Bazen bir karınca olurdu;
Şafaktan, gün batımına kadar…
Kendinden beklenmeyen yükü,
Taşırdı patikadan tekrar tekrar.
Gülünce, dünyanın düzeleceğine,
Kurak topraklar gibi çatılan yüzün,
Su gören çöl gibi yeşilleneceğine,
Çiçeklenip dal vereceğine inanırdı.
Vakur bir oyuncu edasıyla;
Ara sıra güneşten sufle isterdi,
Ve nerede kaldığını unuttuğunda.
Umutla gökyüzüne bakardı…
Güneşi hep başucunda dursun,
Doğmadan önce ona sorsun,
Yatağında usulca dokunsun,
Sıcacık, aydınlıktan öpsün isterdi…
Mesela öğretmen olsaydı;
Sıranın en arkasına geçip
Öğrencilerini dinlerdi.
Sonra kocaman bir “pekiyi” çizip,
Yarı yıl tatiline giderdi.
Bir ceylan olsaydı;
İlk kez gittiği her yerde,
Kalbi pır pır atardı
Ve yürümek yerine hep koşardı…
Terzi olsaydı;
Hiç parça arttırmadan,
Eksiksiz, noksansız bir elbise dikerdi.
Sonra dolapta saklardı, hiç kırıştırmadan.
Gökyüzüne baktığında;
Yıldızların bunca çokluğuna,
Bulutların suya gebe oluşuna,
Gökkuşağının doğusuna
Ve kuşların gamsızlığına,
Şaşardı.
Bazen bir tilki gibi kurnaz,
Bazen bir kedi gibi uysaldı,
Hayal kuran bir oyunbaz,
Kırılan bir vazo,
Bazen de tembel bir türküydü.
Velhasıl-ı kelam,
En çok da unuttuklarıyla
İnsan mı insandı…