Muzaffer Bey saate baktı, vakit hayli geç olmuştu. Gece bekçileri gelir şimdi, diye geçirdi içinden. Güneşin son ışıkları vurmuştu Manisa’nın bu sakin ve huzurlu köyündeki tarlanın üzerine, ne güzeldi şu haşhaşın çiçekleri bu son ışıkların altında. Her geçen hayran olurdu zaten bu mor beyaz kanatlı meleklere. Ancak bazıları baş vermeye başlamıştı artık, beklemek şart olmuştu tarlayı. Yoksa kim bilir kimler yine çalıp çizmeye, boydan boya yırtmaya çalışırdı o güzel meleklerin kozalarını. Çizmek bir yana dursun, Muzaffer Bey bıçağın adını bile saçma bulurdu. Algı bıçağı derlerdi eskiler bu merete. Ne isimdi ama? Bu bıçak ile çıkarılan afyon insanda algı mı bırakırdı? Aslında bir yanı da mantıklı bulurdu bu ismi. İnsanoğlunun insanlığını, aklını, algısını körelten, katleden bir canavarı doğurana da ancak böyle bir ad gerekirdi.
Muzaffer Bey, öte yandan doğa ananın bu akıl almaz mucizesine şaşıyordu. Bir şey nasıl hem zehir hem de ilaç olarak kullanılabilir diye düşündü. Oğlu söylemişti gerçi, ilaç ile zehir arasındaki farkın miktar olduğunu. Ancak bu farklıydı. İlaç olarak kullanılan bu bitki ehil ellerde olmayınca bağımlılık da yapıyor, nice güzel fidanlara ve onlara gölge olan ulu çınarlara acı ve elem aşılıyordu. Yine de bu nebat fabrikada işlenmeli, özü şişelenmeliydi. Çünkü bu öz hekimlerin elinde mucizevi bir şifa doğuruyordu. Bu şifa kim bilir kimlerin aman vermez ağrılarını biraz olsun dindirmiş, kimlere amansız hastalıkla savaşta omuz vermişti.
Muzaffer Bey düşüncelere dalmışken, üç kişi göründü ufukta. Gelenler gececiler ve büyük oğlu Erkan’dı. Oğlu Erkan yeni gelmişti Ankara’dan. Başkentte, tıp fakültesinde okuyordu. Son senesiydi artık. Babasına kısa süre kalacağını, okula son sınavlar için geri dönmesi gerektiğini söylemişti. Ancak Muzaffer Bey oğlunun kısa süreli geliş gidişlerinden bile mutlu oluyordu. Hiç gelmemesinden iyiydi. Hem ne kalmıştı ki yaza, hem de Erkan yalnız değildi başkentte. Küçük kardeşi de yanındaydı. Mustafa üç yıl evvel kazanmıştı eczacılık fakültesini, iki yılı kalmıştı mezun olmaya. Ancak Mustafa ağabeyi gibi değildi. Ankara’ya gittiğinden beri yol bilmez, erkân tutmaz olmuştu. Aklı bir karış havada, sefih bir çocuk olup çıkmıştı. Eve geç gelir, içer, kötü insanlarla dostluk ederdi. Muzaffer Bey de, oğlu Erkan da ne kadar dil dökseler, ne kadar yol gösterseler de olmadı. Bir şey daha vardı ki ailesi bilseydi yer yerinden oynardı. Mustafa kurduğu yanlış dostluklarla uyuşturucuya da başlamıştı. Okula gitmiyor, eve ise sadece parası suyunu çekince uğruyordu. Eve uğradığı zamanlarda ağabeyiyle karşılaşmamak için odasından çıkmıyordu. Diğer arkadaşları mesleklerini layıkıyla öğrenmek için okulun kapısını aşındırırken, Mustafa sadece sınavdan sınava okula uğruyordu.
