Çok sıradan bir gün değildi. Yani her zamanki gibi kimsenin suratına bakmadan, tek selam almadan, ağzımdan bir kelimenin bile kaçmasına izin vermeden dolaştığım günlerden sayamazdım o günü. Kentimizin sayılı ve önde gelen zenginlerinden Remzi R. İç Düşünce Birliği Başkanlığı (Bu kurum insan düşüncelerini diğer zihinlere yerleştirirken oluşabilecek sorunları ortadan kaldırmak için kurulmuştu.) makamına seçilmek için adaylığını koymuş ve sonuçta bir hüsranla karşılaşmıştı.
Sandıklar sayıldı, sonra on parmağı olmayan insanlar, tek elliler, kör gözlüler ve bir de yarım akıllılar sonuçlara etki edilebilir belki diye, sayımı tamamlanan sandıkların başına atandılar ve bir kere de pusulalar bu şekilde geçti elden. Değişen bir şey yoktu. Remzi R., verdiği sözü tutamamıştı. Kapanış konuşmasını dinleyenler arasında ben de vardım. Yüksek bir platform üzerine çıkmıştı. Parti bayraklarını sallayan, bir ağızdan sloganlar atan, morarmış avuçlarıyla alkış tutan kalabalığın arkasından, tek sıra halinde akan insan seline kapılmış yolumu bulmaya çalışıyordum. Remzi R. konuşuyordu:
“Sevgili halkım, verdiğim sözü tutamadım. Seçilemedim. Sandıktan zaferle çıkamadım. Bir oyla kaybettim. Bu bir oyun sahibini merak etmiyorum. Demem o ki başkan seçilseydim, kutlamalarla, yorucu geçen seçim dönemini atlatmanız için kesenin ağzını açtığımı bilmenizi sağlayacaktım. Sizin için bir savaş uçağı kiraladım. Havada taklalar atan, yükselip birden dalışa geçen, kağnı arabasından da yavaş bir hızla uçan ama yere çakılmayan, göğü yırtarcasına haykıran jet motorları dalında tüneyen kuşların bile uykularını kaçıran bir canavar. Şimdi size sesleniyorum. Seçilmemiş olabilirim, o koltuğu ıskalamış olabilirim, unvanımı değiştirememiş sayılabilirim; ama tüm bunlar birkaç dakika içinde semalarımızda olacak bu uçağın rotasından sapmasını gerektirmez, değil mi? Soruyorum size, elimdeki bu telsizle ona geri dönmesini söyleyeyim mi, yoksa hızını ve irtifasını bozmadan gösterisini gerçekleştirmek üzere canavarını üzerimize sürmeye devam mı etsin?”
Halk, kendi arasında tartışmaya başlamıştı. Çoğunluk Karşı Cephe Partisinin militanlarından nefretle bahseder olmuştu. Ellerine geçirseler o bir oyun sahibini orada linç edeceklerdi. Biri bağırdı:
“Başkanım, verdiğiniz paralar boşa gitmesin. Uçak yüklü gelsin, Karşı Cephe Partisinin binalarına, evlerine, yurtlarına sorti yapsın, dalışa geçsin. Isırabildiği kadar güçlü ısırsın, yıkabildiği kadar derinden sarssın, delebildiği kadar içeriden kazsın.”
