Sevmem ben öyle, “Kendine iyi bak!” diyeni. İnsanı, henüz gözden ırak olma vakti bile gelmemişken gönlünden ırak etmiş; kendi hâl çarene bak işte, demiş gibidir benim gözümde. Hayır, onun dudaklarından dökülmedi bu sözcükler. Vedalaşmadık biz. Bir trenin acı çığlıklarıyla beraber, bir başka şehre gözlerimi açacağım gerçeğini ortadaki vazoya çiçek niyetine koymamıza rağmen. Hatırlamadık bunu; unuttuk, unutturduk birbirimize. Bazı şeyler hatırlanmayınca daha az can acıtıyordu. Çocuk avuntusu. Düşersin, dizin kanar, yara yerine üflersin, işte öyle bir şey. Öyle bir şeydi, o son bakışlar. Kim bilir ne zaman buluşurdu birbiriyle yeniden, bilemeden; bunu sorduğunu kendine bile itiraf edemeden, cevabı bir çift gözde ararken. Ne çok şey anlatırdı bir bakış! Sanki yüz yıl öncesinden gelen bir tanış! Sonbaharda biyolojik gerçeklere yenik düşen yapraklar gibi düşmüştü ya gönlümden nice insan, gözlerinde kayıplarımı tamamlar gibiyim. Koskoca bir hortum oradan oraya savurmuştu kimi zaman, dünyanın huzursuzluğundan başımı sokacak bir liman bulup soluklanır gibiyim. Şimdi ben… Gözlerinde yeniden: Ben olur gibiyim.
Aynı şehirde geçen son gece. Şu serseri dolunayın, şehrin ışıkları yüzünden kara çarşaflara dolanan yıldızların, hızla geçen zamanın habercisi olmak iddiasıyla oradan oraya savrulan bulutların altında son gece. Belki de şu esen ılık rüzgâr, benim kokumu getirecek sana gizlice. Hiç bu kadar ağır hissetmiş miydim bu yüreği? Hatırlamıyorum. Gözlerim gözlerini aramaz mı şimdi, zamanı mı gecenin şu kör karasında? Değil işte, zamanı değil. Öyleyse söylüyorum, dinle: Zamanın hükümsüzlüğünün alenen başkaldırısıdır bu sevda. Kaldırdım başımı, aradım gözlerini tam karşımda. Oysa bir denizdi görebildiğim yalnız, karşıdaki evin çatısından kendini kurtarabildiği kadarıyla. Bilmem, gönlümdeki yangını söndürebilir mi şu koskoca Marmara? Denizine hasret bir martı, nasıl gider bozkıra? O tuzlu kokuyu duymadan, o dalgalara kendini bırakmadan, kanatlarını ait olduğu göğe doğru çırpmadan, çığlıklar atmadan gün batımında; nasıl yaşar? Nasıl kopup gider, kaybettiğinden bile habersiz olduğu parçasını bulmuşken tam da?
“Mesafeler sizi sevdiklerinizden ayırabilir mi?” demişti Richard Bach. Biliyorum, ayrılığı kabullenen insanlar veda ederdi ancak. Biz? Biz, veda etmemiştik. Bir daha görüşene dek birbirimizi Allah’a emanet etmiştik olsa olsa. Onda bıraktığım küçük bir parça… Kalsın istedim, onda kalmak istedim, onunla kalan biraz da onun olurdu ne de olsa; benim parçam onun da parçası olsun istedim. Yine borçlandığım iki bardak çay. Bile bile borçlandırdı beni kendine; bu sessiz, sözsüz, azıcık hileli fakat çokça sevdalı bir sözleşme: Gelecek sefere. Kalkarken düzeltmeden bıraktığımız sandalyeler;gönlüm de birbirimizden ayrıldığımız noktada kalacak, onların başıboşluğu gibi. Birbirine uydurulmuş adımlar, kıvranırken yelkovan son dakikaların üzerinde; sanmasın ki kızıyorum kendisine! Biliyorum o da emir kuludur ancak. Kimin sözü geçiyor ki zamana? Atılan her adım bir hatıra, geride hiçbir iz bırakmadığı sanılsa da. Bir otobüs bekleniyor şimdi. Tanıdık geldi mi? Yoksa daha önce buralara gelmedin mi? Hâlbuki bindiğin otobüsün her seferinde geçtiği bir durak burası. Sen de şimdi öğrendin aslında. Çünkü ilk kez buraya bir iz bıraktın işte. Senin gözünle ilk kez görülmeye layık bir yer oldu böylece.
Söz uçar, yazı kalır demişler; düşündüm, ya sevda? Üç günlük dünyanın beş günlük curcunasında, adımladığın caddelerin her bir kavşağında, insanların yiyip bitiren bakışlarında, gündelik hayatın monotonluğunda, her seferinde bir sonraki güne ertelenen nefret edilen işler ajandasında…Bilmem nereye tutunur, ne yapar, nasıl sağ kalır; malayani sözler deryasında? Gel! Gel, sana bir sır vereyim: Nakış nakış işlenir sevda. Sırmadan ipliklerle değil; hatırlanan bir tatlı gülüş, bir kuytu bakış, hatta bir darılmayla. Laf aramızda sevginin söylenemeyişinin en güzel şeklidir darılmak. İyi bilinir bu da, sevenlerce. Bir beyaz patiska değildir ya bu nakışın kârı; sabretmeye gönül ister, yanmaya yürek ister, kanaya kanaya boyanmak ister kırmızıya. Bir kor ateştir sevmek. Canını seve seve yakmayı, her yanışında daha fazla sunmayı ister.
Şimdi, balkon demirinde bu martı, “Dedim ki/ Deniz şuralarda bir yerde olmalı.” Bakıyorum son kez, içinde nefes aldığın bu şehre. Göğüs kafesime doluyor bütün kuşlar, geçit vermiyor aldığım nefesi bir lahzada boşaltıvermeme. Tekliyorum her seferinde. Biraz sen kaçmışsa gönlüme, ondan olacak. Kimseler duymasın, kıyamıyorum hiçbir zerrene. Peki ya zaman? O ise sunturlu bir hain gözümün önünde! Eskitiyor anıları, eritiyor gitgide. Eritmesin, diyorum. Eritmesin. Eritmesin. Eritmesin. Kırıldı gönlümün kapıları! Eritmesin. Bir fırtına vurdu ansızın! Eritmesin. Doldu hoyrat bir sel içeri, kapılarla beraber duvarları dahi yıkarcasına! Eritmesin. Deniz, diyorum; bir deniz oldu bak, işte gönlüm! Eritmesin. Martının gönlüne koskoca bir deniz! Eritmesin. Giderken ardında bırakmayacak demek ki; her daim yüreğinde taşıyacak! Eritmesin. Zaman… Bizi eritmesin. İşte bu yüzden, veda diye bir şey yok. Bir dahaki sefere dek, “Haydi, Allah’a emanet!”
Konuk Yazar: Merve
Darılma sevginin göstergesi. Özellikle bu çok hoş bir tespit sayın yazar siz de Allah’a emanet, selametler olsun.