Gökyüzünün kapıları açılmış, lapa lapa yağan kar görkemli güzelliğiyle yeryüzünü bembeyaz bir sayfaya çevirmişti. Bu pürüzsüz manzarayı kapkara ayakkabılarıyla ve dengesiz yürüyüşüyle delik deşik ediyordu. Kuşların bile ağaçlardan inip hayranlık verici örtüye dokunmamaları karşısında bu kibirli adamın saygısızlığı yanına kar kalacaktı. Eve ulaşmak için geçmesi gereken çöp kokulu daracık ara sokağa girdiğinde her zamanki gibi ellerini cebinden çıkarıp müziğin sesini kıstı. Zira burada karşısına nasıl bir tehlike çıkacağı belli olmazdı. Kimi zaman burada yaşamaya mahkûm edilmiş aç ve bitap köpekler dişlerini gösteriyor, kimi zamansa gözlerinin feri sönmüş müptezeller üç beş kuruş koparabilmek için bıçak çekmekten imtina etmiyordu. Atkısının ardında soğuktan artık hissedemediği burnunun hemen altında dudağının kıyısıyla gülümsüyordu, zira bu güzel manzara aynı zamanda ona tehlikesiz bir yolculuk sağlamıştı belli ki. Fakat ansızın ayağına takılan bir şey bu rüyadan uyandıracaktı onu. Düşmemek için kesik eldiveninin açıkta kalmış kıpkırmızı parmak uçlarıyla duvara tutunmayı başarmıştı. Eğildiğinde dengesini bozan cismin bir cüzdan olduğunu fark etti. Siyah deriden güzel bir kodaman cüzdanıydı bu. “En fazla ne kadar olabilir ki?” diye düşünerek cüzdanı açtığında içinde yüksek meblağda dolar olduğunu fark etti. Arkasına, önüne, sağına, soluna baktı ancak bırakın insanı, haşerat bile yoktu. Bu ara sokağa kolay kolay kimse girmiyordu. “Zaten kamera da yok ki burada, sahibini bulsunlar” diye düşündü. Evet eğer şu an cüzdanı cebine koyup yoluna devam ederse kimse ona hesap soramazdı. Bu para tamamıyla onun olur, kazanmak için hiçbir şey feda etmediği bu enayi parasını dilediğince harcayabilirdi. “Ama hayır” dedi, bu yanlış bir davranış olurdu, kötülüktü bu! Cüzdanı hemen en yakın polis karakoluna bırakmalı ve içinden tek kuruş almadan evine dönmeliydi. Evet iyi bir insan ve örnek bir vatandaş olarak yapması gereken kesinlikle buydu. “İyi bir insan… Peki kime göre iyi?” dedi kendi kendine. Gece gündüz çalışıyor ama yine de yetmiyordu kazandığı. Arabanın son taksitini denkleştirmek için bir arkadaşından borç almıştı mesela. “Oysa böyle alımlı ve içi dolar dolu bir cüzdanın sahibi zengin biri olsa gerek, biraz da ihtiyaç sahipleri kullansın. Kendi istekleriyle vermiyorlar, halbuki benim de hakkım var bu parada”.
Düşünceleri kör bir kurşun gibi beyninin farklı noktalarına çarpıyor ve ne bir adım ileri, ne de bir adım geri gidemiyordu. Far görmüş tavşan gibi kalakalmıştı. Annesi küçükken doğru ve yanlış davranışları öğretmiş, “sen helal süt emdin çocuğum” demişti. Ama annesi ne bilirdi? Kafası eskiydi, anlayamazdı kapitalist dünyayı. Hem kim iyiydi ki? İnsanlar yolsuzluk yapıyor, birbirlerini boğazlıyorlardı. “Altı üstü bir cüzdan yahu!” diye bağırdı ağzını açmadan. Fakat yolsuzluk yapanlar da altı üstü bir yat, altı üstü bir villa, altı üstü çocuğun yurtdışı parası demiyor muydu? Bir katil altı üstü bir can, hem hak etmişti diyerek kendini aklamaya çalışmıyor muydu? Eğer eyleme kötü diyorsa neden yapacaktı bunca insan? İyilik ve kötülük, doğru ve yanlış neydi ki? Sana göre iyi olan bir şey bana göre kötü olamaz mıydı? Evet belki kameralar olsaydı teslim ederdi parayı çünkü çoğunluk bunun iyi bir eylem olduğunu düşünecek, kendisi de bir kahraman olacaktı. İyi de neden çoğunluk bunun iyi bir eylem olduğunu düşünüyordu? Çünkü fakirler isyan etmemeliydi. “Zaten böyle cüzdanı olan biri fakir olamaz. Hem çok mal da haramsız olmaz. İhtiyacım var. Eksiklerimi tamamlamam lazım. Bu da zengin arkadaşın bana ikramı olsun canım” diyerek gülümsedi. Cüzdandaki paraları alıp cebine koydu, cüzdanı bulduğu yere bıraktı ve hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
Tam birkaç adım atmıştı ki ayakları felç geçirircesine durdurdu kendisini. Yüzü Korkunç Ivan’ın oğlunu öldürdükten sonra cesedini kucaklarına alıp boşluğa bakakaldığı ifadeyi takınmıştı. Peki ya fakirse ama kredi çektiyse? Ya babasından kalan tarlayı sattıysa? Ya kanserli çocuğunun hastane masrafıysa? “Ya öyleyse ya böyleyse! Söz konusu ben olunca kimsenin umurunda olmuyor ama. Hayat böyledir, doğada evrim kuralları işler. Güçlü olan, zeki olan hayatta kalır. Kendimi düşünmek zorundayım.” İyi de herkes böyle düşündüğü için bu halde değil miydi? Ama aksini düşünmesi de mantıksız olurdu. Çünkü cüzdanın sahibinin fakir ya da zengin olması neyi değiştirirdi ki? Bu mal ona ait değildi. Alması hırsızlıktı, yasalara aykırıydı. Ama onu kötü bir insan yapması için daha objektif bir yasaya ihtiyaç vardı. Çünkü bu cüzdanı alıp almaması tamamen vicdanına kalmıştı. Birden küçükken öğretmeninin anlattığı bir hikâyeyi hatırladı.
