Kitapların önünde bir çalışma masası, sanki umumi tekrir önünde gibi ciddi, derli toplu. Hayatımın fazlaca bir kısmını burada geçireceğimi anladığımdan beri daha sık oturuyorum buraya. Benim melalimi çeken sadece bu masa, bu kalem, bu defterim sanki. Sanki değil hakikaten de öyle, kimin kime tahammül sınırı yok ki? Nadiren hücrenin dışına çıkarttıklarında bahçe kısmına, orada muhabbet ettiğim kuşların bile bana tahammülü kalmamış artık defterim. Onları beslemek istediğimde dahi zahirde ürkek halleriyle karşılaşıyorum. Güneş dahi bana yüzünü göstermiyor eskisi kadar.
Nazım Hikmet’in;
“Ben içeri düştüğümden beri
Güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ‘lafı bile edilmez mikroskobik bir zaman’ Bana sorarsanız: On senesi ömrümün” Dizelerini bu denli derinden anlamamın varitli olabileceği aklıma dahi gelmezdi. Yapamıyorum içeride, dışarıda volta atıp durmaktan ve yazı yazmaktan başka hiçbir uğraşa gücüm yok. Yıllar geçiyor ama ben hala kendi içimde yaşananları muhavere etmekten geçemiyorum. Kızım ve eşim eskisi kadar da gelmiyor yanıma, bana kızgınlıkları günden güne artıyor. Bunu öylesine derinden hissediyorum ki… Onlardan ayrı kaldıkça benim de kendime olan kızgınlığım belirmeye başlar mı dersin? Bunu bilmiyorum fakat 3 hafta önce kızım yanıma geldiğinde gözlerimin içine bakıp “onun kızını düşündün, ama kendi öz kızın vicdanın kadar önemli değildi öyle mi?” dediğinde buradaki tarh edilmiş yaşantıma bir vurgun da ondan geldi. O gün yaşananları daha çok düşünmeye başlıyorum ve her düşündüğümde burnuma iyotla karışık deniz kokusu gelmeye başlıyor daha da kötüleşiyorum sırdaşım.
O gün limanda işler sarpa sarmışken ve biz iki işçi, son derece telaş içinde elleçleme işlemlerini kayıt altına alırken bir yandan da küçük dağları halk ettiğinden bir hayli emin olan liman şefinin, söylenmelerine, agresif tavırlarına maruz kalıyorduk. Son gemi felaket dalgaların arasından son derece yavaş bir şekilde limana yaklaşırken gün bitmeye de başlamıştı. Son boşaltım kayıtlarını tutup artık herkesin aklında sıcak yuvasına gitmek vardı. Gemi demir attı ve yük boşaltımına başladı. Ben ve yanımdaki arkadaşım tüm titizliğimizle malları kayıt altına alırken, gözümüzden nasıl kaçtığını anlayamadığımız bir hayli değeri yüksek yükü kayıt altına almadığımızı, bize yatağımızda gecenin 3’ünde haber verildiğinde öğrendik.
Daha büyük bir meyus ve kaygıyla limana vardığımı hatırlamıyorum daha önce. Bana en kötü günlerimde bile huzuru bağışlayan o mavi çarşaf gibi deniz, hayatımın en büyük kötülüğünü yaşatacaktı. Bunu sezmişçesine adımlarım yavaşladı sanki geri geri gidiyordum ama ileri doğru adım attığımı sanıyordum. Güneş doğmaya başladığında, yürürken yüzüme vuran rüzgarın hafif ılıması beni dizginlemişti biraz. Arkadaşım benden önce varmıştı limana göz göze geldik ve nedenini anlamadığım bir şekilde yalvarırcasına bakışlarını yakaladım. Tam onunla konuşmak üzereyken yukarıdan o çok tanıdığım ve kulaklarımı tırmalayan sesi duydum. Liman şefinin sesiydi. Senmişsin dedi bana, yükü kayıt altına almayan senmişsin. Arkama nasıl bir hiddetle dönüp arkadaşıma baktığımı hala dün gibi hatırlıyorum.
Bana bunu hala inanmakta güçlük çektiğim bir biçimde yapmıştı. Gayet alaminüt bir şekilde limana polis ekipleri geldiğinde, şirketin çoktan şikayetçi olduğunu, paranın ödenmesini istediğini ve eğer ödenmezse hapsimin istendiğini öğrendim. Tabii ki ödeyemezdim. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, ben iftiraya maruz bırakıldım diyemiyordum. Bütün belgeleriyle kanıtlayıp bunu benim yapmadığımı savunamıyordum.
Bakması gereken doğuştan engeli olan bir kızı vardı ve eğer hapis yatarsa, o yanakları al al olan kızcağıza bakacak kimseler yoktu. Ne bir akraba, ne bir anne hiç kimsesi yoktu onun. Kızgınlıkla karışık ona hak vermeye başlarken, polisler beni savcılıktan gelen salahiyetle götürdüler .
Gardiyanın sesiyle irkildim ve kafamın içindeki hatıralı toz bulutu bir anda dağıldı. Aynı zaman da o burnumda tüten iyotla karışık deniz kokusu da yok oluvermişti. Hücrenin leş kokusunu solumaya içeri gidiyorum. Uzun zamandır Nazan’ıma, hayat arkadaşıma bir mektup yazmadığım aklıma düştü. Yanıma ziyarete gelseler dahi ona mektup yazmak bana muazzam geliyor defterim. Kısa mektubuma başlıyorum:
Nazan,
Seni felaket özlüyorum. Mektubumu bu mukaddeme ile yazmama alıştın sanıyorum. İnan seni bıktıracak derecede çok söylüyorum belki fakat günlerim geçmiyor, sizi düşünmekten günlerim geçmiyor Nazan. Kendi halimi dahi unuttum, ikinizin bana kızgınlığını geliyor hatırıma, ne zaman ziyarete geleceğiniz geliyor, ne yiyip ne içtiğiniz geliyor. O kadar para ile yetinebiliyor musunuz sevgilim? Gerçi yetinemeseniz dahi bana belli etmezsin biliyorum. Bana kızgın dahi olsan üzülmemi istemezsin öyle değil mi Nazan?
Burnuma, dışarıda ateş yakıp yemek pişirdiğinde saçlarında kalan is kokusu geliyor. Daha çok özlüyorum. Burası bana böyle günlük, basit hayatımızın tarifsiz özlemlerini yaşatıyor görüyorsun değil mi? Hücredeki arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla bugün şebiyelda ( en uzun gece) varmış. Bilmiyorlar ki sizsiz her gece şebiyelda’yı bizzat yaşıyorum sevgilim. Mektubu sonlandırıyorum burada. Sait Faik’in de dediği gibi “İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.” Gözlerinizden öperim Nazan.
-Kartal F Tipi Cezaevi, 1993-
Yazar: Zeynep Bilge Budak
Bu yazı, Evde Kal Türkiye Parlak Jurnal Yazı Yarışmasında dördüncü olmuştur.
Muazzam bir hikaye. Yazan hanfendi belli ki çok yetenekli. Parlak bir geleceği var. Öyküsünden çok sıkı bir durum hikayesi okuyucusu olduğu anlaşılıyor. Böyle başarılı hikayeler yazmaya devam edeceğine eminim.
Etkileyici bir yazı. Samimi duygu aktarimlati var. Yüreğinize kaleminize sağlık.
Bu, samimi ve içten yazı için teşekkür ederiz. Elinize, yüreğinize sağlık. Devamını bekliyoruz efendim.