerinin akşamlarına has atmosferini anlayabiliyordum. Üstelik çoğu dükkan da kapalı. Kaldırımlardan sel gibi yağmur akıyor. Son birkaç aydır ilk defa bara geliyorum. Birkaç kişiyiz salonda. Sert ama hüzünlü bir gitarın tınıları yankılanıyor içerde. Düşüncelerim hala dumanı tüten kül yığını. Artık çok geç. Yanımdaki genç kadın ara ara bir şeyler anlatıp duruyor. Benden ateş isteyip konuşmaya başlamıştı. İtiraz etmedim. Anlattıkları ilginç geliyordu. Başka şeyler duymaya ihtiyacım vardı. Alnındaki beyazlıkta başka bir hayatın izlerini arandım. Birbirimizi duyamayacak kadar içerdeki müziğin temposu yükselince vücudunu bana yaslayıp başını yüzüme doğru eğdi. Saçlarının kokusu başımı döndürdü. Loş ışığın altında bir kedi gibi sokulmuştu. Bu kadar yakından koyu kırmızı renkli dudaklarını görmek anlattığı şeylere dikkatimi vermemi engelliyordu. Derken üşümüş elini bir ara paltomun cebine atınca bir çığlık kopardı. Elini cebimden çektiği gibi aramıza fırlatıvermişti balığı. Yılık yılık bakıyordu elini peçetelerle silmeye çalışırken. Pul pul olmuş parlayan derisi kırmızı kanepenin üstünde turuncu bir ışıltıydı. Diğer masalardan da başlar bizden yana dönmüş merakla bakıyorlardı. Akşamüstü birkaç gün önceden boşalttığım dükkana son bir kere uğramış akvaryumda burun üstü çakılmış bulmuştum onu. Orada öylece bırakamazdım. Selma almıştı onu hatırası vardı. Akvaryumdan çıkarıp cebime atıvermiştim. Balığı ne yapacaktım bilmiyordum. Cebimde olduğu aklımdan çıkmış unutuvermiştim. Belki de şehrin uzak bir köşesine gömerdim…
Konuk Yazar: Serkan Taşan