Mustafa o akşam yine arkadaşları ile buluşmak için eve gitmedi, ağabeyi de memleketteydi zaten. Her zaman toplandıkları o metruk, köhne apartman dairesinde bir gecelerini daha tüketiyorlardı. Bugün arkadaşları ile yaptıkları tek şey sohbet etmekti. Çünkü uyuşturucu denilen o riyakâr ve hain, dost gibi görünen düşmanı bulamamışlardı. Konu konuyu açtı ve Mustafa’dan konuşulmaya başlandı. Arkadaşlarından biri Mustafa’ya babasının ne iş yaptığını sordu. Mustafa başlangıçta bu konuda konuşmak istemediyse de üstelemelere dayanamadı ve anlatmaya başladı. Babasının işinden, yaptığı şeylerden, köyden ve köy hayatından küçümseyerek bahsetti. Anlatılanlar arkadaşlarının hele ki Nuri’nin çok ilgisini çekmişti. Nuri gruba uyuşturucuyu temin eden kişiydi. Ve yeni bir kaynak bulduğunun farkındaydı. Son zamanlarda başkent polisinin verdiği amansız mücadele ile zehir tacirlerinin stokları erimiş, sakladıkları zehirler ile evlere ateş düşüremeden önlerine geçilmişti. Bunun yanında hudut karakollarının üstün çabalarıyla ülkeye giren uyuşturucuların ardı kesilmiş, sıkı tedbirler ile sokak satıcılarının çoğu yakalanmıştı. Bu nedenle yeni kaynaklara ihtiyaçları vardı. Bu konudan patronlarına bahsetmeli ve fikirlerini almalıydı. Grup dağılırken Nuri, Mustafa ile beraber çıktı. Ona yarın buluşmak istediğini, gelip gelemeyeceğini sordu. Mustafa hiç düşünmeden teklifi kabul etti.
Sabahın ilk ışıklarının verdiği o muhteşem huzurun tadını hiç bir zaman alamamıştı Mustafa. Çünkü her gün kafasını yastıktan kaldırması öğle sonrasını buluyordu. Babası her zaman “Aş sabahın, iş sabahın.” derdi. Ancak gel gör ki Mustafa, kendi doğrularında direten bir çocuktu. Öğleye doğru uyanır uyanmaz Nuri’yi aradı. Hazırlandı ve evden çıktı. Buluşacakları yere vardığında çok şaşırmıştı, genelde hep şehrin ücra köşelerinde buluşurlardı. Ancak bugün şehrin en göz kamaştırıcı noktalarından birindelerdi. Binadan içeri girip, yukarıya doğru yöneldiler. Nuri odaya girer girmez, lafa girdi. Dün akşam Mustafa’nın anlattıklarını bir bir sıraladı. Bu konu odadakilerin fazla ilgisini çekti ve planlamalar başladı. Mustafa hasta olduğunu söyleyecek ve ailesini Ankara’ya çağıracaktı. Böylece tarla ile ilgili verdiği bilgiler ve ayrıntılar ışığında hazırlanan plan üzerine çetenin adamları tarlaya gidecek ve olgunlaşmamış haşhaş kellerini toplayacaklardı. Ancak planın uygulanması için erkendi, çünkü haşhaş gozak vermeye yeni başlamıştı. Gozakların tümüyle çıkması için biraz daha süre vardı. Bu süre içinde çete planı olgunlaştırdı, hazırlıklarını yaptı ve harekete geçmek için gün saymaya başladı.
