karneyle dağıtılan yalnızlık

Karneyle Dağıtılan Yalnızlık #1

/

    Edebiyatsever birisinin, hiç edebi olmayan yazısıdır. Siz de kendinizi, boş vakti olmayan insanlardan biri olarak görüyorsanız, bu yazıyı okumayınız. Geçiniz efenim, geçiniz…

    Yalnızlık üzerine, sayılamayacak kadar çok şey söylenmiş. Okunamayacak kadar çok şey yazılmış. Ve hala bizi bu konuda yazmaya, karalamaya, düşünmeye itecek kadar çok şey yaşanmıştır. Ama hala konuşmak, yazmak, kısaca anlatmak istiyoruz. İşte, böyle başladı her şey…

  İnsanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık…

                                                                           -Edip Cansever-

    Sabah erkenden kalktı. Gece yastığı yere düşmüştü. Kalktığında, yere düştüğü için yastığına iğreti bir bakış attı. Canı hiçbir şey yemek istemiyordu. Güç bela yüzünü yıkamak için lavabonun yolunu tuttu. Musluk sıkışmıştı. Anlaşılan su bile isteksizdi.

      Yalnızlar sarılır, boynuma inceden

      Bir demir ranza, sessizce gıcırdar

      Bir karasinek usulca vızıldar

      Yalnızlığıma laf gelmesin diye

      Bir güneş ki, doğar uzaklara

    Suyu, musluğu ve yastığı unutmaya çalışarak, elbiselerini giyindi. Etrafına bir göz gezdirdi. Cebine baktı, karnesi yanındaydı. Ayakkabılarını giymek için kapıya yöneldi.

    Yavaşça doğruldu ve yavaş hareketlerle, bağcıklarını bağladığı ayakkabılarından uzaklaştı. Çitalar 100 km hıza en kısa sürede çıkan hayvanlardı, o ise ayakkabı bağcıklarından bir türlü ayrılamayan bir yalnız.

    Binanın en eski sakinlerinden biri olan çöpçatan teyzeye baktı, yerinde yoktu. Sessizce uzaklaşmanın tam zamanıydı. Hakkına düşen yalnızlığı almak için yola çıktı. Yaklaşık 2 yıldır böyleydi. Yalnızların sayısındaki hızlı artış yüzünden, yalnızlık karneyle dağıtılmaya başlanmıştı.

    Daha önce görmediği yerlere gitmeyi severdi. Eski evlerin bulunduğu bir sokağa girdi. Çatısı yıkılmış, taştan harabelerin bulunduğu bir sokaktı. Bir tarafı yıkılmış, bir tarafı yıkılmaya yüz tutmuş, o pencereleri naylondan olan harabeler. Kim bilir, neler gördü. Ne acılar, ne mutluluklar, ne hüzünler gördü bu duvarlar. Kim bilir belki intihar etti taşlar, birbirinin üstünden düşmek suretiyle. Harabelerin taşlarını sek sek oynamak için kullanan çocuklar vardı. O çocuklar ki içleri yaşama aşkıyla dolu. O çocuklar ki aldıkları nefesin hakkını verenler. Ve dünyaya bir nebze de olsa güzellik katanlar…

    Herhangi bir yalnız gibi kaçamak bakışlar atarak köşeyi döndü. Sonra her gün yaptığı gibi tüm yalnızlarla birlikte sıraya girdi. Eskiden insanlar mutluyken, yalnızlar da düşünülür, mahalle köşelerine yalnız olanlarla sohbet etsin diye, insan konulurdu. Şimdilerde ise karneyle dağıtılmaya başlandı. Sıra da birbirinin yüzüne kaçamak bakışlar atmak için can atan insanlarla doluydu. Üç kişilik bir aileye bir adet yalnızlık veriliyor, herkes kıt kanaat geçimini sağlamaya çalışıyordu.

