Zenginlerin oldukça nadir olduğu, fakirlerin ise zenginleri daha zengin yaptığı bir dönemin tam başında dünyaya gelmişim. Brabant bu mevsimde soğuk olur. Hele ki mart ayına denk gelmişseniz bunu daha içten hissedebilirsiniz. Ancak bu soğukluk yalnızca biz gibilerin hissedeceği türdendir.
Ya da şöyle demeliyim: 30 Mart 1853’de Hollanda’nın Brabant Köyü’nde bir bankacının, tüccarın ya da zengin bir ailenin dünyaya yeni gelmiş çocuğu değilseniz kesinlikle Brabant sizin için haz duyulacak bir yer değildir.
İşte benim hikayem Hollanda’nın bu ufak köyünde bir köy papazının çocuğu olarak dünyaya gelmemle başladı. Adım doktorun çocuğu, tüccarın çocuğu ya da valinin çocuğu değil; papazın çocuğuydu. Yani benim adım; Vincent Van Gogh’tu.
İçindekiler
Anlamak ya da Anlamamak
-Duymuyor musun evladım? Şu soruyu cevaplasana!, diye bağırdı matematik hocası.
-Hocam ben… ben yapamadım, affedersiniz.
-Bu yaşta hala bu soruları çözemiyorsun Van Gogh. Aklından kıt mısın evladım!, derken hocası adeta gürlemişti. Ancak bu senaryolar çok sürmeyecekti.
Bu cümleleri bir üniversite öğrencisiyken değil; henüz 12 yaşındayken duymaya başlamıştı Van Gogh. Kendisi için anlamanın anlamamaktan daha zor olduğunu fark ettiği zamansa, okula devam etmekten vazgeçtiği zamandı.
İlk Aşkım Ursula
Van Gogh henüz o zamanlar derslerinde pek başarılı» olamasa da hayattan ümidini kesmekten uzak durmuş, bir meslek edinmek isteyen, hayatının aşkını bulan ancak papaz bir babanın evladı olan aklı selim bir gençti.
Okumaktan vazgeçtiğim, kafamın karışık olduğu bir çocukluktan sonra babam sayesinde bir resim galerisinde satış memuru olarak işe başladım. Satış memurluğunu çok sevmiştim. Ama anlayacaktım ki asıl sevdiğim şey bu değildi. Talihim uzun bir süre benden yana olmazken resimlere olan ilgimi ilk defa babam sayesinde on altı yaşımda gördüm ve resimlerin bana karşı olan can alıcı çekiciliğinde hapsoluverdim.
Resimlerin beni içten içe rahatlattığı gerçeğini gizlemem kaçınılmazdı. Hal böyleyken ilk önce La Haye’e gidip kendimi bu alanda geliştirmek, sonra Brüksel’de daha farklı tarzda resimler görmek, oradan ise son durağım olacağını bilmediğim Londra’ya geldim ve durdum. Durdum çünkü Londra bana en güzel resmi değil; en güzel kadını sunmuştu.
Londra… Londra’da ilk defa bu kadar güzel bir resim görmüştüm. Tanrı dünyaya bir melek göndermiş olacak ki ona rast gelmiş olacaktım. Ursula…
Van Gogh şimdi biraz daha büyümüş, âşık olacak yaşa, zamana ve mekâna ermişti. Ursula ona Yüce Tanrı’ dan bir armağan gibiydi. İşte Vincent, Ursula’ yı Londra’ da tanıyor. Sanki bir papazın değil de kralın evladı olarak dünyaya gelmişçesine seviniyor ve sevgilisi, hazinesi, dünyanın en güzel portresi Ursula onun için bir doğum günü hediyesi, Londra ise gönlünü sarhoş eden bir meyhane oluyordu.
İçtiği üzüm suları kafasını aşk şarabıymış gibi döndürmüştü ama zehir olmaya da ramak kalmıştı.
-Ursula sevgilim, evlen benimle!
