Öykü
Kiraladığı otomobille Hollanda ve Belçika’yı gezdikten sonra, sıra hayallerinin şehrine gelmişti. Adım adım keşfetmek istediği Paris’te ne yazık ki yalnızca yirmi dört saat kalabilecekti. Zira, İzmir uçağına yetişmek için ertesi akşam yola çıkması; bütün gece yolculuk yaptıktan sonra sabahın ilk ışıklarıyla birlikte aracı şirketin Frankfurt Havaalanı’ndaki ofisine teslim etmesi gerekiyordu.
Geceyi geçireceği tek yıldızlı otelin ücretini kredi kartıyla ödemiş, arabanın deposunu da az önce girdiği benzin istasyonunda tamamen doldurmuştu. Hesabına göre, aldığı yakıt onu Almanya’ya kadar rahatlıkla götürecek, hatta, boş depoyla teslim aldığı aracı içinde bir miktar benzinle teslim edebilecekti. Benzin aldıktan sonra kredi kartında yalnızca doksan lira limit kalmasına aldırış etmedi. Nasılsa cebindeki yüz Euro’yla bir gün daha idare edebilirdi. Zaten Türkiye’ye döndüğü gün maaş alacaktı.
Paris’te kalacağı yirmi dört saati verimli bir şekilde değerlendirmek istiyordu. ‘Hava kararmadan Ressamlar Tepesi’ne giderim, Sacre Coeur Bazilikası’nı gördükten sonra Fransızların meşhur soğan çorbasının tadına bakarım. Yarın da tüm günümü Louvre Müzesi’ne ayırırım,’ diye düşündü. Basın kartı sayesinde Avrupa’daki muhteşem müzeleri hiçbir ücret ödemeden gezebiliyordu.
Aklından bunlar geçerken, sağ şeritte tepe lambası yanıp sönen bir araç belirdi. Göz göze geldiği aracın sürücüsü sol elini yukarı doğru kaldırıp işaret parmağıyla kendisini gösterdi. Bu hareketin anlamını çok iyi biliyordu. Önüne geçen aracı takip etmeye başladı.
Dört yüz metre sonra otobandan çıkıp polis arabalarının pusuya yattığı cebe girdiklerinde; ‘Alman plakalı araçla Fransız polisine yakalanan bir Türkiyeli böyle bir durumda ne yapmalı?’ sorusunun yanıtını bulmaya çalışıyordu. Kontağı kapattığında kafasındaki sorunun cevabını da bulmuştu: Ne olursa olsun sakinliğini koruyacak, tuzağa düşmüş bir av hayvanı gibi çırpınmayacaktı.
Görkemli bira göbeğini taşımakta zorlanan kır saçlı Fransız polisi, aracından indikten sonra ağır aksak adımlarla genç adamın arabasına doğru yürüdü. Paris’e varmanın sevinci kursağında kalan genç gezgin ise, o sırada derin derin nefes alıyor ve ‘Soğukkanlılığını yitirmemelisin Berk!’ diye kendine telkinde bulunuyordu.
Güneş gözlüğünü burnunun ortasına kadar indiren siyah üniformalı polis, Berk’in aracına doğru hafifçe eğildi ve kırık dökük İngilizcesiyle;
“Bu otobanda hız sınırı yüz otuz kilometre, yüz kırk kilometre hız yaptığınız için doksan Euro ceza ödeyeceksiniz.” dedi. Ülkesindeki birçok üniversite mezunu gibi Berk’in yabancı dili de yetersizdi. Bu konuda kendisini uyaranlara kulak tıkayıp tek başına Avrupa turuna çıkmış, bu cesur davranışı ailesi ve arkadaşları arasında endişeyle karşılanmıştı.
Ancak gözü pek Berk’in karşısında bu kez sıradan biri değil bir güvenlik görevlisi vardı. ‘Ya söylediği şeyleri anlayamazsam,’ diye korkup endişeli gözlerle baktığı polisin düşüne düşüne konuştuğunu görünce rahatlamış, adamın meramını anlayınca da sevinçle elini cüzdanına atıp son parasını gülümseyerek uzatmıştı.
Yediği cezaya sevinen bir sürücüyle ilk kez karşılaşan polis, bu tuhaf insanı daha yakından incelemeye karar verince pencereye iyice yaklaşıp Berk’i tepeden ayağa süzdü. Bir anormallik göremeyince, meraklı bakışlarını aracın içine çevirdi. Karşılaştığı manzarayı kafasındaki şablonların hiçbirine uyduramayınca, ‘Ne uğraşıcam bu değişikle!’ dercesine omuz silkip ruhsatı ve sürücü belgesini istedi.
