İki Kitap Ve Uçurum Bahsi (Mutluluk-Fakat Müzeyyen…)

/
6

Bu yazımda sizlerle, incelemesini yapmaktan vazgeçtiğim iki kitap hakkında konuşarak ve bu kitaplar arasında kurduğum bir bağlantı ile belli bir konuda sohbet etmek istiyorum. Birisi daha sonradan aynı isimli filmi de çekilmiş ‘’Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku – İlhami Algör’’ bir diğeri Zülfü Livaneli’nin en beğendiğim kitaplarından biri ‘’Mutluluk’’. Ustura kısmını böylece geçerek esas konuma geliyorum efendim.

‘’Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’’

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabını okuduğumda biraz küçüktüm. Süslü kelimelerden etkilensem de pek anladığım söylenemezdi. Yakın zamanda arkadaşımın tavsiyesi üzerine Erdal Beşikçioğlu’nun oynadığı aynı isimli filmini izledim. O an anladım ki ne Müzeyyen olmak kolay, ne de Müzeyyen’i anlamak.

Hiç tanımadığı ülkelere giden insanlar, -hele de pek araştırmamışlarsa gittikleri yeri- gittikleri yerde kültür çatışması yaşayabiliyor. İşte aynı şekilde, birbirinden kültürel olarak uzak olan insanlar, aynı şehirde yaşıyor olsalar bile, kendi dünyalarına sıkışıp başka birilerini görmedikleri için birbirinden fersah fersah uzak olabilirler. Bu bahsedilen uzaklık, iki tarafın uzlaşmak istememesiyle uçurum olur. Aynı güneşe bakan, aynı aya şiirler yazan iki insan birbirini anlamaz. Dinlemez. Daha da kötüsü sadece uçurumun bir tarafı varmış gibi davranır. Diğer tarafı yok sayar. Böylece sorunları hallettiğini düşünür. Ama işler öyle yürümez ne yazık ki.

Birbirinden tamamen uzak olan iki taraf, yeni nesillerin toplumda karşılaşmasıyla bir araya gelir. Böylece çatışma doğar. Bu çatışma çocuklar büyüdükçe büyür. Konuşmadıkça, dinlemedikçe körüklenir. Her geçen gün daha çok şiddetlenir. Ve böylece toplumu birbirine bağlayan en büyük bağ; birlik ve beraberlik yıpranır hatta kopar.

Çoğu şeyde olduğu gibi birbirimizi anlamaya çalışmıyoruz ne yazık ki. Neredeyse hepimiz, konuşma sırası bize gelsin diye karşımızdakini dinliyoruz. Böyle olunca da anlayıp susmak yerine, anlamsız cümleler kuruyoruz. Karşımızdakini anladık dediğimiz sıra da tümden kaybediyoruz. Zaten aynı acıları yaşamayanların birbirini anlayamayacağı gerçeğini, seni anlıyorum dediğimizde delip geçiyoruz. Neyi anladın kardeşim? Ne anlamış olabilirsin. Ben bile kendimi neyle itham edeceğimi bilmezken, kafanda nasıl roller biçiyorsun bana?

En sonunda ise anlatmaktan vazgeçiyoruz. Çünkü anlasa üzülecek, anlamasa bizi üzecek insanlar getiriyorlar karşımıza. Biz de bir formül buluyoruz kendimizce. Bak müzeyyen seni severim ama inan bana bazı şeyler anlatılmaz.

‘’Mutluluk’’

Rus Edebiyatı’nın yeri doldurulamaz yazarı Tolstoy der ki; ‘’Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.’’ Peki bunun mutluluk ile ne alakası var? Şöyle ki; Livaneli’nin de çoğu kitabında olduğu gibi bu kitabında da hem şehre bir yabancı gelir hem de bir adam bir yolculuğa çıkar. Ana karakterlerin üçü de mutluluğu aramaktadır. Karakterlerin ikisinden kısaca bahsetmek gerekirse: Profesörün hayatı ölümünü bile tahmin edebilecek şekilde tekdüzedir. Meryem yetim doğmuş, hayatı boyunca Allah’ın kendisini sevip sevmediği konusunda kararsız kalmış. Yasaklar ve tehditlerle dolu bir dine inanmaya zorlanmış. Ve kendisine dayatılmış töreye boyun eğmiş?…

‘’Mutluluk’’, çoğunlukla benli cümlelerle yazıldığı için okurken hiç katılmadığım düşüncelerde çoğunlukla yazara kızdım. Ama sonra böyle düşünmemin acımasızca olduğunu gördüm. Yazara kızarak kafamı kuma gömmekten başka bir şey yapmazdım. Çünkü Livaneli’nin betimlediği karakterler günlük hayatta bile karşılaştığım insanlardı.  (Burada anlatmak istediğim ana karakterlerin eylemleri değil. Onların düşünceleri.)