    Bugün de hakkı olan yalnızlığı almak için karne ile her zamanki yere varmıştı. Bu sırada, herkes birbirini tanırdı. Etrafa göz gezdirdi. Yeni bir çocuk vardı. Daha gencecikti, içi sızladı. Çocuğa yaklaştı kafasını bükerek, yalnızlara has selamını verdi.

    Çocuk ilk defa gelmenin beceriksizliğiyle utanarak, sıkılarak selamını aldı.

    -Merak etme ufaklık bu günler de geçer. Zamanın da bir ustam vardı. Yalnızlık zor zanaat, derdi ustam. Yalnız kalabilmek, kalıp da yaşayabilmek zor derdi. O zamanlar yalnızlık karne ile dağıtılmazdı. Ben anlamazdım ustamı, he der geçerdim. Ve ustam, her seferinde yüzüne, acı bir gülümseme eklerdi.

    -Ne demek istediğini anladım amca, mesela ben de yalnızlığı, kabak çekirdeğine benzetirim.

    -Kabak çekirdeği mi?

    -Evet amca kabak çekirdeği, sen şimdi diyeceksin ki kabak çekirdeği de ne alaka. Amca hani kavrulmuş kabak çekirdeği yerken, ara sıra acı kabak çekirdeği gelir ya. Sonra üstüne ne kadar çitlesen de kolay kolay geçmez hani. Hah işte bence böyledir yalnızlıklar. Öyle bir girer ki hayatına, üstüne ne kadar insanla konuşursan konuş, ne kadar çok arkadaş edinirsen edin, kolay kolay gitmez,  bırakmaz seni.

    -Vaktin var mı evlat? Senle kısa bir yolculuğa çıkalım.

    -Elbette amca…

    -Bak, seni nereye götüreceğim. Dediklerimi tam olarak anlamadın ama anlayacaksın.

    Kolundan tuttuğu gibi şehrin en yüksek yerine götürdü. Buradan tüm binaların çatıları, balkonları, duvarları gözüküyordu. Tüm ağaçlar, kuşlar hatta böcekler. Çalışanlar ve çalışmayanlar herkes ama herkes görünüyordu.

    -Bak bakalım ne kadar bina var burada?

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzursuzluğun Romanı “Huzur”

    -Çok fazla. Tahminen binlerce sanırım.

    -Evet, çok fazla, peki ne kadar insan vardır o duvarlar arasında.

    -Milyonlarca olsa gerek.

    -Evet, binlerce bina arasında milyonlarca insan var. Bazı yerlerde kesişse de hepsinin farklı hayali var. Hepsinin farklı farklı dertleri var. İnançları, duyguları var. Kimilerinin hayali duvarlar içinde, kimilerinin dışında. Kimisinin hayali duvarlar arasında sıkışmış, kimilerinin gökyüzüne sığmaz halde.

    Beraber yaşıyorlar, yüz yüze bakıyorlar ama yalnızlar. İşte asıl yalnızlık bu evlat. İnsanlar yanından geçip gittiği halde, eve gittikten sonra derdini bir aynaya bakarak anlatmak zorunda kalmak. İşte asıl yalnızlık budur.

*Bağırdı bir insan acısını hissederek yalnızlığın. Diğeri de buruşturdu dudaklarını, çemkirdi semaya…

Gezmeye, okumaya, güzel bir tiyatro izlemeye aşığım. Gecenin bir yarısı eve giderken, sessizce yanınızdan geçebilirim. Sizinle aynı oyunda, yan yana aynı repliğe gülebiliriz. Evet, o gün bunun farkına varamayabiliriz. Ama belki bir gün, bir anıda, bir yazıda rastlaşırız sizinle. Kim bilir?

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Deneme Kategorisinde Son Yazılar

Uzun bir aradan sonra

Parlak Jurnal serüveni birkaç dost bir araya gelerek kurduğumuz bir internet sitesiyle başlamıştı. Üniversite öğrenicisi olmanın

Bir Palamut Meselesi

Bak! Şişman bir tekiri andıran yaramaz beyaz bulut, küçük bir sincap bulutunun peşinden gidiyor. Hava, ne