Kalbi bir kuşun gibi kanatlarını çırparcasına çarpıyordu şimdi. Henüz yirmi beşinde olan Van Gogh’un bu denli netliği ve gözü dönmüşlüğü kendini de hayretler içinde bırakmıştı besbelli. Ondandı işte şimdi dokunsan düşecek halleri. Evlenmek her genç gibi kendinin de hakkıydı. Ve buna sadece bir nefes kadar yakındı. Şimdi gözleri Ursula’nın gözlerindeyken yanıtını bekliyor, kalbi çarpıyor, başı dönüyor ama susuyordu. Bu Van Gogh’un ilk sessizliğiydi. Bu onun fırtına öncesi sessizliğiydi.
-Vincent, yapamam. Seninle evlenemem!
-Ama…derken sesler bulanıklaşıyor, gözler, kapanıyordu.
Ursula iki cümle ile Van Gogh’un tüm toz pembe hayallerini elinin kenarıyla itivermişti. Dudaklarının arasından nefes taneleriyle dökülen bu sözler bir kenarda dururken, Ursula’nın gözlerinde kaybolmuştu Van Gogh.
Hatta öylesine kaybolmuştu ki işi gücü bırakmış Londra’dan kaçmış bir vaziyette bulmuştu kendini.
Sokaklarda Dolaşmak Yeni Mesleğim
Ruh halim çok bozuldu. Ursula’nın gözlerimin içine bakıp da ‘evlenemem!’ demesiyle bayılmışlığımı, uyanışımı ve apar topar Londra’ dan bir tren bileti ile kaçışımı unutmadım. Ursula beni harap etmişti. Nereye gittiğimi bilmeden bindiğim tren beni Paris’e getirdi.
Paris’e gelmemle ise hemen iş aramaya koyuldum. Birçok sergi gezdim beni işe alsınlar diye ama yok!
İnsanlar ne kadar aksi ne kadar kibirli. Tamam, ben de onlardan pek farklı değilim, biliyorum ama insanlarda da kabahat yok değil!
Birçok iş denemiş olmak Van Gogh’u iyice yıpratmıştı; resim satışı bir kenara, öğretmenliği hatta papazlığı dahi denedi. Babasının belki de uzun zamandan sonra kendisine dokunduğu en faydalı şey papazlık yapabiliyor olmasıydı. Ufak yaşta ezberlediği İncil ayetleri gelmişti aklına. Ancak papazlık da pek sürmedi, o da pek işe yaramamıştı. Hatta gittiği köylerde adı deli papaza çıkmıştı. Gerçekten kötüydü ve akıl sağlığının gittikçe bozulduğunu kendisi de biliyordu. Henüz bunu fark edebiliyordu çünkü henüz erkendi.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Bilsem de yapabilecek miydim doğrusu bu da bir muamma. Sonunda bir köyde madenciler için papazlık yapmaya başlamıştım. Tabii öyle yüksek para karşılığı değildi ancak üç beş kuruş kazanabiliyordum. Sahi ben bu muydum? Tanrım gerçekten bunları yaşamak zorunda mıydım? Değilsem neden vardın! Ya da şimdi neden yoksun?
Van Gogh yaşadıkları karşısında Tanrı’ya olan inancını iyice yitirmişti. Tüm bunlar olurken ise bir mucize gerçekleşmiş ve kardeşi Theo yanına gelmişti. Onu bu harabe hayattan kurtarmış ve doğruca Brüksel’e gitmişlerdi. Van Gogh’un resim yapma yeteneğini de kardeşi çabucak fark etmiş ve ona ikinci güzel iyiliğini sunmuştu. Van Gogh Ridden van Rappart ile tanışmış» ondan anatomi ve perspektif dersleri almış, resim kabiliyetini ilerletmişti.
Daha sonra Van Gogh ailesinin de yaşadığı Etten’ e gitti ancak her bir yolculuk onu huzura götürmemiş; ona dertleri getirmişti.
Dul kuzeni Kate’e orada âşık olmuş ve ona evlenme teklifi etmişti. Neticede sonuç değişmemiş ve yine reddedilmişti.
