Neşet Ertaş, halkının ozanı… Tezenesi bozkıra uzanan kadim şair, müzisyen… Onu tanımlayacak bir söz, kelimenin kabiliyetiyle bir değil. Bozkır geleneğinin son büyük temsilcisi olan Neşet, babası Muharrem Ertaş’ın müzisyen kimliğini devam ettirdi. 1960’lı yıllardan itibaren sözlerini kendisinin yazdığı türkülere bağlamasıyla hayat verdi. O kadar gönül vermişti ki müziğe, 2009 yılında UNESCO “Yaşayan İnsan Hazinesi” envanterine girdi. Her türküyü gönülden seslendiriyor, bağlamasını konuşturuyor, bambaşka dünyanın kapılarını dinleyenlere sunuyordu. Kolay değildi Neşet Ertaş olmak. Sonsuzluğun sihrini içmek kolay değildi. O, türküleriyle sonsuzluğa kapı araladı. Peki kimdi Yalan Dünya, Yolcu, Gel Yanıma Gel türkülerinin sahibi?
İçindekiler
Sahi Kimdir Neşet Ertaş?
Bozkırın Tezenesi olarak anılan Neşet Ertaş, 1938 yılında Kırşehir’de dünyaya geldi. Türkmen / Abdallık kültürünün son büyük temsilcisi olan Neşet, 12 yaşındayken annesini kaybetti. Şüphesiz ki bu ayrılık, türkülerinde yer edecekti. Annesini kaybetmesinin ardından babası ve kardeşi ile göçebe hayatı yaşayarak o köy senin bu köy benim dolandı durdu. Hayat şartları nedeniyle okula gidemedi. Fakat müziğe olan ilgisi de bu zamanların eseri olacaktı. Enstrümanlarla yakın bir ilişkisi bulunan ve onları belki de hayatının bir parçası olarak görmeye başlayan Neşet; kendi kendine keman, bağlama, cümbüş gibi enstrümanları çalmayı öğrendi.
Sanatının yüzde doksanını babası Muharrem Ertaş’a borçlu olduğunu ifade eden ünlü halk ozanı, 1950’li yıllardan itibaren bilinir bir isim oldu. Bu yıllarda TRT Ankara Radyosu’nda canlı olarak yayımlanan “Yurttan Sesler” adlı radyo programında “Geleli gülmedim ben bu cihana” bozlağını okudu. Bu bozlak, onun için yeni bir dünyanın kapılarını aralayan önemli bir adım oldu.
1957’li yıllar, babasının türkülerini kayıt yapmaya başladığı dönemlerdi. Zaman içinde türküleriyle tanınmaya başladı. Konserler verdi, türküsünü milyonlarca insana duyurdu. 1976 yılında sigara ve alkol kullanımına bağlı olarak bir rahatsızlık geçirdi. Tedavi için Almanya’ya gitti. 1979-2003 yıllarında Almanya’da kaldı. Bu süreç içinde 20 kaset çıkararak müzik kariyerine farklı parçalar kattı.
2000 yılında İstanbul Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda bir konser veren Neşet Ertaş, Türkiye’de müzik kariyerine tekrar başlamış oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kendisine “Devlet Sanatçılığı” unvanını verdi. Ama kabul etmedi. Hayatı özetleyen türküleri ve muhteşem bağlama çalışıyla Türk halk müziğinin biricik ismi olan Ertaş, 2012 yılında hayata gözlerini yumdu.
Yalan Dünya’nın En Nitelikli İnsanı
Birçok albüm çıkardı Neşet. Hasta Benim albümü bunlardan en özeliydi. Albümde yer alan Yalan Dünya türküsü, hayata dair bir iki kelam ediyordu da edilen kelamlardan daha fazlasıydı anlatılanlar. “Hep sen mi ağladın hep sen mi gülün” diyordu Neşet. Sahi kim gülüyordu bu yalan dünyada? Muhteşem bağlamasıyla arada Neşet Ertaş’ın sesini duyuyor musunuz? Bağlama da kendisini aşmıştı. Nietzsche’nin Üst İnsanı gibiydi bağlama. Bir Üst Bağlama mı olmuştu şimdi?
