Her şey o kadar hızlı olmuştu ki kimse anlayamamıştı başta. Belki de anlamak istememişlerdi. O an atılan çığlıkları duysaydınız bu tırmalayıcı sesi beyninizden söküp atabilmek hatta yalnızca uyuyabilmenin yeniden tadına varabilmek arzusuyla bütün varlığınızı bir çırpıda heba edebilirdiniz. Korkunç gürültü yerini önce derin bir sessizliğe ardından şaşkınlığa ve felaket dolu bir umutsuzluğa bıraktı. Çoğu insan, nefes almanın anlamını yitirdiği o birkaç saniyeyi yaşamak yerine ansızın yok olup gitmek isterdi.
Yağmurun altında koşmanın, sıcak bir ekmeği paylaşmanın ve güzel bir aşk ezgisini dinlemenin tadına varamamıştım henüz. Ölmeyi hak etmiş miydim bilmiyorum ama belki bana sorulsaydı acıyla geçecek bir yaşama tercih ederdim tabutumu. Varlığımdan haberdar olan bir avuç insanla kendi topraklarımdan kaçmaya çalışıyordum. Orada doğmayı ben seçmemiştim. Sahi hangimiz seçerdi ki mesela açlıktan ölmeyi? Söyleyince komik mi duruyor? Bugün 28 bin yaşam midesine bir lokma girmediği için sona erdi. 28 bin hayal, 28 bin umut, 28 bin acı, 28 bin aşk, 28 bin ideal, 28 bin tutku, bir daha asla tanışamayacağımız 28 bin beyin.
Sadece doğmayı değil kaçmayı da ben seçmedim. Karanlıkta sürünerek sınırdan geçmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Küçük kalbim, duyduğum korku ile dışarıya çıkmaya çalışırcasına atıyordu.
Ayağa kalktığımızda babam gülümsemişti. Onu çok uzun zamandır mutlu görmemiştim. Galiba birazdan yürüyeceğimiz kurak arazinin mayınlı olduğunu anlayamadan hemen önce, beraber geçirdiğimiz son anlarımızda iyi hissedebilmemiz için bize bahşedilen bir fırsattı bu. Uzanıp güneşin doğuşunu seyretmek ve hep yaşamak istediğimiz reçel kokulu evimizin hayalini kurarken birbirimize sarılarak ağlamak arzusu hepimizin aklından geçiyordu sanırım. Annemin tedirgin olmaya başladığını hissetmiştim aslında ama bende filmlerde olduğu gibi özgürce koşmanın tadına varabilmek istedim. Suriye’de sokaklarda dilediğimce koşamıyordum çünkü. Annem ve babam hep tedirgindi, korkuyorlardı benim için. Orada kör bir kurşuna denk gelmek ya da bomba sesleriyle güne uyanmak sıradanlaşmıştı.
Sanki babam beni engellemek istercesine elini sırtıma doğru sallamıştı. Ama ben çoktan özgürlüğüme doğru koşmaya başlamıştım. Yaşasın diyordum, artık okula gidebileceğim, arkadaşlarım olacak ve her gece onlar ölmesin diye dua etmek zorunda kalmayacağım. Ekmek yiyebileceğim. Su temiz olacak. Oyuncaklarım bile olur belki. Çevrede boğuk nidalar duymamla bacağımın altında bir sıcaklık hissetmem aynı anda gerçekleşti. Arkama son kez baktığımda annemin gözlerini gördüm. Anladım ki zaman durmuştu ve onun gözleri çok güzeldi. Gözlerinde acıyla karışmış umudu gördüm. Gözlerinde bir daha göremeyeceğim gökyüzünün ve yeryüzünün bütün güzel renklerini, beş yaşındaki bir çocuğun yiten yaşamını resmeden bir tabloda yansıttığını gördüm. Ve gözlerinde cenneti gördüm.
Her şey o kadar hızlı olmuştu ki kimse anlayamamıştı başta. Belki de o kadar hızlı olmuyordu. Sadece sizin fark edeceğiniz kadar yavaş değildi. Yanınızdan geçen her mülteci çocuk, her kâğıt toplayan adam, her mendil satan kadın bunca aşağılayıcı bakışı hak edecek ne yaptım diye düşünüyor. Keşke varlığımıza bu kadar bencilce davranmasak. Keşke sistemler olmasaydı ve biz de bu çarkın bir parçası haline gelmemiş olsaydık. Keşke herkes hayalini kurduğu, düşlediği yaşamı özgürce seçebilseydi. Keşke mutlu olmak bu kadar zor olmasaydı. Keşke büyük adamlar büyük ideallerini gerçekleştirsin ve büyük kavgalarını yapabilsin diye çocuklar ölmeseydi.
Yaşamım Hızır’ın öldürdüğü çocuk gibi ilahi bir kararla son buldu. Akşam haberlerinde birkaç saniye boşlukta yankılanan adım, karanlıktaki şehrin ışıldayan gürültülerine karışarak kayboluyordu. Başka bir yerde ise hayallerim, benliğimi zamansız açan mimoza çiçekleriyle süslemekteydi.
“Keşke mutlu olmak bu kadar zor olmasaydı. Keşke büyük adamlar büyük ideallerini gerçekleştirsin ve büyük kavgalarını yapabilsin diye çocuklar ölmeseydi.”