Mustafa içindeki huzursuzluğa anlam veremiyordu. O ki her zaman başına buyruk yaşamış, kendi doğrularından başkalarını hep göz ardı etmişti. Aslında liseye giderken iyi huylu, yardımsever ve merhametli bir çocuktu. Ancak annesi Elif Hanım’ın zamansız ölümü ailede en çok onu sarsmış, onun kalbinde şifa bulmaz yaralar açmıştı. O da bu yaralarını unutabilmek umuduyla ve arkadaşlarının ısrarıyla uyuşturucuya başlamış ve onu kendine dost bellemişti. Mustafa’nın göremediği ise pek çoklarının da göremediği uyuşturucu ile son gürlüğün kader ortaklığıydı. Uyuşturucu insanları iyi eder gibi görünürdü, ancak bu iyilik ölümünden hemen önce durumu iyiye gidenlerden farksız ve hatta daha kötü bir iyilik haliydi. Çünkü bu maddenin pençesine düşenler, bu iyilik halinin sadece beyin fizyolojisindeki kimyasal bir bozukluktan kaynaklandığını bilmezlerdi. Hem nerede görülmüştü ki muzırın nafi olduğu cahil ve kötücül ellerde.
Günler günleri kovaladı ve planlanan zaman geldi. Mustafa dün akşam babası Muzaffer Bey’i aramış, ona çok hasta olduğunu söyleyip bir an önce Ankara’ya gelmelerini istemişti. Ancak çetenin hesaba katmadığı bir şey vardı. O da, Mustafa’nın ağabeyi Erkan’ın memlekette oluşuydu. Muzaffer Bey telefonu alır almaz Erkan’ı Ankara’ya yollamış, kendisi ise memlekette kalmıştı. O da gitmeyi, oğlunun iyi olduğunu görmeyi çok isterdi ama işi başından aşkındı. Ayrıca devletin kendisine güvenerek ekimine izin verdiği ekmek kapısını terk edemezdi. Yıllarca haşhaş ekerek ailesinin geçimini sağlamış, iki evladını bugünlere getirmişti.
Şimdi bu emanete hıyanet etmek olur muydu? Hem Erkan gitmişti ya kardeşinin yanına. Ona olan güveni tamdı. Kardeşiyle, kendisinden daha iyi ilgileneceğini biliyordu.
Muzaffer Bey sabahı zor etti. Gün ağarır ağarmaz çocuklarının evini aradı ancak telefonu açan olmadı. Herhalde hastanededirler diye düşündü. Heybesini hazırlayıp, tarlaya doğru yola çıktı. Bugün hem sulama yapması hem de her günkü gibi tarlanın başını beklemesi gerekiyordu. Ancak gece yaşananları bir bilseydi, tarlaya gitmek şöyle dursun ayağa kalkacak gücü bile zor bulabilirdi kendinde.
Gece gelen beklenmedik haberle yola çıkan Erkan, gece yarısını biraz geçe Eskişehir’e varmıştı. Okulu yeni bitmişti. Hem babasına tarlada yardımcı olmak hem de atandığı kasabaya gitmeden önce onu son kez görmek için memlekete bir kez daha gitmişti. “Keşke gelmez olaydım.” diye geçirdi içinden. “Kardeşimin yanında olsaydım belki de hiç hastalanmayacaktı.” diye söylendi kendi kendine. Ancak olan olmuştu, mümkün olan en hızlı şekilde onun yanında olmalıydı. Uyku onu yavaş yavaş kuşatmıştı ancak duramazdı. Hem şunun şurasında ne kalmıştı ki başkente. Erkan hızın ve kendisini kucaklayan uykunun etkisiyle dere kenarındaki demir bariyerlere çarptı. Keşke bu uyku Erkan’ı sadece kucaklasaydı. Alelacele çıkmanın neden olduğu vurdumduymazlıkla emniyet kemerini de takmayan Erkan, kazanın etkisiyle aracının ön camından dışarı fırlamıştı. Boğazına saplanan cam parçalarının etkisiyle şah damarı parçalanmış, vücudu kanlar içinde kalmıştı. Buna rağmen Erkan’ın son saniyelerinde de aklında sadece kardeşi Mustafa vardı.
