İnsanlığın veya uygarlığın kültürel tarihinin yaklaşık 13.000 yıl önce Mezopotamya civarında tarım devrimiyle başladığı söylenir. Çeşitli bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirilerek insanın doğadaki eşsiz yalnızlığının azaltılmasının sağlanmasıdır bu süreç. Evcilleştirdiğimiz köpek can dostumuz olmuştur keza at da öyle; bu iki hayvan ile aramızda bugün bile mevcut olan bir duygusal bağ kurulmuştur. Yine diğer otçul-etçil-hepçil hayvanlar bizler için kendi canları pahasına da olsa; soğuk kış geceleri içimizi ısıtmak için birer giyecek, besin içeriği son derece zengin olan birer yiyecek olmaya boyun eğmişlerdir çaresizce. Her hasat döneminde daha irilerini seçip birer tohum olarak ayırdığımız buğday taneleri küçük ve şekli pek hoş olmayan taneciklerin aksine midemize inmekten kurtulmuştur kurtulmasına ancak yeni ekim döneminde toprağın kara bağrına saçılmaktan kurtulamamıştır bir sonraki mahsule daha dolgun ve güzel tanecikleri yaratmak uğruna. Evcilleştirilmiş olan bu canlılar insanlığın adeta canına can, kanına kan katmıştır ki farklı insan toplulukları arasında bu canlıların değiş-tokuşu da yaygınlaşmayagörsün. İşte bu yolla iyiden iyiye gelişmeye başlayan ticaret yepyeni kültürler yaratmak için bir iletişim kanalı olmuştur.
Artık insan dünyanın –daha doğrusu kendi dünyasının- sadece kendi çevresinden oluşmadığını fark etmiştir. Uzak yollar vardır tepilecek, engin dağlar vardır ardına bakılacak, uçsuz bucaksız sular vardır aşılıp kaynağına hatta kaynağının da ötesinde neler olduğuna göz atılacak. Dört bir yanını kuşatan belirsizlikleri birer birer ortadan kaldırmasına rağmen kendi özüne geldiği anda bu belirsizliklerin katlanarak arttığını görmüştür asırlar sonra. Yine de bu belirsizliğe direnmek için müthiş bir güç vardır kendisinde. Bu güç belki doğasında olan merak, belki miras sandığında bulunan kendisinden önceki nesiller tarafından üretmiş olan kültürel birikim, belki de bu ikisinin bileşimidir.
Sandığındaki mirası hiç açmayarak paslanmasına ve çürümesine neden olması da sadece bu mirasla yetinerek üzerine yeni akçeler koymaya yeltenmemesi de bu mirasın üreticilerine yapabileceği en büyük ihanettir insanın. Çünkü kendi varoluşunu dolaylı ve doğrudan yollarla bu mirasa borçludur. En temel ihtiyaçlarını karşılayarak yaşamsal faaliyetlerine devam etmesi, kendi varoluşunu anlamlı hale getirip bu hayatı yaşanabilir kılması bu miras sayesindedir. Daha da ötesi atalarının ona gösterdiği cömertliği onun da kendinden sonra gelenlere göstermesi ödemekle yükümlü olduğu vicdani bir borçtur.
O halde biz de bu borçtan kendi payımıza düşen kısmı ödemeye çalışalım. Sandığımızdaki altın külçelerini eriterek kendi tasarımımız olan mücevher kalıplarına bu ergimiş altın suyunu dökelim.
Sizce asıl amaç gelecek için gelişmek mi?