Yazımızda Sovyetler’in 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’den Doğu Anadolu’daki bir kısım Türk topraklarını istemesini konuşacağız.
İçindekiler
Osmanlı Yayılma Politikası ve Doğu Anadolu Üzerindeki Hakimiyeti
Osmanlı İmparatorluğu arkasına aldığı cihat politikası ve askeri geleneği ile özellikle Orta Çağ’ın güçsüz Avrupası karşısında (Macaristan dışında) oldukça parlak başarılar elde etmişti. Neden doğu değil de batıya ilerlemeyi tercih ettiğine gelecek olursak üç sebep karşımıza çıkıyor; ilki Müslüman doğuya ilerlemek yerine Hristiyan batıya ilerlemek halkın desteğini almak için önemli bir etkendi, ikincisi özellikle İstanbul alındıktan sonra yüzyılların gözde şehrini batıdan gelecek tehditlere karşı korumak amacıyla batı sınırının olabildiğince ileriye doğru ötelemekti, son olarak ise feodal yapıda yönetilen batının doğudaki dönemine göre beylik, ilerleyen zamanlarda ise devlet ya da imparatorluklara göre alınması daha kolaydı.
Bizi konumuz gereği ilgilendirecek olan Doğu Anadolu’ya gelecek olursak; Doğu Anadolu, 7. yüzyılda Müslümanlaşmaya başlayıp ilerleyen dönemlerde Türklerin gelmesiyle beraber yavaş yavaş günümüzdeki etnik yapısını oluşturmaya başlamıştır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra varlığını pekiştiren Türkler bölgede sürekli hakimiyetini sürdürmüşlerdir. Bölge dönem dönem Safevi ve Osmanlı hakimiyeti arasında el değiştirmiştir. Osmanlı’nın kesin hakimiyeti ise 1514 Çaldıran Savaşı’yladır.
93 Harbi ve Doğu Vilayetleri
Çarlık Rusya Korkunç İvan ile Altın Orda İmparatorluğu’ndan arta kalan hanlıkları aldıktan sonra güçlü bir devlet olmuş, Deli Petro’yla ise gerçek bir imparatorluk olmaya başlamıştı. Yıllardır bize anlatılan sıcak denizlere inme arzusu Petro döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Çarlık bir yandan Orta Asya’nın geniş steplerini ele geçirmekle meşgul iken bir taraftan ise sürekli diplomasi oyunları dönen Avrupa’da güç dengelerini bozmadan emellerine ulaşmaya çalışmıştır. Osmanlı’nın batısında Slavları doğusunda ise Gürcü ve Ermenileri bahane ederek Osmanlı’nın iç işlerine karışan Çarlık Rusya Osmanlı ile savaşmak için bahaneler kovalıyordu. Balkanda yaşayan halkların uzun süredir huzursuz olması ile gerilen ilişkiler Tersahane Konferansı’nı reddeden Osmanlı ile savaşa doğru sürüklendi.
24 Kasım 1877’de Eflak ve Boğdan’a giren Rusya, Osmanlı’ya savaş açtığını bildirmiş oldu. Bu savaş daha sonrasında 93 Harbi olarak isimlendirilmiştir. Savaş Balkan ve Kafkas’da olmak üzere iki cephede sürdürülmekte idi. Kafkas’ta Ruslar Kars, Ardahan, Erzurum, Rize, Artvin ve Batum’u ele geçirmişti. Berlin Antlaşması ile Erzurum hariç diğer bütün şehirleri kendi yönetimi altına almıştır. Balkan’a gelecek olursak Plevne Savunması gibi birkaç başarılı askeri manevra dışında varlık gösteremeyen Osmanlı Ordusu Rusya’ya karşı büyük bir hezimete uğramıştır. Bugünkü İstanbul’a bağlı Yeşilköy’e kadar gelen Rus Ordusu Osmanlı’yı antlaşma yapmak zorunda bıraktı. Başta Ayestefanos Antlaşması imzalansa da Avrupa ülkelerinin çıkarına ters gelmesi yüzünden sonrasında yukarıda belirttiğim Berlin Antlaşması* imzalanır.