Saatler saatleri kovaladı, Güneş tepeye kavuştu. Muzaffer Bey sulamayı bitirmek üzereydi. Eşi Elif Hanım ile beraber diktikleri, tarla ortasındaki meşe ağacının altında dinlenmeye başladı. Bu ağacı diktikleri gün dün gibi aklındaydı. Elif ile evleneli üç yıl olmamış, Erkan’ı yeni kucaklarına almışlardı. Beraber tarlaya gittiklerinde Elif’in sırtını dayayacak, altında yavrusu ile ilgilenecek, onlara gölgelik olacak bir yerleri yoktu. O günlerde karar vermişlerdi ağacı dikmeye. Başlarda Muzaffer Bey bir çadır atmak istemişse de Elif Hanım razı olmamış, ağaç dikmekte diretmişti. Şimdi Muzaffer Bey Elif Hanım’ın neden ağaçta direttiğini bir kez daha anlamış, sırtını bir canlıya dayamanın verdiği lezzeti ve huzuru bir kez daha tatmıştı. Elif’ ten beri ilk kez sırtını meşeye vermişti. Çünkü Elif Hanım’ın vefatından sonra ağacın bir yanı yaprak tutmaz, dal vermez olmuştu. Muzaffer Bey de Elif’in onu bir başına bırakmasından sonra bir de mutluluklarının nişanesi olan bu koca meşenin onu yarım bırakmasına içerlemişti. Son zamanlarda meşenin diğer yanının da hastalık kapması onun için ayrı bir hüzün kaynağıydı.
Muzaffer Bey hem dinlendikten hem de heybesindeki azığını yedikten sonra kalkıp işe koyulması gerektiğinin farkındaydı. Ancak oğullarını bir kez daha arayıp, son durumu öğrenmek istiyordu. Bunun için eve gitmek kendisine çok zaman kaybettirirdi. Tarla köye yayan yarım saatti. Oğlu Erkan kaç kez söylemişti kendisi için bir cep telefonu alması gerektiğini. Muzaffer Bey ise her defasında reddetmişti. Ne yapacaktı ki bu yaşta cep telefonunu. Köydeki tanıdıklarla zaten hep yüz yüzeydi. Telefonuysa sadece çocuklar için tutuyordu zaten evde. Çocuklar da olmasaydı onu da bağlatmazdı evine. Biraz pişmanlık duysa da cep telefonu almadığına, gececilerden Sami’nin vardı nasıl olsa. “O gelince ararım.” diye söylendi kendi kendine. Kalkıp bir kez daha sulama işine koyuldu, tarladaki yabancılardan bihaber şekilde.
Mustafa öğleden sonra kapının sertçe çalınması ile uyandı. Saate baktı, saat ikiyi geçiyordu. “Herhalde babam ile ağabeyim geldiler de kapıda kaldılar.” diye düşündü. Hemen yatağından kalkıp dış kapıya yöneldi. Gelen kişi Mustafa ve Erkan’ı öz oğulları gibi gören, karşı komşuları Sabiha Hanım’dı. Sabiha Hanım yıllardır çocuklara çok iyi komşuluk etmiş, altı yıl boyunca Erkan’a şefkatli bir anne gibi yaklaşmıştı. Ağlamaklı bir şekilde içeri giren Sabiha Hanım, Mustafa’yı görmezden gelerek salona doğru yöneldi. Mustafa, Sabiha Hanım’ın kocası tarafından yine şiddete uğradığını düşünmüştü. Sabiha Hanım genç yaşta yanlış bir evlilik yapmıştı. Yıllarca eşinden şiddet görmüş ancak aile baskısı nedeniyle bir türlü ayrılamamıştı. Erkan apartmana taşındığından beri ne zaman eşiyle tartışsa hemen onlara gelir, onlardan yardım isterdi. Mustafa her ne kadar uyuşturucu kullansa da asla şiddetten haz etmezdi ve şiddete uğrayanları korumaktan geri durmazdı. İster bir sokak köpeği, ister masum bir çocuk, ister onurlu bir kadın, isterse de hakkını arayan bir erkek olsun kimseye şiddet uygulanmasına göz yummazdı. Aynı zamanda kadınlara çiçek denmesinden de haz etmezdi. Çünkü çiçekler bakıma muhtaçtı. Bu da ona göre erkeklerin zırvalamalarından başka bir şey değildi. Ancak bu kez durum farklıydı. Sabiha Hanım, salona girer girmez televizyonu açtı ve kanepeye yığıldı. Mustafa annesine benzettiği bu iyi huylu kadını takip ederken neler yaptığına anlam verememişti. Bültende verilen habere göre Eskişehir-Ankara karayolunda bir trafik kazası