“Hz. Ömer bir gece hizmetçisi ile birlikte kıyafetini değiştirerek halkı kontrol etmek ve problemlerini bizzat dinlemek üzere dolaşıyor. Bir gece bir kadının kızına;
– Kızım kalk süte su kat ve yarın onu satmaya hazırlan, dediğini duyar.
– Anneciğim Hz. Ömer’in süte su katmayı yasakladığını duymadın mı, şeklinde cevap verir.
– Kızım! Halife burada değildir, o bizi görür mü veya herhangi bir kimse bizi görür mü? Kız:
– Ömer bizi görmezse, Allah bizi görür! şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Hz. Ömer kızı oğluyla evlendirir.”
Eğer Allah yoksa bütün bunların hiçbir önemi kalmaz diye düşündü. Çünkü yapılan bütün yasalar nihayetinde insanlar tarafından üretilmişti. Öyle ki savaşta ne iğrençlikler yaşanıyordu. Eğer insanı sınırlandıran soyut bir çizgi yoksa onu kim durdurabilirdi ki? Yasalara göre 100 yıl önce kölelik birçok ülkede serbestti. Belki 100 yıl sonra homoseksüel evlilikler yasal olacaktı. Ama yasalar ve doğrular aynı şey midir? Bir davranışın doğruluğunu belirlemeye yasa ya da vicdan yeter mi? İnsanı çok iyi tanıyan insanüstü bir varlığın belirlediği kurallar, bütün insanların birlikte ürettiği toplumsal yasalardan daha objektif olmaz mı? Bu durumda daha önce hiç düşünmediği bir gerçek, çorapları suyun içine batmışçasına canını sıktı. Allah’ın varlığı ve yokluğu arasındaki fark aslında ahlaki açıdan da son derece belirleyiciydi. Eğer bir şey günahsa her şart ve koşulda günahtı ama yasal değilse çeşitli şartlarda yasal hale getirilebilirdi. Daha da önemlisi kendisini öldükten sonra bekleyen çetin bir hesabın olması dünyada sergilediği bütün davranış modellerini kökten değiştirmeliydi. Öyleyse şu anda cüzdanı alıp gitmesine engel olabilecek tek şey Allah’ın varlığıydı. Elleri titremeye kalbi hızla çarpmaya başladı. Ne yapmalıydı?
***
Bir genç kız, son ses çalan telefonunu açabilmek ve biraz soluklanabilmek ümidiyle hızlı bir hareketle karanlık ara sokağa sapmış, donmuş parmaklarıyla telefonu tutmaya çalışınca, son model cihazın dengesini kaybedip karların arasına kapaklanabileceğini hesap edememişti. Derin bir of çekerek telefonunu almak için eğildiğinde paltosunun cebinden düşen cüzdanını fark etmemişti bile. Telefonu aldı ve ekranı ıslatan kar tanelerini koluyla uzaklaştırmaya çalıştı. Hemen arkasında sessizce karlara basarak kendisine yaklaşan şapkalı bir adam olduğunu bilmiyordu elbette. Telefon hala çalmaya devam ediyordu. Arkasına dönmesiyle gözlerinin fal taşı gibi açılması ve yerinden sıçraması bir oldu.
-Ne yapıyorsun sen be? Korkuttun beni!
-Kusura bakma, uzaktan gördüm. Arayıp açmayınca merak ettim.
-Aklımı aldın. Güzel bir tesadüf oldu aslında, yayını burada yapabiliriz bence.
-Hmm… Burası bana da fena gelmedi. Ama bak Türkiye’nin sayılı yayıncılarından birisin. Açtığın her yayın milyonlarca izlenmeye ulaşıyor. Yine de bunu yapmak istediğine emin misin?
-Eminim. Canlı yayını açtıktan sonra şu taşların arasına koyacağım telefonu. Sabaha kadar bir yandan izbe sokakta yağan karı izlerken bir yandan neden böyle bir yayın açmışım diye düşünüp duracaklar. Bir yerlerden benim çıkmamı bekleyecekler. Bayağı büyük bir sansasyon olacak.
-Deneyelim bakalım.
İki arkadaş puslu caddede kaybolurken binlerce kişi canlı yayına bağlanmıştı bile. Biraz sonra, daha bir kişi tarafından izlenip izlenmediğinden emin olamayan bir adam vereceği kararla yarın on binlerce insanın gözü önünde ya kahraman ya da aşağılık biri haline dönüşeceğinin farkında bile değildi. Bu esnada çoktan gökyüzünün kapıları açılmış, lapa lapa yağan kar görkemli güzelliğiyle yeryüzünü bembeyaz bir sayfaya çevirmişti.