Rus İhtilali Sonrası Doğu Anadolu
Savaşın ağır yükü altında ezilen Çarlık Rusya gittikçe kan kaybetmekteydi. İşçiler ile halkın grev, protesto ve hatta isyana giden tepkilerinden sonra Çar II. Nikola tahttan feragat etti. Bolşevik İhtilali sonunda başarıya ulaşmıştı. Devam eden süreçte Türkiye Büyük Millet Meclisi Sovyet Rusya’ya elçilerini yollayarak sınırları belirleyecek bir antlaşma yapmak istediğini iletti. Başta olumlu başlayan görüşmeler Sovyet Rusya’nın Ermenistan için bazı toprakları istemesi üzerine durmuştu. Kazım Karabekir’in emri altındaki 15. Kolordu Ardahan, Kars, Batum, Iğdır ve Artvin’i almış ve Ermenistan ile Gümrü Antlaşmasını yapmıştır. Bu olaylardan sonra Sovyetler ile Moskova Antlaşması yapılmış ve günümüz doğu sınırımız kesinleşmiştir.
Stalin Gerçekten Kars ve Ardahan’ı İstedi mi?
Önceden belirttiğim gibi 1917’deki Bolşevik İhtilali’nden sonra Rusya’nın çekildiği Türk topraklarında başta Ermeni ve Gürcü işgali olsa da devamında askeri ve diplomatik girişimler ile Doğu Anadolu Bölgesi tekrar Türk egemenliği altına girdi. Yapılan Gümrü, Moskova ve Kars** Antlaşmaları ile doğu sınırı bugünkü halini almış oldu.
2. Dünya Savaşı’ndan galip ayrılan Stalin’in Rusya’sı, batıda genişlediği gibi 1. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye bıraktığı toprakları tekrar almak istiyordu. Açıkçası Kars ve Ardahan yöresindeki toprakları geri istemesi dışında boğazlarda Rusya’ya ait üs ve Montrö Sözleşmesi’nin tekrardan gözden geçirilip Rusya lehine tekrar düzenlenmesini istiyordu. Dönemin Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper, Sovyetler Dışişleri Bakanı Molotov ile yaptığı görüşmede; Molotov kendisine, 1925 yılında yapılan dostluk antlaşmasının iki ülke arasındaki ilişkiler için önemli olduğunu fakat antlaşmanın tekrardan gözden geçirilmesi gerektiğini ve mevcut antlaşmanın bu yüzden feshedileceğini söylemişti. Yukarıda geçen üç maddeyi Ankara’ya ileten Sarper, Ankara’da Amerikalı ve İngiliz diplomatlar ile konuyu konuştu. Sarper Sovyet Rusya’nın bu talebinin sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı ilgilendiren bir mesele olduğunu iletti.
Rusya’ya ikinci bir görüşme için giden Sarper, Molotov ile bir kez daha görüşme yapmıştır. Yapılan görüşmede Molotov oldukça sert biçimde Türkler’in Sovyetler’in ilk yıllarındaki karışıklıkları fırsat bilerek Doğu Anadolu topraklarını haksız bir şekilde işgal ederek ele geçirdiğini söyledi. Bu topraklardan Gürcistan ve Ermenistan’ın Sovyet Cumhuriyetleri’ne tekrardan iade edilmesi gerektiğini iletti.
Yukarıdaki ilk talebi Sarper reddetmiştir. Bu yüzden bir sonraki Rus isteği olan boğazlar konusuna geçmişlerdir. Molotov Sovyet Karadeniz donanmasının kaderinin Türkler’in elinde olmasından hoşnut olmadıklarını, Türkler’in bu konuda güven vermediğini söyledi. Bu yüzden boğazların korunması için ortak bir savunma altyapısı oluşturulması gerektiğini yani boğazlarda üs istediklerini söyledi. Sarper boğazları savunma konusunda Türkiye’nin yeterince güçlü olduğunu ve üs konusunda Rusya’ya bir söz veremeyeceğini Molotov’a ifade etti. Aynı konular bir sefer daha konuşulsa da sonuca bağlanamadı ve Sarper resmi bir şekilde Rus şartlarını reddetti.
Olaylardan haberi olan İngiltere şaşkınlığını Rusya’ya iletti ve bu isteklerin bütün dünyayı ilgilendireceğini söyledi. İngiltere, Rusya’nın Süveyş Kanalı ve Doğu Akdeniz’de İngiliz hakimiyetini tehdit edeceğini fark etmişti. Potsdam Konferansı’nda Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Molotov soruları cevapladı. Daha sonrasında yapılan 6. oturumda müttefikler Rusya’nın Türkiye hakkındaki isteklerini desteklemeyi reddettiklerini ilettiler. Daha sonrasında imzalanan Berlin Konferansı Protokolü’nde sadece Karadeniz boğazlarından bahsedildi. İngiltere, Amerika ve Sovyet Rusya boğazlar hakkında yeni bir düzenleme gerektiğini kabul etti.
