Güneşin ilk ışıkları henüz yeni yeni karların üzerine vuruyordu. Sabah koşusunu yapmak için evinden hızlı adımlarla çıkmış, peşinde onu yakalamak isteyen bir seri katil varmışçasına nefes nefese yol boyunca volta atıyordu. Kulaklarında çok sevdiği ‘Cat Stevens’tan Father&Son’ şarkısı çalıyordu. Şarkının ahengi gün yüzüne çıkmamış anılarla dolduruyordu zihnini. Bu anılar tekrar tekrar oynatılıyordu gözlerinin önünde. Metruk bir binanın önünden geçerken yeni yapılmış bir kardan adam görmesiyle, uzun zamandır aramayı unuttuğu belki de ihmal ettiği birini anımsadı ansızın. Babası…
“Yıllar yıllar önce, küçük bir çocukken bir sabah babamla kardan adam yapmak için evin kapısına iniyorduk” dedi kendi kendine. “Merdivenler yeni yıkanmıştı ve inerken kayıp düşmeyeyim diye tedirginlikle tutmaya çalışıyordu babam montumun başlığını. Oysa ben kardan adam yapmak istiyordum ve bembeyaz kar, göz alabildiğine uzaklara dek kaplamıştı yeryüzünü. Birden ayağım kaydı ve düştüm. Babam koşarak geldi yanıma ve her iki omzumu patlatacak derecede sıkarak tuttu. Ayağa kaldırıp bedenimi süzmeye başladı. Ağlamak istiyordum ama ağlarsam kardan adam yapamayacağımı biliyordum. Dişlerimi ve yumruklarımı daha önce hiç olmadığı kadar sıktım. Babam yüzüme meraklı bir ifadeyle baktı. Ağlamadığımı görünce rahatlamıştı belli ki. Hadi gel inelim dedi. Elleri o kadar büyük ve kıllı gelmişti ki o anda. Sımsıkı tuttum ellerini. Son merdiven basamağına ulaşmamızla gözlerimi yakacak derecede beyaz manzarayla karşılaşmam bir olmuştu. Uzanıverdim karların üstüne. Dışardan belli olmasa da ağlıyordum, sevinçten mi acıdan mı yoksa arkamda duran bu dev gibi adamın beni her şeyden koruyacağını bildiğimden mi belli değildi. Kardan adam yapmak ne zor ve zahmetli işti. Saatlerce uğraştık babamla o gün. Burnunu ve gözlerini yapabilmek için bir koşu yukarıdan havuç ve zeytin getirmişti babam.”
Düşünceleri o kadar derinleşmişti ki adeta derin bir uykudaydı. Nereye koştuğunu, niçin koştuğunu bile unutacak derecede derin bir uyku. Şarkıyı loopa almış, sürekli başa sararak dinliyordu. Ancak uyanmasını sağlayan şey şarkının ansızın duraklaması oldu. Karman çorman olmuş zihni bir sorun olduğunu anlamıştı. Telefonuna baktığında annesinin aradığını gördü. Annesi onu sık sık aramıyordu. Vefa göstermesi adına kendisinin onu aramasını beklerdi hep. Bunu bildiğinden içini bir korku kaplayıverdi. Önemli olmasa aramazdı annem diyerek birkaç saniye duraksayıp açtı telefonu. Annesi derin bir iç çekişle “oğlum…” dedi. Ağlıyordu. Anneler işte hep ağlarlar. Babam yanındaysa söyleyeyim de her şeye ağlamasın artık küçük bir çocuk gibi demek istedi. “Ne oldu anne?” dedi yalnızca. “Baban…” dedi annesi. Baban diyerek cümleye başladığına göre kötü bir şey olmuştu babasına. En kötü ne olabilirdi ki? Hasta mı oldu, kaza mı geçirdi, yoğun bakıma mı alındı, sakat mı kaldı, kötü bir haber mi aldı, düştü mü, kanser olduğunu mu öğrendi, aldattı mı, evi mi terk etti? Binlerce farklı sorunun neticesinde ulaşabildiği tek bir cevap vardı. Hepsi çözülebilirdi, yaşadığı sürece. “Yoksa… Babam öldü mü?” diye düşünerek duraksadı bir an. “Daha birkaç gün önce konuştuğum, sağlığına muntazam derecede dikkat eden, neşeli, enerjik babam ölmüş olamaz ya, neler söylüyorum ben” diyerek bir tokat savuruverdi yüzüne. “Anne ne oldu söylesene!” diye bağırdı. İlk defa sesi titremişti.
Zaman görelidir, bazen o kadar hızlı geçer ki daha dün gördüğün küçük çocukları yalnızca gözlerinden tanıyabilecek hale geldiğini anlayıp zamanın sırtına vurduğu kırbacı hisseder ve acı çekersin; bazense o kadar yavaş geçer ki tuttuğun nefesi bırakamadığını fark eder ve boğulduğunu zannedersin. O birkaç saniyede zaman onun için birkaç yıl gibi geçmişti. Babası öldüyse eğer ne olacaktı? Morga gidip görecekti onu. Soğuk bedenine dokunacak, başını ilk ve son kez okşayacaktı. Çünkü bugüne kadar babası okşuyordu onun başını. Harbiden benim babam öldü mü ya? diye sık sık ye’se kapılacak, derin bir karanlığın içine gömülüp kurtarılmayı bekleyecekti. Son vazifesini yerine getirmek için suya karışan gözyaşlarıyla yıkayacaktı babasını. O iri kıllı ellerini son kez tutacaktı. Karlardan rengini alan bembeyaz kefene sarıp sarmalayacaktı babacığını. Kazılmış çukura teslim ederken babasını son kez kokusunu çekecekti içine. Ağlamak serbestti bu kez, ona kızacak kimse kalmamıştı artık.
Metruk binanın önüne yeniden geldiğinde babasının en sevdiği sigaradan yaktı bir tane. Ciğerlerinden çıkan dumanın kaybolmasıyla gözlerinden yaşların boşalması bir olmuştu. Buğulu gözlerle karlara saplanmış zeytinleri ve havucu fark ettiğinde bırakıverdi kendini karların üstüne. Kardan adam erimişti…
Şilan Avcı’nın ‘Biraz Yorgunum’ şiiri geldi aklıma okuduğumda.
Yaşımdan yorgun, yaşımdan telaşlıyım bugünlerde! Kaç yaşındayım sahi saymadım, bilmiyorum! Belki kırklarımdayım belki otuzlarımda! Belki de doksan sene yuvarlandım bu dünyanın sırtında! Hiç bilmiyorum! Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor! Baharın rahiyasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı! Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı! Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor, en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz! Mazinin araladığı perdeden sızıyor eski günler! Onlarla kavgalı onlarla sevdalı olduğumuz! En çok baba yokluğunun hüsranıyla kızıyormuş zaman ayrılığın yarasını!
Ve babalar… Onlar koruduklarını, ellerinin omuzlarımızda olduğunu hissettirseler de somut örnekleri çocukluk dönemlerimizde kaldı. Nedenini tam bilinmez. Yazar daha önce yazdığı bir öyküde zeigarnik etkisinden söz etmişti. Tamamlanmayan duygular, ifade edilemeyenler, sevgilerimizle daha nicesi. Konulan konumdan mıdır? Bilmiyorum, ne babalar gerçek sevgilerini çocuğun ihtiyacı ve beklentisi doğrultusunda gösteriyor ne de çocuklar nasıl yaklaşacaklarını bilemiyorlar. Tamamlanamıyoruz babalarımızla tıpkı onlarında tamamlanamadığı gibi…