Bunalımı giderek artarken resim hevesi de giderek artan bir adamdı. Yakın akrabası olan ünlü ressam Mauve’ den resim dersleri almıştı. Ve zaman gösterecekti ki Van Gogh fazlasını da yapacaktı…
İlk defa yağlı boya çizmeye başlamış ve bunun dehşet verici hissine kapılmıştım. Hayat hem resimlerle hem de kadınlarla çok güzeldi. O ara bir hayat kadınıyla birlikte yaşamıştım ancak bu uzun sürmesi mümkün bir şey değildi. Birkaç yıl sonra ise Margot ile tanıştım. İlk aşkım değildi ama son olmasını umuyordum. Evlenmeliyim, dedim onunla. Evlenmeliyim! Ne de olsa o da beni seviyordu. Hemen babama gittim ve durumu izah ettim. Karşı çıktı, razı olmadı…
Razı olmadı. Tabi babasının bu yaptığı Van Gogh’un kaotik durumunu iyice dibe sürüklemiş, Margot’ un ise başarıyla sonuçlanamamış bir intihara kalkışmasına neden olmuştu. Ve böylece babasının oğlu Vincent şimdi bambaşka bir adama dönüşmüştü. O artık bir seçim yapmak istiyordu. Ya ailesinden kaçmalıydı ya da düşüncelerinden kurtulmalıydı. Bu fikirler arasındaki seçimi yapmak onun için çok sürmeyecekti. Babası 1885 yılının» yine Vincent’in doğduğu soğuk bir mart ayında gözlerini yumdu.
Bu belki de Gogh’un inkâr ettiği Tanrı’dan gelen ilahi bir seçimdi. Kim bilirdi?
Paris’te İkinci Bir Şans
-Theo kardeşim bunlar ne, neden aldın bunları? derken sevinçten gözlerinin içi gülüyordu Gogh’ un. Kardeşi onu babasının ölümü sonrası Paris’ e yanına çağırmış ve çoktan resim malzemelerini onun için hazır etmişti bile. Van Gogh buralarda hem anılarını gözü önüne getirmiş hem de yepyeni bir başlangıca yine kardeşi sayesinde ‘evet’ demişti.
-Abi, hadi gel kendine bir şans tanı, toparlan! Daha seni kimlerle tanıştıracağım hem.
-Kardeşim ama beni gerçekten mahcup ediyorsun. Ben avare, deli bir adamın tekiyim, derken gözyaşları Vincent’in gözlerinden değil kalbinden akıvermişti.
-Öyleyse sen de benim için resim yaparsın ödeşmiş oluruz abi!
Van Gogh’un bu jest karşısında yüzü gülüyor, kardeşinin son dediklerinden sonra da kendini tutamayıp en içteninden bir kahkahayı koparıyordu. Neşesi yerine gelmişti Van Gogh’un. Ya da şöyle mi demeliyim: Theo’ nun belki de canından çok sevdiği abisinin?
Şimdi onun sırasıydı. Kardeşinin kendisine sunduğu bu fırsatı geri tepmemeliydi. Hemen işe koyuldu ve ilk iş olarak ressam Cormon’un resim atölyesine yazıldı. Burada hem kabiliyetini geliştirdi hem de birçok ressamla tanıştı. Tanıştığı her ressamın resim tekniğini benimsedi ve neredeyse bir yıl içerisinde sayıca iki yüzü aşkın resim yaptı!
Ya da diğer bir ifadeyle: Bir yılda elli iki değil de elli hafta olduğunu varsaysak Van Gogh haftada dört resim yapıyordu! Ama girdiği bunalımın artık farkında olamayan, akıl sağlığının kaybolduğu artık fark edemeyen, sessizliklerinin çığlıklarına dönüştüğünü göremeyen bir adama dönüşüyordu.
-Hayır, hayır! Lütfen boyalarımı almayın. Onlar benim her şeyim!
Van Gogh yaşanan durum karşısında kafasını bir o yana bir bu yana sallıyor. Deli gibi davrandığını görmüyor ama gösteriyordu.
-Kaldırın şu yemeği hemen masadan! Bu adam deli, deli! Hiç yemeğe boya katılır mı? Saçmalık bu!
