Bir başka güneş daha doğdu. Anlamsız bir şekilde kuşlar her sabah yaptıkları sabah ayinlerine tekrar başladı. Nasıl oluyor da hiç bıkmadan aynı şekilde başlıyorlar güne diyorum penceremden betonarme şehrimde kalan son birkaç ağaca bakarak. Sonra dönüp aynı şeyleri yapıyor dediğim kuşlar gibi günlük rutinime geçiyorum. Yüzümü yıkayıp kahvaltımı yapıp sokağa fırlıyorum. Aynı otobüse aynı saatte biniyorum, aynı yerde inip aynı insanları görerek aynı işleri yapıyorum, aynı cümleleri kurup aynı cümleleri duyuyorum, aynı sancılı bıkkın düşünceler içinde kafamı patlatıyorum ve hep aynı şekilde ofisimden aşağı bakıp intiharı düşünüyorum. Boşa çalışan bir makine gibiyim, boşa kanat çırpan bir kuş, uzayda süzülen yalnız taş parçasıyım. Karşıma çıkacak herhangi bir şey beni bozabilir, beni yaralayabilir, beni yok edebilir.
İşte bu düşünceler içinde kuşları yerdiğim şeyin aynısını yaptım, hem de hiç utanmadan. Bana dayatılanı sadece kuru ve kalabalık süslü cümleler içinde eleştirip birebir uyguladım. Şimdi ise bir elimde sigaram diğer elimde kahvem ile moladayım. Kulağıma sürekli ama gittikçe yükselen bir tonda aynı kelime geliyor: “Ferit”. Bu benim adımdı. Arkama döndüğümde karşımda normal yüz halinde bile tebessüm ile duran Berna duruyordu. Herkese takındığım yalan yüzüm ile bende ona tebessüm ve derin bir muhabbet isteğine sahip biriymiş gibi bakıyordum. İş arkadaşları olarak son zamanlarda işten çıkarmaların verdiği huzursuzluktan kurtulmak yani kısacası kafa dağıtmak için bir etkinlik planladıklarından söz etti. Ne yapılacağını bilmediğim halde ondan özür dileyip bir dizi bahane ile gelemeyeceğimi söyledim. Tam cümlemi bitirmiştim ki ısrarları ile beni insana saygı duyup duymamam konusunda sürekli olarak ikinci seçeneğe iten Harun araya girdi. Beni sürekli yalnız takılmakla yani birebir söylemese bile soğuk biri olmakla suçladı. Hoş, bu bir suçlama değil doğru bir tespitti.
Alnımda boncuk boncuk ter
Dudağım çatlak, gözlerim solgun
Yalnızlığında boğulan bir balığım ben
Zoraki çağrıldığım davetteyim şimdi. Pazarları evime kapanmak bir numaralı meşguliyetimken şimdi neredeydim. Kendi iç sesimi bastıran o dış sesler beni tüketiyordu. Yalancı samimiyetler sırf sessizliği aşmak için açılan boş sohbetler artık kafamı işgal ediyor, kontrolümü kaybetmeme sebep olacak raddeye geliyordu.
Yaz gününün sıcağına inat akşamın ürpertici serinliğinde devam eden kır evi buluşmasında adeta ayağında prangasıyla acı çekerek kendisine verilen cezayı çekmekte olan bir mahkûm gibiydim. Oysaki gençliğimde şu anda içinde bulunduğum ruh halinin tam zıttı ruh halindeydim. Zaman insana bir şeyler kattığı gibi beraberinde de çok daha fazlasını götürüyormuş. Anlam yüklediğim onca şey sırf bana bir ders olması içinmiş gibi ellerimden kayıp gitti. Kaybolan her bir parça benden de bir şeyler kopardı. Her sabah aynada kendime baktığımda bir önceki günden daha çok çökmüş bir suratla karşılaşıyorum. Sevdiğim kadın, eşyalar hatta yürümekten zevk aldığım o sahil yolu bile… Artık hiçbiri yok. Hayatımdan yok olanlar kervanına kattığım onca şey arasında sayıları gittikçe azalsa bile yine de katılanlar oluyor.
Zaman her şeye inat geçmekte
Tutamıyorum saatimden dökülen kum tanelerini
Oysa ne güzel umutlarım vardı benim
Uzun betimlemelerle kendimi ne kadar soyutlamaya çalışsam da hala aynı yerde ve aynı ikiyüzlülük ile karşılarında duruyordum. Sohbetler, şarkılar, türküler ile herkes halinden memnun gibiydi. Gecenin sonuna gelindiğinde mutluluğun yerini yorgunluk almıştı. Yavaş yavaş dağılmaya başlandığında kendimi yalnız ve tasmasından kurtulmuş haylaz bir köpek gibi hissettim. Aklımda sadece kaçmak vardı. Kaçmak ama nereye kadar kaçmak, ne zamana kadar kaçmak? Müsaade isteyip aralarından ayrılırken içimdeki karadeliğin gittikçe büyüdüğünü fark ettim. Arabam ile yolda ilerlerken aynı durum devam ediyordu. Birbirinin aynı ağaçlar aynı tabelalar arasından geçip hapishaneme vardım.