gerçekleşmiş ve bu kazada bir kişi hayatını kaybetmişti. Kaza esnasında ölen kişinin cüzdanı bulunamamış, kimliği tespit edilememişti. Yetkililer kimliğin, emniyet kemeri takmaması neticesinde araçtan çıkan kazazede ile birlikte Sarısu Deresi’ne düştüğünü tahmin ettiklerini, kazazedenin çıkarıldığını ancak kimliğin hala bulanamadığını açıklamışlardı. Kolluk kuvvetleri aynı zamanda aracın torpidosunda bir adet fotoğraf bulmuştu. Ekranlara yansıtılan fotoğrafı görünce Mustafa’nın başından aşağı kaynar sular döküldü. Fotoğrafta annesi, ağabeyi, babası ve kendisi vardı. Bu fotoğrafı çektiklerinde kendisi henüz on yaşındaydı. Ağabeyi liseye yeni başlamış, babası da bunu kutlamak için bir aile fotoğrafı çektirmek istemişti. Sabahtan hazırlanıp ilçeye gitmişler, her zaman vesikalık çekildikleri Mehmet Efendinin Fotoğrafhanesi’nde iki dirhem bir çekirdek halde aile pozu vermişlerdi. Ancak fotoğraf karesindeki iki kişi artık hayat sahnesinde yoktu.
Muzaffer Bey, sulamayı bitirmiş şekilde gece bekçilerinin gelmesini beklerken tarlanın etrafında dolanmaya başladı. Su kuyusuna doğru gelince gördüklerine inanamadı. Bazı haşhaş kozaları yerinde değildi. Daha bir saat önce buraya su pompasını kapatmak için gelmemiş miydi? Bu arada kim gelir de gozakları alır, diye düşündü. Hemen jandarma karakolunu aramak için köy yoluna yöneldi. Kendisi duyamıyordu ancak masum bir insanın canını alan silahtan çıkan üç el atış sesi, Sarıaliler Köyü’nden bile duyulmuştu.
Muzaffer Bey’in köyünde silah sesi duyulur duyulmaz meydanda bir hengâme koptu. Kimse bu sese bir anlam verememişti. Av sezonu kapanalı üç aydan fazla olmuştu. Gerçi köylüler av sezonunda da hayvanların avlanmasına razı gelmiyordu. Silah sesi iki kez daha duyulduğunda muhtar iyice işkillendi. Hemen telefona sarılıp jandarmaya haber verdi. Buralar merkezi olmadığından asayişi jandarma sağlardı. Ancak bölgede haşhaş tarlalarının fazla olması nedeniyle il narkotik şubeye de haber verilmişti. Jandarma gelir gelmez muhtar, sesin tarlalar tarafından geldiğini söyledi. Tarla yolu taşlık ve dar olunca jandarma aracı giremedi. Muhtarın traktörü ile yola koyuldular. Muhtar gözünü dört açmış şekilde ilerlerken, Muzaffer Bey’in tarlasının başında kendilerine el eden iki kişiyi gördü. Bunlar gece bekçileriydi. Jandarma hemen traktörden atlayıp tarlaya doğru koşmaya başladı. Narkotik şube ekibi de tarlaya başka bir traktör ile varmak üzereydi. Muzaffer Bey’ in cansız bedeni meşe ağacının altındaydı. Su pompasından meşe ağacına kadar olan haşhaşların artık sulanmasına gerek yoktu. Çünkü dünyanın en kıymetli şeyi ile onurlu ve iyi bir insanın kanı ile sulanmışlardı. Muzaffer Bey vurulduktan sonra son nefesini eşinin yadigârlarından, çocuğu gibi gördüğü meşe ağacının altında vermek istemişti. Meşe ağacına oğullarına sarılır gibi sarılmış, gövdesini sıkıca kucaklamıştı.