Potsdam Konferansı’ndan sonra Gürcistan ve Ermenistan Türkiye’den istedikleri toprak hakkında bir rapor oluşturarak Molotov’a ilettiler. Ruslar “Sovyet-Türk İlişkileri Üzerine” adlı bir belgeyi hazırladılar. Bu belge ile birlikte artık eski dostluk antlaşmasının geçerli olmadığını açıkladılar. Belgede boğazlar için Süveyş(İngiltere), Panama(Amerika) örneğini veren Rusya kendileri içinse Türk boğazlarının önemini vurguladılar. Belgenin Kafkasya toprakları kısmında ise “Ermenistan 20.500 km2, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’nin tüm topraklarının yaklaşık %80’ini, Gürcistan ise 5.500 km2, Gürcistan Sovyet Cumhuriyeti’nin %8’ini kaybetmiştir” denilmiştir. Bu belgeden sonra Gürcistan bu konu hakkında akademik yayınlar çıkarmaya başlamıştı. Bu sırada dünyanın farklı yerlerinden bir çok Ermeni Ermenistan’a getirilip nüfusunu arttırmaya çalışılıyordu. Bu sayede ülkenin toprak miktarının gelecek Ermeni nüfusu kaldıramayacağını ve bu yüzden kendilerince hakları olan topraklarını istediklerini dile getiriyorlardı.
Gittikçe gerilen ortamda sinir harbi yaşanıyordu. Antlaşma yapılan dönemin Doğu Anadolu Komutanı ve Türk Heyeti Başkanı olan Kazım Karabekir: “Kars Antlaşması’nın Kafkas Halkları Federasyonu temsilcileri ve Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla imzalandığı dönemde, biz hiç de güçlü değildik. Doğu ordumuz ağır toplar ve cephaneyle birlikte Batı’ya dönmüştü. Ruslar bunu biliyorlardı… Antlaşmayı imzalamalarının görevleri olduğunu ve şükran duygularını ifade ettiklerini söylediler.” Konuşmasının devamında Kazım Karabekir: “Kars’ı ele geçirmek Anadolu’yu zapt etmek için pusuya yatmak anlamına geliyor. Kars’ı ele geçiren, Dicle ve Fırat boyunca Akdeniz’e uzanan yolları ve Basra Körfezi’ni kontrol edebiliyordu. Boğazlar ulusumuzun boğazıdır; herkesi bunlardan uzak tutmalıyız.”dedi.
O dönemde Rus Bilimler Akademisi’nin tek Türk üyesi*** olan Ordinaryüs Profesör Mehmet Fuad Köprülü, Sovyetler’in Doğu Anadolu’da çıkarları lehine yazdıkları makalelere karşı yazdığı makalelerden dolayı Rus Bilimler Akademisinde Stalin’in emri ile çıkartılmıştır.
Sovyetler Karşısında Batıyla Yakınlaşma
6 Nisan 1946 tarihinde USS Missouri savaş gemisi 1944 yılında vefat eden Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün na’şını getirmişti. Bu gelişme ABD’nin gelişmeler karşısında Türkiye’nin yanında olduğunun göstergesiydi. Sovyetlerin Boğazlarda askerî üs elde etmesi ile toprak taleplerine ilişkin bir soru üzerine Türkiye’nin Başbakan’ı, ABD’nin Türkiye’ye yönelik herhangi bir tehdide karşı Türkiye’yi koruyacağını söyledi.
Ermeni ve Gürcü Sosyalist Cumhuriyetleri’nin toprak taleplerini uluslararası basın desteklemiyordu. Bu isteklerin aslında Rusya’nın yayılma isteğinin bir parçası olduğunun farkında olan dünya, Rusya’nın bu isteklerini desteklemiyordu. Sovyet Rusya’nın gerek askeri, gerek siyasi, gerekse uluslararası basında yapmaya çalıştığı baskıdan kurtulmayı başaran Türkiye Cumhuriyeti, arkasına aldığı diğer devletlerin desteği ile Rusya’ya karşı daha fazla özgüvene sahip oldu.