Maalesef durum bundan farklı değildi. Van Gogh işinde çok ileri gitmiş, boyayı yalnızca resim yapmakta kullanmıyor bazen boya yiyor hatta yemeğine dahi boya katıyordu! İşte bu konuşmanın yaşandığı an sizin tanık olduğunuz anlardan sadece biriydi.
Kulağını Kesme Faciası
1888 yılı bir yaz gecesiydi. Havanın sıcaklığı epey bunaltıcı hale gelmişti ve güneş Van Gogh’un kafasına vurmuş olacak ki çok tuhaf davranışlarının olduğu, aklının normalden daha sık gidip geldiği bir gündü. O sıralar dostu ressam Gauguin ile samimiydi ama bu samimiyetin ne kadar süreceğini asla kestiremezdiniz tabii ki.
Gauguin… Bu tuhaf sesler, bu vızıltılar, bu konuşmalar… Tanrım delirmek üzereyim! Yeter artık istemiyorum! Yeter! Derken Vincent oturduğu ahşap sandalyeden tek hamlede kalktı ve mutfaktaki henüz daha bu sabah kahvaltısını dostu Gauguin ile birlikte yaptığı masadaki bıçağı bir çırpıda kapıp Gauguin’ in üzerine atladı ve boğazına yapıştı. Ancak dostu iri yarı bir adamdı, öyle kolay lokma değildi. Bir çırpıda Van Gogh’u üzerinden atıverdi.
Van Gogh ise hırsını alamamış bir şekilde bir ileri bir geri dolanıyor ne olduğunu ne yaptığını anlayamadan aynaya bakıyor ve kendinden geçmiş bir vaziyette sağ kulağına az önce Gauguin’ in boğazına dayadığı bıçağı sertçe bastırıyor ve bir ucundan öteki ucuna kadar kesiveriyordu. Ancak giden yalnızca kulağı değildi. Kulağıyla birlikte aklı da tamamen gidivermişti. Elbette bu olay da böylece olup bitmeyecekti.
Hastaneye kaldırıldı. Gördüğü hayallerin sıklığı günden güne artmaya başladı. Ancak bu esrarengiz hayaller arttıkça yaptığı resimler de artacaktı, arttı da. İki hafta hastanede kaldıktan sonra Arles’e yerleşti ve hayatının en güzel resimlerini burada çizdi desek yanlış olmaz. Daha sonra gönüllü olarak tekrar akıl hastanesine yatırıldı. Birçok resim çizdi ve bunlardan sonuncusu ‘Kırmızı Üzüm Bağı’ oldu.
Van Gogh’un Ölümü
Hikayesi ölümünü düşündürdü ama nasıl olacağı konusunda bizleri şaşırtmayacaktı.
Hastaneden çıkınca kardeşi Theo’nun yanına gitmişti. Bir gün tarlada resim yaparken tabancasını göğsüne dayamış, tetiğe basmış, ölüme bir adım daha yaklaşmıştı.
Tabi yine Theo geldi, yetişti ve onu kurtardı ama ilk defa bir çabası sonuçsuz kalacaktı. Çok sürmedi iki gün sonra Van Gogh öldü. Kaderdir bir yıl sonra da Theo öldü.
Ölümünden sonra Van Gogh yaşadıkları ve resimleriyle Paris’te ünü yayılmış ve bir anda meşhur bir ressama dönüşmüştü. O artık yalnızca bir papazın oğlu değildi.
Van Gogh otuz yedi yıl yaşamış ama resimlerinin birçoğunu ömrünün üç-dört yıllık diliminde yapmıştı.
Kader ona yaşadığı müddet ünlü ressam Vincent Van Gogh olma fırsatını asla vermemişti ama Theo’ nun kardeşi olma fırsatını pek çok kez göstermişti. Bundan mütevellit bu hikâyede Van Gogh’un hayatını değil; yan yana gömülmüş iki kardeşin hikayesini okudunuz…
Oldukça güzel bir yazı olmuş. Onur’un bir başkasının dilinden otobiyografiymiş gibi yazdığı yazıları gerçekten ilgi çekici oluyor. Kalemine sağlık.