Mustafa televizyondaki haberi görür görmez Eskişehir’e doğru yola koyuldu. Ehliyeti olmadığı için onu Sabiha Hanım götürüyordu. Mustafa ne kadar ısrar ettiyse de Sabiha Hanım onu yalnız yollamaya razı olmamış, ehliyetsiz şekilde yola çıkmasına izin vermemişti. Mustafa gelecek cezayı kendisinin ödeyeceğini söylediyse de, Sabiha Hanım paranın peşinde değildi. Oğlu gibi sevdiği bir kişiyi daha kaybetmek istemiyordu sadece. Çünkü ehliyetsiz yola çıkmanın sadece paraya değil bir cana mâl olduğunu bir kez deneyimlemiş, oğlu Semih’i hiç yaşanmaması gereken bir trafik kazasında kaybetmişti. Ehliyetsiz bir şekilde araç kullanan ve bir de üstüne uyuşturucu almış biri oğluna çarpmış, onu hayattan ve biricik annesinden koparmıştı. Hâkim bu evlat tırpanına her ne kadar en üst sınırdan ceza vermiş olsa da hiçbir şey oğlunu geri getiremez, Sabiha Hanım’ın acısına merhem olamazdı. Bu nedenle Sabiha Hanım, hem kendi canının hem de başka masumların canının selameti için Mustafa’yı kendi aracı ile Eskişehir’e götürüyordu. Henüz Polatlı’yı yeni çıkmışlardı ki Mustafa’nın telefonu acı acı çalmaya başladı. Arayan Necdet amcasıydı. Mustafa ağabeyinin kaza haberi nedeniyle amcasının aradığını düşündü. Telefonu açmadı. Amcası tekrar tekrar aradı. Üçüncü arayışında Mustafa istem dışı telefona cevap verdi. Ancak amcası değil yengesi Gül Hanım konuşuyordu. Arkadan gelen ağlayış ve haykırışlara başta anlam veremedi. Yengesi de ağladığı için ne dediği anlaşılmıyordu. Sadece baban, tarla ve vuruldu kelimelerini duyabilmişti. Sonrasında da tünele girdikleri için telefon kapandı.
Mustafa ve Sabiha Hanım, Eskişehir’e varınca hemen Erkan’ın cenazesinin bulunduğu morga gittiler. Mustafa onu, biricik ağabeyini teşhis etmek için içeri girdiğinde kendini tutamadı. Gözyaşları damla damla düşüyordu yere, yıllardır yaptığı yanlışlıkları ona hatırlatmak istercesine. Dışarı çıktıktan sonra babasını aradı. Ancak ev telefonunu açan babası değil, halası Leyla Hanım’dı. O da ağlıyordu. Halasına ağabeyinin durumundan haberdar olup olmadıklarını sordu ve babasının yola çıkıp çıkmadığını öğrenmek istedi. Ancak halası da konuşamayacak durumdaydı. Ona sadece “Baban öldü.” diyebildi.
Mustafa ne olduğunu anlayamamıştı. Kimse doğru düzgün bilgi vermiyordu kendisine. Sonra aklına muhtarı aramak geldi. Muhtar telefonu açar açmaz, heyecanlı bir şekilde köyde olanları anlattı. Mustafa başlangıçta duyduklarına inanamadı. Ancak sonrasında istemsizce ağlamaya başladı ve şu an yanındaki tek dayanağı olan Sabiha Hanım’a sarılarak hüngür hüngür ağlamaya devam etti.