Belgeleri alan polis ağır adımlarla otuz metre ilerdeki aracına doğru yürüdü. Adamın ardından bakakalan Berk, kaplumbağa hızıyla hareket eden bir güvenlik görevlisinin hala görev başında olmasına çok şaşırdı.
Sıkıntılı bir on dakikanın ardından tekrar boy gösteren trafik polisinin elinde, ruhsat ve sürücü belgesinin yanı sıra bu kez ceza makbuzu da vardı. Eksik olan tek şey para üstüydü. Evrakları alan Berk, bir kelime dahi etmeden paranın eksik olduğunu bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Kendisine dik dik bakılmasından rahatsız olan yaşlı polis açıklama yapma gereği duyunca, iki avucunu birbirine sürtüp: “No ten Euro!” diyerek baklayı ağzından çıkardı.
Elin Paris’inde beş parasız kalan Berk, artık on Euro’sunu kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyordu. İşlemleri bitmesine rağmen, yüzüne acıklı bir ifade kondurup beklemeye başladı. Türkiye’de olsa polisin yanına gider, yalvarıp yakarır, kendini acındırır, ne yapar eder parasını geri alırdı. Fakat dilini bilmediği bu ülkede ağlak bir suratla bekleyip kendisini acındırmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Berk’in gitmediğini gören haraççı memur kafasını sertçe ileri doğru uzattıktan sonra sağ elini yukarı doğru kaldırıp, ‘Daha ne bekliyorsun hadi ikile!’ der gibi kaş göz işareti yaparak racon kesti. İçinden; ‘Bu ülkenin polisleri ne kadar da acımasız’ diye geçiren Berk, son umudunun da suya düşmesi karşısında: “Başlatma on Euro’na, burada biraz daha beklersen başın fena halde derde girecek, bir an önce uza!” diye söylendi kendi kendine… Polis, anlamını bilmediği kelimelerin sırrını çözmek için dikkatle Berk’in yüzüne bakınca da tüm şirinliğini takınıp “No problem!” dedi. Yaşlı trafikçinin beklediği yanıt bu olmalıydı. Yüzünde beliren gülümsemeyi gizlemek istercesine arkasını döndü, sonra da yeni avlar bulmak üzere yavaşça aracına doğru yürüdü. Yalnızca iki kelime söyleyerek badireyi atlatan Berk’se, daha fazla vakit kaybetmenin gereksiz olduğunu düşünüp arabayı çalıştırdı.
On dakika sonra siyah tenli insanların çoğunlukta olduğu Paris varoşlarındaydı. Çocukluğundan beri kara kıtaya özel bir ilgisi olan Berk; dünya üzerinde Euro’ya ihtiyaç duymayacağı bir yerin özlemiyle kendini Afrika’yı keşfetmeye çalışan bir gezgin olarak düşledi. Muhteşem hayal gücü onu Paris varoşlarından alıp Serengeti Ulusal Parkı’nın vahşi doğasına götürmekte gecikmedi.
Zürafaları hayranlıkla izliyor, yaklaşmasına izin veren uysal aslanların başını okşuyor, azgın nehirlerde yüzerek karşı kıyıya geçiyordu. Ancak nedense hayalleri aniden korkutucu bir hal aldı. Kavurucu güneş altında yürümekten bitkin düşmüş, üstelik susuz kalmıştı. Bir damla su çıkar umuduyla elindeki boş matarayı çatlak dudaklarına yaklaştırıp sallamaya başladı. Matarası da ağzının içi gibi kupkuruydu.
Önünde uzanan geniş Paris caddeleriyle yapıların göz alıcı mimarisi imgelerini daha fazla canlı tutmasına izin vermedi. Giderek silikleşen gündüz düşlerinin yerini gerçek görüntüler aldı. Şehir merkezine doğru ilerlerken, radyonun hoparlöründen yükselen romantik Fransızca şarkıya eşlik ediyordu.
Az sonra, Paris’in her yerinden görünen heybetli Eiffel Kulesi kulağına; “Hoş geldin monsieur!” diye fısıldadı. Son Euro’sunu Paris polisine teslim eden ve cebinde otopark parası dahi olmayan bir turist olarak kulenin bu güzel dileğini “Maalesef hoş bulmadım!” diye yanıtladı. Berk’in bu cevabı üzerine Gustave Eiffel mezarında ters döndü.
Konuk Yazar: Murat Çoküreten