Halk kullandığı ve eşleştirdiği kelimelere bakılırsa gözünü kan ve kin bürümüş bir kahramanı andırır tavırlar sergiliyordu. Remzi R. halkı yatıştırmaya çalışmadı, bunun yerine, uçağın dolu ve yüklü geldiğini, ancak silah sistemlerini açık konumda tutmak yerine kilitleyerek uçtuğunu, Karşı Cephe Partisinin mahallelerinin yıkılmadan dimdik ayakta durmaya devam edeceğini ama onlar isterse bir gözlerini kısarak, tek ellerini güneşe siper ederek, ağızları bir karış açık, hızlı, çok sesli ve yırtıcı bir hava olayını gözlemleyebileceklerini söyledi. Halk yine kendi arasında istişare etmeye başladı. Militanların elebaşlarından biri bağırdı:
“Remzi başkan, uçağı boşuna kiralamadın. Kutlama için değildi. Seçimi kazansaydın asıl onun yolu işte o zaman açılacaktı. Şimdi bizi kandırıyorsun. Bu uçağın gösteri amaçlı, güvenli ve sivil bir olaya imza atmak için semalarımızda dalgalandığını söylüyorsun. Hayır. Buna inanmıyoruz. Bir oy çok şeyi değiştirir, ama bize göre onların bir oyu bizim yüklü jetimiz karşısında güneş önünde eriyen kar tanesi kadar yer kaplar. Çağır onu. Emret. Komut ver. Havalansın. Uçsun. Yırtsın. Dalgalansın. İnsin ve çakılsın üzerlerine. Bir oyla kazanmak ne demekmiş, görsünler. Bir oyla kazanılmaz, bir oyla sadece kaybedilir. Bizler yok olmaya hazırız. Onları ve bizi götürsün. Nereye mi? Yok olmaya, bilinmeyene, karanlığa, kayboluşa. Denklemlerde aynı değerdeki etkenler zıtlık işaretleri de dikkate alınarak parantez dışına atılabilirler. Buradaki kalabalık o jetin füzeleri, kurşunları, bombaları altında zıtlarıyla birlikte götürülmeye razı. Karşı Cephe Partisinin adamlarının da aynı fikirde olduğu kanaatindeyim. Geriye kalacak olan o bir oyun sahibi, farkın, dengesizliğin, ifadesizliğin ve mantıksızlığın adının yanına cesedini gömecek kimsenin olmadığını gördüğünde, acaba o pusulayı zarflayıp sandığa gömdüğü için pişmanlık duyacak mı? Seçimi kazanmanı sağlamaz bu hamle, ama o bir oyun sahibiyle yüzleşmeni sağlar.”
Remzi R. elindeki telsize dudaklarını dayadı, kimsenin duyamayacağı bir fısıltısıyla dökülen kelimeler radyo dalgaları üzerinde sörf yaparak yükseldiler ve birkaç dakika geçti. Açık kanatları beyaz bir duman izi bırakarak bulanık mavi göğe imzasını atan jetimiz semalarımızda yankılanıyordu. Seçimde nötr kalmayı, sandık başına gitmemeyi, ifadesizlik hakkımı kullanmayı düşünmeme rağmen Karşı Cephe Partisinin zoruyla kendimi sırada bulmuştum. O fazladan atılan bir oyun sahibi olduğumu, partili adamların zoruyla sandık başına gittiğimi, kalabalığa karışmaktan nefret ettiğimi hatırlamasaydım bu öfkeli kalabalığın içinde atılacak bombalara kucak açardım.
Kaçmaya başladım. Birazdan ateşleme gerçekleşecekti. Kim takardı Remzi R. denilen hergelenin İç Düşünce Birliği Başkanlığı konumuna yükselmek için kurduğu oyunları? Lanet olsundu. Mor plakalı otomobilini bir keresinde kaldırım kenarında görmüştüm. Harıl harıl konuşuyordu, kulağına dayadığı telefon sanki topraktan su çeken bir kuyu gibi duyma merkezine uzanmıştı. Bu başkanlık da ne işe yarıyordu hem? İnsanlar düşüncelerini üretirken dikkatli ve özenli davranmalılardı. Örnek vermek gerekirse, sıradan birinin sıradan bir hayali, basit bir adamın basit dünyasını karmaşıklaştırabilir, zora sokabilirdi. İnsanlar en temelden birlikte yaşadıkları diğer insanların yaşam alanlarına tacizde bulunmayacaklarını sözleşmelerle güvence altına almış olmasalardı bile bu başkanlık görevini yerine getirecek ve kimse zihninin elverdiği sapkın ve açık uçlu düşüncelerden dolayı sorumsuz sayılamayacaktı.