Sabahın ilk ışıkları Manisa’nın bu güzel ve bir o kadar da hüzünlü köyünü aydınlattığında kimse uyumuyordu. Herkes Muzaffer Bey’in tarlasındaki meşe ağacının başında toplanmış, iki adet mezarın kazılışını izliyordu. Mustafa ağabeyinin cenazesini teslim almış, seher vaktinde köye varmıştı. Baba ve oğula son kez helallik verilmiş, bu iki güzel insan son kez yakınları tarafından kucaklanmış, son kez omuzlar üzerine alınmıştı. Cenazeler toprak ananın şefkatli kollarına teslim edildikten sonra herkes dağılmıştı. Aileden kalan son kişi, Mustafa ise mezarların başından ayrılamıyordu. Ayakları gitmek istese de gönlü izin vermiyordu. Hepsi kendi suçuydu. Sürekli tekrar ettiği tek şey buydu. “Elden ne gelir, ölüm her kapıyı bir gün çalacak.” dedi Sabiha Hanım arkasından. Mustafa da biliyordu bunu, ancak bu çalış çok erkendi. Ağabeyinin ve babasının kanı artık onun da ellerine bulaşmıştı. Ellerindeki bu kanı temizlemeli, yıllardır yapmadığı doğru hareketi onlar için yapmalıydı. Ancak Mustafa’nın her doğrusu gibi doğru olduğunu sandığı bu hareket de kendi yanlışlarından bir başkasıydı sadece.
Manisa’daki tüm kolluk kuvvetleri Muzaffer Bey’in ölümünü aydınlatmak için seferber olmuşlardı. Bu davadaki failleri yakalamak, hem masum bir insanın ölümünün altındaki gerçekleri ortaya çıkaracak hem de narkotik bir vakanın çözümlenmesini sağlayacaktı. Ancak olayın üstünden bir ay geçmesine rağmen vaka çözümlenememişti. Suçlular tespit edilmiş ancak yakalanamamıştı.
Sabiha Hanım kahvaltıdan sonra bugünün gazetesini okumak için balkondaki koltuğuna oturdu. Gazetedeki üçüncü sayfa haberlerine gelince donakaldı. Çünkü Mustafa, o oğlu gibi gördüğü delikanlı üç kişiyi öldürmüş ve polis tarafından yakalanmıştı. Olay polis tarafından çete hesaplaşması olarak değerlendirilmiş, ölen üç kişinin de birkaç ay önce Manisa’da gerçekleşen ve narkotik bir vaka ile ilintili olan cinayetin failleri olduğu tespit edilmişti. Ancak Sabiha Hanım olayın gerçek ve acı yüzünü biliyordu. Mustafa bir kez daha kendi doğrularını insanlığın genel geçer doğrularının üzerinde tutmuş, düzenin hâkim olduğu her toplumdaki gibi yargı erkinin vermesi gereken bir kararı kendi inisiyatifi ile almıştı. Artık o da annesinin ölümünden sonra bir yanı yaprak tutmaz olan meşe ağacı gibi, babasının ölümünden sonra yaşamdan tamamen kopmuştu. İnsanlığının kalan yarısı da meşenin kalan yarısı gibi çürüyüp, yere yıkılmıştı.
Konuk Yazar: M. Kemal Kara
Dolu dolu, harika bir içerik olmuş. Elinize sağlık.
Teşekkür ederim.
Bazı yerlerde anlatımı bozan küçük ayrıntılar olsa da doğrusu, uzunluğuna rağmen akıcı bir yazı olmuş. Sonunu merak ederek, kurguyu içselleştirerek okuduğumu itiraf etmeliyim. Ellerinize sağlık sayın yazar.