Gerçekleri görmezden gelerek, üstünü örterek bir şeyleri ne yazık ki düzeltemeyiz. Sorunun köküne inmeli. Sorunun daimi çözümüne yönelik çalışmalıyız. Diğer türlü sadece günü kurtarmak üzere çözüm üretebiliriz. Bu söylediklerimden de ön yargılarını bilgisinin ışığında gizleyen insanları tenzih ederim.

Benim ifade ettiğim kesim, düşünce tarzlarını sorgulamayanlardır. Çünkü sorgulamayan ve ön yargılı insanlar okusa da hep aynı şeyleri okumakta, küpün tek yüzünü algılamakta, üst düzeylerde eğitim de görse hep kendine yakın olanı alırken farklı olanı sorgusuz sualsiz reddetmektedir. Bu nedenledir ki şimdi çevremizde bile gördüğümüz çoğu eğitimcimiz sığ düşünceli olmaktan kurtulamamıştır.

**uçurum

Bu iki kitabın kısa özetlerinden bahsettim sizlere. Anlaşılacağı üzere kitap incelemesinden ziyade üzerine konuşmak istediğim konuysa bu toplumsal uçurum.

İnsanları bir arada tutan birçok toplumsal norm vardır. Milliyetçilikten tutun da doğa korumacılığına, adaletten tutun da eğlence anlayışlarına yani bu normlar o kadar geniş bir yelpazeye yayılmıştır ki bunların çoğunu bir araya getirmek fevkalade zor iştir. Ama bazı şeyler de vardır ki beraber yaşayabilmek için hep beraber benimsememiz elzem şeylerdendir. Bunlar ulusal kahramanlar, ulusal savaşlar, birlikte kazanılan diğer çeşitli birçok zaferdir diyebiliriz. Bu değerler çıkar sahipleri, bu toplumda kendine bir yer edinememiş kişilerce ve çoğu zaman siyasi menfaat için kullanılır. Kısa vadede ki kazanımlar için feda edilir.

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Ecnebi Oyunları (Uzaklardan Gelen Şifa ve Hekimbaşı)

Bizi bir arada tutan bu gerçekler kolay olmayan ve bilakis varoluşsal kavgalar, yaşam mücadeleleri sonucunda kazanıldığı için çok değerlidir. Siyasetin yaşamla ve gelecekle bağdaşmayan yönünden daima geleceği ve yarınları düşünenlerce korunmalıdır. Sözün özü vatansever her birey bu değerleri yıpratmamaya özen göstermelidir. Yaptığımız çoğu eylem deryadaki bir damla misali küçük olsa da mücadele etmek ve taraf olmak adına çok değerlidir. Peki böyle büyük değerleri biz tekil düşüncelerle nasıl koruyabiliriz diyorsanız biraz da bu eylem üzerine konuşalım.

İlk olarak ön yargılarımızı ve bizim gibi düşünmeyenlere ördüğümüz duvarları yıkarak başlayabiliriz. Günlük siyasetin yıkıcı ve geliştirici olmayan, sığ çirkinliklerine bulaşmayarak. Karşımızdaki kişiyi de yaşamak isteyen ve mutlu olmak isteyen bir birey olarak görerek. Anlayışlı olarak, empati yaparak. Ve tüm bunları yaparken susmayarak: Kötü olana, kötülüğü bilinçli bir şekilde seçenlere. İşte bu aşamada en önemli nokta: Birbirimizi dinlemek. Karşımızdaki bireyin bilinçli olarak mı yoksa bilinçsiz olarak mı davrandığını anlamaktan geçiyor. Tam olarak da bu aşamadaki bir uçurum istenilen son şeydir diye düşünüyorum. Konuşmalı, fikirlerimizi ifade etmeli. Karşımızdaki kişi fikirlerini ifade ederken sıra bize gelince söyleyeceğimiz şeyleri düşünmek yerine karşımızdaki kişiyi dinlemeliyiz.

Ulu önder Atatürk’ün dediği muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için almamız gereken çok yol var. Kanımca, en önemlilerinden biri bu uçurumun kaldırılmasıdır. Umarım bu farklı bir konseptte ifade ettiklerim daha anlaşılır olmuştur. Yarınlara utanç değil, bizlerden iyi bahsettirecek güzellikler biriktirmek umuduyla…

Gezmeye, okumaya, güzel bir tiyatro izlemeye aşığım. Gecenin bir yarısı eve giderken, sessizce yanınızdan geçebilirim. Sizinle aynı oyunda, yan yana aynı repliğe gülebiliriz. Evet, o gün bunun farkına varamayabiliriz. Ama belki bir gün, bir anıda, bir yazıda rastlaşırız sizinle. Kim bilir?

6 Comments

  1. gerçekten de dediğiniz gibi başlıyor genelde romanlar, sadece bu yazarların değil, başka yazarların yazdıkları da öyle. hep bir kurulu düzenin bozulması olayı var. elinize sağlık. bir de eleştirim var, bence yazdıktan sonra kendi yazınızı bir de dışarıdan ya başkası yazmış gibi okuyun veya en azından bir tekrar okuyun. sanki bazı cümleler garip.

