“Dilim seni dilim dilim dileyim
Başıma geleni senden bileyim”
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken mini minnacık bir evde, bir geniş aile yaşarmış. Ev küçük olduğu halde nasıl sığarlarmış bilinmez, belki evin bodrum katı varmış. Her neyse, bu ailenin içinde çeşit çeşit meyve ağacı olan bir bahçeleri ve ekip biçtikleri bir de küçük tarlaları varmış. Hava kararmaya yaklaşana dek büyükler burada çalışır, meyveleri toplar, ekinleri biçer ve istiflerlermiş. Küçükler ise öğlene dek okula gider, öğleden sonra ise şu dağ senin bu bayır benim, dolaşıp oynarlarmış. Kış vakti sabah okul, öğlen bayır, akşam ev iken yaz vakti sabahları ailelerine yardım edermiş çocuklar, bunun da bilincindelermiş tabii.
Su ihtiyacını evin hemen dibindeki kuyudan karşılarlarmış. “Off mis gibi tertemiz yerin derinliklerinden gelen su” derlermiş bu suyu her içtiklerinde. Elektrik ve sıcak su ihtiyaçlarını da eve tasarruf için kurdurdukları güneş enerjisi sisteminden sağlıyorlarmış. Bir de sobaları varmış tabii, evi de bununla ısıtıyorlarmış. Vay be “fatura” da neymiş, tamamen kâğıt masrafı.
Topladıklarını satarmış bu aile, ona göre evin ihtiyacını alırlarmış. Yiyecek artıkları onlar için gübre veya hayvan yemi; giyecek artıkları, eski elbiseler ise onlar için yakacakmış. Tatlı niyetine ise yine meyve tüketirlermiş. Çikolata falan hikâye yani. Yazın çok çalışırmış bu aile, kazanmak için alın teri dökerlermiş ve kazanırlarmış da. Kışın kazandıklarını yerler, başka küçük işler yaparlar, paşa paşa yaşayıp giderlermiş.
Zamanla çocukları büyümüş. Liseyi her gün kasabaya gidip gelerek okuyan çocuklar, artık üniversiteye gidip büyük adam olacakmış. Ailenin önünde iki seçenek varmış, ya çocukları ile beraber şehre gidecek ve evlerini köylerini bırakacaklar ya da yerlerinde kalıp sadece çocuklarını okutacaklarmış. Akıl bu ya, paşa paşa yaşayan aile, artık halaoğlunun aklına mı uydular yoksa televizyondan mı duydular bilinmez, şehre gitmeye karar vermiş. Orada daha iyi bir hayat yaşarız, daha çok kazanırız, çocukların yanında oluruz falan filan, bunlar çıkmışlar yola.
Gitmişler gitmesine ama başlarını sokacak bir villaları bile yok! İyi hayat istemişler istemesine ama “başta cefası da çok olacak elbet” deyip bulmuşlar bir ev. Yerleşmişler içine falan filan, e yiyecek içecek lazım şimdi. Almışlar getirmişler, yemişler ama bakmışlar arta kalan çöpler var. O zaman “Bize bir silindirik gutu lazım, içine bu yimek artıklarını vs koyarız” demişler. Sonra aralarında isim anketi yapıp bu kutunun adının “ÇÖP KUTUSU” olmasına karar vermişler.
Sonra ağzına kadar dolmuş bir gün çöp kutusu. Bakmışlar dışarıya, üzerinde “DAHA BÜYÜK ÇÖP KUTUSU” yazan daha büyük bir çöp kutusu. Gitmişler boşaltmışlar onun içine. Ama bir yandan da garipsemişler bu durumu. Çünkü eskiden hiç çöpleri olmuyormuş.
Bir süre sonra sıkılmışlar bu durumdan. Çünkü eve, üstündekilerle kendilerine durduk yere borç çıkartan küçük kâğıtlar geliyormuş. Fatura denen bu kâğıtları, evin kirasını, giderleri, bilmem başka şeyleri ödeyeceğiz derken yıl boyu çalışmak zorunda kalıyorlarmış. Paşa paşa yaşamayı artık rüyalarında görür olmuşlar.
Çocukları mezun olup kendi yuvalarını kurunca, “nalet olsun böyle işe” deyip eski evlerine geri dönmüşler. Eskisi gibi mutlu mesut yaşamışlar. Sonra çocukları bu sefer aynı şeyi yapmış. Onların da çocukları mezun olup kendi yuvalarını kurunca, onlar da eski evlerine geri dönmüşler. Ve böyle devam etmiş bu döngü, bir paradoks sanki. Toprak Ana’nın çocuğu olan insanoğlu yine dönmüş Toprak Ana’ya. Artık “SİSTEM”i anladık galiba.