“Ah yalan dünyada, yalan dünyada / Yalandan yüzüme gülen dünyada” Yok Neşet öyle demezdi. “Yuzume” derdi, ne de güzel söylerdi. “Alamadım, eyvah, muradım kaldı / Ben gidip ellere kalan dünyada” Biri geliyor, biri gidiyor. O zaman maddiyata niye bu kadar düşkünüz? Bunu da sorgulamıştı Neşet Ertaş. İnsanın aklına geliveriyor birden varoluş felsefesi. Atıldık bu dünyaya, o halde en güzel şekilde yaşayalım dünyayı. Maddiyat bu güzelliğin neresinde kalıyor peki?
Şiire Estetik, Bağlamaya Gönlünü Kattı
Neşet; şiire estetik, bağlamaya gönlünü katan o güzel insan… Sözünü kendi yazdığı türkülerinin her biri, büyük bir felsefenin yolcusuydu. “Cahildim dünyanın rengine kandım” diye başlayan “Ahirim Sensin” türküsüyle bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyordu bize. “Hayale aldandım boşuna kandım” diye de devam ediyordu.
Türkülerini söylerken muhteşem sesine her zaman bağlaması eşlik ediyordu. Eğitim görmemişti, kabiliyetini ortaya çıkarıyordu. Sanki yüzyıllarca bağlama eğitimi almıştı, öyle güzel çalıyordu. Yalnızca eğitimle olmuyordu demek ki! Kabiliyet her şey önemliydi, eğitimle birleştirilirdi ama kabiliyetsiz olamazdı.
Başka bir türküsünde “Beni eller gibi görme / Sen benimsin ben seninim” diyordu. “Kalpten kalbe bir yol vardır / Gözünen görünmez sırdır” cümlesi geliyordu devamında. Duygular, kelimelere yüklenmişti de aşk yolunun engellerini tırmanıyordu. Duygunun akılla birleşimiydi aynı zamanda. Neşet’in birçok türküsünde böyle bir harmanlanma bulunuyor. Duygu ve akıl nasıl olur da bu kadar estetik ve zarif biçimde birleştirilebilirdi?
Müziğin Yolcusu Oldu
“Bir anadan dünyaya gelen yolcu / Görünce dünyaya gonul verdin mi?” Muazzam bir felsefi ifade. Hepimiz aslında dünyanın bir yolcusuyuz. Ama hangi birimiz dünyaya gelip alışmaya başladığında gönlünü dünyaya kaptırmadı ki?
“Kimi böyü kimi böcek kimi kul / Marak edip heç birini sordun mu? Bunlar neden nedenini sordun mu?” Hayata atıldık, sorguluyor muyuz peki çevremizde olan bitenleri? Ne yazık ki birçoğumuz dünyanın konforuna ve sıradanlığına alışıyor. Oysa merak edilecek o kadar çok şey var ki! Başımızı gökyüzüne çevirdiğimizde ya da doğaya baktığımızda dikkatlice, her şeyin nedenini ve niçinini çok daha fazla merak edeceğiz. Fakat günlük koşuşturmalardan buna zaman kalmıyor!
Hep bir şeylerin peşinde koşuyoruz, yetişmemiz gereken bir yerler var hep! Zaman akıp gidiyor ve zamanın akışını çok uzun süre sonra fark ediyoruz. Oysa zaman gerçekten akıp gidiyor. Yazıyı çok özel bir filmle sonlandırmak istiyorum. Yönetmenliğini Andrew Niccol’ün yaptığı “Zamana Karşı”. Kollarında bulunan zaman göstergelerindeki süre kadar yaşayabilen insanlar, zamana karşı amansız bir yarış içerisindedir. Öyle bir dünyanın içindedirler ki fakirler bir gün daha fazla yaşayabilmek için zaman dileniyor, zenginler ise sonsuza kadar yaşamak ve genç kalmayı arzuluyor. Peki böyle bir dünyada zaman tam olarak nedir?