Sovyetler ile karşılıklı olarak birbirlerine nota yollayan Türkiye özgüveninden hiçbir şey kaybetmemişti. Türkiye olası bir Rus savaşında müttefikleri ile bunu karşılayacaklarını Rusya’ya iletti. Bu tepki üzerine Ruslar bir kez daha Türkiye’ye yapılan baskı ile herhangi bir kazanım elde edemeyeceklerini anlamış oldu. Amerika ise bu gerilim ortamında Türkiye’yi yalnız bırakırsa Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in Rus hakimiyetine gireceğinin bilincinde olduğu için sürekli olarak Türkiye’yi desteklediğini bildiriyordu.
Stalin’in ölümünden bir süre sonraya kadar talep edilen Rus istekleri ilerleyen süreçte son buldu. Çarlık Rusya’da 1957 yılının Haziran ayında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Sekreteri Nikita Kruşev “… Devrimden sonra Türklerle dostça ilişkiler yaşadık… Almanları yenerek zafer sarhoşu olduk. Türkler bizim dostlarımız, yoldaşlarmızdı, fakat onlara Çanakkale Boğazı’nı vermeleri için nota verdik. Onlar aptal değildi. Çanakkale Boğazı sadece Türkiye demek değildi, orada birkaç devlet daha vardı. Biz dostluk anlaşmasını bozduğumuzu Türklere bir nota ile bildirerek kapıyı yüzlerine kapattık. Yaptığımız açıkça bu anlama geliyordu. Şimdi onlara çeşitli şeylerden bahsediyoruz, fakat onlar sadece güvenilirliğimizi sorguluyorlar. Neden bunu yaptık? Son derece aptalcaydı. Biz Türkiye’nin dostluğunu kaybettik, şimdi güneyimizde, bizi tehdit eden Amerikan üsleri var” diyerek Molotov’a karşı çıkmış ve nasıl büyük bir hata içine girdiklerini açıklamıştır. 1960 yıllara gelindiğinde ise ikili ilişkiler normalleşme yoluna girmiş oldu.
Türk-Rus İlişkilerine Doğu Anadolu Perspektifinde Bakmak ve Düşüncelerim
Genel olarak yukarıdaki olayları yorumlayacak olursak Rusya tarihi boyunca sıcak denizlere inmek ve diğer sömürgeci ülkeler ile daha eşit koşullarda güç yarışına girmek istemiştir. 1. Petro ile başlayan bu atılım, zaman ilerledikçe daha emin adımlar ile ilerlemeye başladı. Tarihe geçen 93 Harbi’nde yıkılma eşiğine gelen Osmanlı İmparatorluğu, ağır bir antlaşma ile (konumuz gereği olarak Doğu Anadolu’dan bahsedeceğim) Rusya ile barışı sağladı. 1918 yılına kadar Rus işgalinde kalan doğu vilayetleri Türkiye Cumhuriyeti’nin eline geçmiş oldu.
Benim şahsi düşünceme göre tarih boyunca çeşitli milletlerin yaşadığı bu stratejik topraklar daima sahibine büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Bu coğrafyada güçlü bir ordu ve bürokratik yapısı olmayan devletlerin sürekli olarak iç karışıklık ve hatta savaşlara gittiği gözlenmekte. Tarihten gelen kültürümüzün etkisi ile bugüne kadar ister güçlü isterse yerine göre güçsüz kaldığımız zamanlarda bile her zaman bir şekilde çıkmayı başardık. Fakat tarih tekerrürü sevse bile çalışmayı ve stratejik davranmayı bıraktığımız anda her an üstümüze atlayıp bizi yok etmeye çalışacak olan içimizde ve dışımızda çeşitli ülke, grup ya da güçler bulunmakta.
Savaşlar hiçbir zaman sadece kan dökülerek kazanılan eylemler değildir. Biz ne ilkel devirlerde yaşayan kabile-köy yapısına sahip küçük bir oluşumuz ne de günümüzde farklı güçler himayesindeki uydu bir devletiz. Başarılı olduğumuzda insanlar bizi sadece alkışlarlar, nedense ne arkasındaki çalışmayı ne de güçlükleri görmek isterler.
Tarihte yorum yaparken bizim anahtarımız olan düşünce biçimi empati olmalıdır. Cumhuriyet ilk kurulduğu zaman ne bir fabrikası ne de herhangi bir işte çalışacak kalifiye elemanı vardı. Sahip olduğumuz tek ve en büyük varlığımız halkına inanan bir adamdı. O yoksul, eğitimsiz, savaşlardan yorgun halkı kısa sürede ayağa kaldırmasını bilmişti. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun.”
TÜRK, ÖĞÜN, ÇALIŞ, GÜVEN..!