    • Yorumunuz için teşekkür ederim. Eleştirilerinizi, kendimi geliştirmek adına, çok değerli gördüğümü belirtmek isterim. Şimdiye kadar eklediğim tüm yazıları istisnasız birçok kez okudum. En az iki, üç kez de dışımdan okurum. Metinde, art arda geldiği halde birbirinden bağımsız olan cümlelerin neden olduğu karmaşanın ne yazık ki ben de farkındayım. Ama yeni bir yazı stili olarak denediğim bu metindeki karmaşanın bu kadar sırıtacağını maalesef tahmin edemedim. Cümlelerdeki garipliklere gelirsek: Eleştiriniz doğrultusunda -tahminimce diyelim- bazı cümleleri en yakın zamanda tekrar gözden geçireceğim. Diğer yazılarıma da olumlu, olumsuz eleştirilerinizi beklediğimi belirterek; yorumunuz için tekrar teşekkür ederim.

  2. Yazıda defaatle ilgimi çeken kısım şu oldu: “İşte bu aşamada en önemli nokta: Birbirimizi dinlemek. Karşımızdaki bireyin bilinçli olarak mı yoksa bilinçsiz olarak mı davrandığını anlamaktan geçiyor. Tam olarak da bu aşamadaki bir uçurum istenilen son şeydir diye düşünüyorum. Konuşmalı, fikirlerimizi ifade etmeli. Karşımızdaki kişi fikirlerini ifade ederken sıra bize gelince söyleyeceğimiz şeyleri düşünmek yerine karşımızdaki kişiyi dinlemeliyiz.”
    Bu konu ülkemizde ciddi bir sorunu teşkil ediyor. Çünkü bireye değer vermeyen bir sistemimiz var. Bu konu hakkında bir yazı yazmayı düşünüyorum. Günümüzde bir linç kültürü var ki herhangi bir fikirde ortodoks düşünülmediği takdirde sürekli haksız ve hain şeklinde yaftalanıyorsunuz. Halbuki bilimin ve bireyin geliştiği toplumlarda düşünce serbestçe dolaşır. Kimse fikirlerinden ötürü linç edilmez ve fikirlerin çarpışmasından aydınlığa ulaşılır. Bunu diyalektik olarak da algılamamak lazım. Fikri serbestiyet ve özgürlük bu ülkenin ihtiyacı olan en önemli şeylerden bir tanesidir. Çünkü belirli kalıplara sıkışıp kalmak bizi ancak yerimizde saymaya mahkum etmektedir. Namık Kemal’in deyimiyle: “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar.”

    • Öncelikle, metnin boyutunu ve derinliğini arttıran yorumunuz için teşekkür ederim. Bahsettiğiniz üzere ne yazık ki ülkemizde, (hiç de hafife alınmayacak şekilde) yerleşmiş bir linç kültürü var. Hatta bu kültürü öyle benimsemişiz ki: Linç edilen kişiyi bir kenara bırakalım,” yahu durun bir düşünelim, böyle olmaz, doğru değil” diyen kişiyi de linç ediyoruz. Yakın ve uzak tarihimizde ki örnekleri ise -gelecek nesillere nasıl anlatırız bilemem- utanç kaynağı.
      Ben şahsen belli bir dönem şu şekilde bir çıkarım yapmaktaydım: Bilgiye ve bireye erişim arttıkça; insanlar fikirlerini daha anlaşılır ifade eder ve linç kültürü azalarak biter. Bu gelişmelere yönelik yaptığım çıkarımlarım, konuya dair iyi niyetli bir varsayımmış. Bireye erişim arttıkça, linç kültürünü besleyen ideolojilerin birbirini beslemesi sonucu, azalmasını beklediğim durum bilakis arttı. Ve bu durum sosyal linçlere, toplu linçlere, siyasi linçlere uzanarak, çeşitlenerek daha da arttı.
      Çözüm çeşitlilik gösterdiği halde bir hayli zor. Toplumun geneline verilecek doğru bir ilkokul eğitimi, empati yapmak, karşımızdakini dinlemek… Ve en önemlisi, benim gözümde en kıymetlisi, asla ama asla ümitsizliğe kapılmamak, pes etmemek. Tekrar bu anlamlı yorum için teşekkür ederim…

  3. Mükemmel bir yazı olmuş. Evet tüm kitaplarda aynı düzen var fakat bu düzen olayı olmasa başka bir şekilde ilerleme nasıl olur. Düzen bozulmadan yeni bir hikaye olay nasıl yaşanır? Günlük hayatımızda bile sürekli olarak düzenimizin bozulmasına neden olan bir şeyler oluyor.

    • Evet kesinlikle, ifade ettikleriniz bu bahsin kilit taşı niteliğinde. Katkınız ve yorumunuz için teşekkür ederim.

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Eleştiri Kategorisinde Son Yazılar