*Bu antlaşmada Osmanlı İngiltere’nin desteğini almak için Kıbrıs Adası’nın idaresini İngilizler’e bırakmıştır.
**Gümrü Antlaşması’nı devrilmekte olan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti imzaladığı için sonradan Sovyetlere bağlı Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bu antlaşmayı kabul etmez. Devamında Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması yapılır ve bu antlaşmayı Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti ve Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti Kars Antlaşması ile kabul eder.
***Mehmet Fuat Köprülü’den sonra Rus Bilimler Akademisi’ne kabul edilen tek Türk, Ali Mehmet Celâl Şengör’dür.
Efendim bu bilgilendirici yazı için teşekkür ederiz. Benim aklıma takılan nokta ne sebeple bu toprakları istemişler yani nasıl hak iddia etmişler.
1877-1878 yıllarında yapılan ve bizim 93 Harbi dediğimiz Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra bölge 3 Mart 1918 tarihindeki Brest Litovsk Barış Antlaşması’na kadar yaklaşık 40 yıl Rusya’nın işgalinde kaldı. Çarlık Rusya yıkılıp yerine Sovyet Rusya kurulduğunda yukarıda belirttiğim antlaşma olan Brest Litovsk Barış Antlaşması imzalanmış fakat 2. Dünya Savaşından sonra zafer sarhoşu olan Stalin bu bölgenin aslında Rusya’nın zor günlerinden faydalanılarak alındığını söylemişti. Yani istemelerinin 2 sebebi vardı; ilki 40 yıl bizde kaldı demeleri, ikincisi ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra zafer sarhoşluğunun verdiği gözü dönmüşlüktü.
Öncelikle yazınız için teşekkür ederim. Güzel, bilgilendirici bir yazı olmuş. Benim yazı üzerine bir sorum var sayın yazar. Potsdam Konferansı’nda Rusların “Sovyet-Türk İlişkileri Üzerine” isimli belgeyi yayınladığını söylemişsiniz. Belgenin Kafkasya toprakları kısmında ise Ermenistan ve Gürcistan’ın belli miktarlarda toprak kaybettiği yazıyormuş. Ben bu kısmı tam anlayamadım. Orada bir Ermenistan yazıyor, bir de Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti yazıyor. Bu ikisi de toprak kaybetmiş? Birinde km2 cinsinden, diğerine oran olarak yazmışsınız. Bu ikisi arasındaki fark nedir? Neden birinde 20.500 km2, diğerinde ise %80 dediniz? (Aynı şey Gürcistan için de geçerli)
Aslında o cümlede Ermenistan ya da Gürcistan derken Ermenistan ve Gürcistan Sovyet Cumhuriyetleri’ni kastediyordum. Cümlenin gereksiz uzun olmamasını düşünüyordum ama bir anlam kargaşası olmuş sanırsam. Değerli yorumunuz için teşekürler.
Gerçekten bilgilendirici bir yazı olmuş elinize sağlık
Teşekkür ederim. 😀
Aslında burada Sovyetler biraz da Türkiye’nin tam olarak 2. Dünya Savaşı’na dahil olmamasına güvenmişti. Yazıda özellikle Rusya ile Türkiye’nin tarihi çekişmesinin, Türkleri batı ile yakınlaştırdığına değinmeniz önemli bir noktayı oluşturuyor. NATO’ya giriş ve ABD ile Türkiye’nin yakınlaşması hep bu dönemlere rastlıyor. Stalinizm Soğuk Savaş’da Rusya’nın kendi dibinde “Amerikan üsleri” görmesine sebebiyet olmuştur. Daha sonra gerçekleştirilen “destalinizm” politikasının izlerini de Kruşev’den yapılan bir alıntıyla belirtmişsiniz. Günümüzde Rusya ile Türkiye’nin yakınlaşması da bütün bu tarihi olaylara bakarak yorumlanmalı ve ona göre davranılmalıdır.
Ayrıca; Gürcistan, Ermenistan ve Rus Bilimler Akademisi’nin topraklar hakkında hemen çeşitli bilimsel yayınlar yapması da ülkemizin insanını düşünceye sevk etmesi gereken noktalardan bir tanesidir. Biz de birçok konu hakkında düşünce belirtiyoruz fakat bu konularda bilimsel yayınlar yapmıyoruz. Bilimsel yayın yapmayınca da dünyada hiçbir kesimin dikkatini çekmek mümkün olmuyor. Çeşitli söylemlerle bi konuda haklı olmak siyasi olarak belki mümkün olabilir fakat bilimsel olarak haklı olmak mümkün değildir.
Sovyetlerin Türkiye’yi sıkıştırdığı tezlerden birisi Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nda müttefikler tarafında savaşa son ana kadar girmeyip artık savaşın sonucu neredeyse kesinleşmiş iken girmeleriyidi. Stalin’e göre savaşa girmemek mihver devletleri desteklemek oluyordu. Bundan dolayıdır ki Türkiye’ye karşı ayrı bir antipatisi olmuştu. Stalin’in Soğuk Savaş döneminde yaptığı en büyük hatalardan birisi Türkiye politikası olmuştu. Brest Litovsk Barış Antlaşması’nda Polonya’ya verdiği toprakları geri alan Rusya aynısını Türkiye’ye karşı da yapabileceğini düşündü. Ama çeşitli diplomatik girişimler ile kendine destek ülkeler bulan Türkiye’nin eli Sovyet’e karşı güçlenmiş oldu.
Aslında bu olay bizim için güzel bir örnek oluşturuyor. Gücün verdiği özgüven senin karşında senden güçsüzleri bir koalisyon kurmaya itiyor ve bu da seni normalden daha güç durumlara itiyor. Örneğin dediğiniz gibi burnunun dibine Amerikan Üsleri’nin açılması gibi. Bence asıl güç gücünü kullanmadan isteklerini ya da çıkarların doğrultusundaki şeyleri yaptırmak. İşte bunun tam tersini Sovyetler yapmış oldu. Yani kendi elleriyle Türkler’i ABD’ye gümüş tepsi ile sunmuş oldular.
İkinci paragrafınıza gelecek olursak o dönemde bildiğim kadarıyla Rus makalelerine karşı en iyi savunmayı ileride Adalet Partisi döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Ordinaryüs Profesör Mehmet Fuat Köprülü yapmış. Hatta bazı dost meclislerinde Atatürk’ün onu özel olarak rica ederek milletvekili yaptığına ve çocuk bir gün senin gibi bir biliminsanına ülkenin ihtiyacı olacak dediğini söylediği olmuş. Dediğinizde oldukça haklısınız ki nedense bin şey konuşup bir şey yapamayan bir toplum olduk. Halbuki içimizde ne cevherler var ne cevherler? 🙂
Atatürk’ün ısrarla milletvekili yaptığı bilim insanı Mehmed Fuat Köprülü müymüş yani? Bunu daha önce de birinden duymuştum 🙂
Yazınız için çok teşekkürler.açık seçik ve net olmuş.
Ben de teşekkür ederim.
elim gitmiyor beyaz renkli klavyeme
param pul oldu ekmek alamam aileme
dış güçler ekonomik saldırı yapıyor
aman dikkat et silivri soğuktur şimdi
yasama bir kişinin elindeyse,
yürütme bir kişinin tekelindeyse,
yargı bir kişinin emrindeyse,
silivri de soğuktur şimdi.
adalet kalmamış beyaz anavatanda
bir fikir var atamdan kalan aklımda
zamanı gelecek bekliyor saklımda
bu kadar yeterli silivri soğuktur şimdi
Rusya’nın Sovyet Dönemi daima aklımı karıştırmıştır. Yazı bittiğinde aklımda bir şeyler şekillenmeye başladı. Kapsamlı ve akıcı bir yazı olmuş. Yukarıda yazdığın bir cümleye kendi yorumumu katıp, altını çizerek, ellerine sağlık diyorum. ”Çalışmaktan ve bilimden uzaklaştığımız her an, bizi yok etmek için fırsat kollayanların ekmeğine yağ sürüyoruz.”
Aslında Rusya’da bizim gibi ne doğu ne de batı toplumuna tamamen ait bir ülke. Kurulduğu dönemde fabrika, eğitim ya da kendisini diğer emperyal güçler ile aynı kefeye koyacak bir meziyeti vardı. Fakat o kısıtlı okuyan kesimden bile devrinin önde gelen düşünür, yazar ve yöneticileri çıkmış bulunmakta. Bu yüzdendir ki Sovyet Rusya aslında oldukça karmaşık ve ilginç bir ülke olagelmiştir. Bu yazıyı yazmama rağmen benim de aklım oldukça karıştı. Ama karmaşayı araştırıp çözmek oldukça güzel bir eylem.
Bizi zorlayan durumlar bizi güçlendirir ama çalışmayı bırakmadığımız sürece.
Yorumunuz için teşekkür ederim.