Patlama sesi tepelere tırmandığımda duyuldu. Lav topları gibi dökülen bombalar dizi dizi kalabalığın üzerinde seyreldi, açıldı ve yere kondu. Tozu dumana katan bir sarsıntı doğal mezar efekti içine gömdüğü insanları toprağın dibine çekti. Artılar ve eksiler ortadan kalkmışa benziyordu. O bir oyun sahibinin kim olduğunu öğrenememeleri için daha da uzağa gidiyordum. Gösteri uçağı gergin kanatları altındaki füzeleri çıplak bir kadının sırf bakmanız için açtığı bacaklarını ve içine çektiği göğsünü gözümüze sokması gibi vitrinine taşıyordu.
Uçak baş aşağı uçmaya başladı, havada tirbuşon hareketi yaptı, doksan derecelik bir açıyla yükseldi ve on metrelik bir demir çiviyi toprağa çakan kocaman bir çekiç başına iniyormuş gibi bu büyük şey ayaklarımızın altındaki yere kondu. Hayır, piste tekerlerini dokundurmamıştı. Sadece o derece yere yakın uçuyordu ki, bu şekilde tanımlanabilirdi.
Bu başkanlık ne işe yarıyordu? Mesela ben, asla yapamayacağım bir şeyi düşünemezdim. Kapı kapı dolaşıp kutsal kitap satmayı aklımın ucundan geçiremezdim. Bunun derin ve yıkıcı sonuçları, birlikte yaşadığım diğer bireylerin çocukları ve kendileri üzerinde analiz ve tedavi edilmediği takdirde insanı yok oluşa sürükleyebilecek arızalar meydana getirirdi. Kimse benim kapı kapı dolaşıp kimilerine göre bir zamanlar aklını peynir ekmekle yemiş insanların yazdığı kitaplara kutsallık payesi kattığımı, bunların yaşama aracı olarak kullanılabileceğini aklına getirmemeliydi. Bunu düşünmek yasaktı. Düşüncenin oluşabilmesi için başka bir bireyin zihninde yeterli miktarda boş alan bulunmalıydı. Yarın elmalı pasta satın almak için pastanenin yolunu tutmak isteyemezdim. Kameramın kırık lensini tamire götürmek istediğim zaman, bunu aklıma getirmemeliydim. Sadece biri pastanesindeki elmalı pastanın satın alınması gerektiği bilgisine erdiğinde yola çıkabilir ya da o tamirciyi elimdeki makineyle kimsenin özel hayatını fotoğraflamayacağıma inandırmalıydım. İnsanların kutsal kitap mitlerine ihtiyaç duymasını bekleyene kadar elimi bu işe sürmemeliydim. Bu başkanlık işte böyle bir görev sürdürüyordu. Düşünceler tartılıyor, sınıflanıyor, değerlendiriliyor, sıralanıyor ve namluya sürülüyordu. İnsanların keyfi düşünceleri geçen asırlar boyunca dünya savaşlarına, milyarlarca insanın açlıkla ve ölümcül hastalıklarla mücadele etmesine, iç ve dış siyasi karışıklıklara neden olmuştu. Mikro ve makro boyuttaki problemler dünyayı yaşanılmaz bir hale sürüklemişti. Düşüncenin çift taraflı ve yönlü olması bekleniyordu. Kimse düşüncesini öksüz ve yetim bırakamazdı. Düşüncenin çift ayaklı olması beklenirdi. Dalından bir mandalina koparmayı istemek her ne kadar insanın kendisiyle baş başa kaldığında gerçekleştirdiği bir eylem olarak görünse bile, aslında başka insanları da ilgilendiren bir mekanizmayı çalıştırıyordu. O meyveye benden daha fazla sahip olmak isteyen kimse yok muydu? Karşılığını nasıl ödeyecektim? Dilimleyecek miydim yani bölüşecek miydim? Bedenime ne katacaktı ve bunun katkısı ne olacaktı? İnsan düşüncesi boş durmuyordu. İç Düşünce Birliği Başkanlığı demek kamu düzeni demekti, polis teşkilatının haber alma organı demekti, istihbarat teşkilatı demekti.
Bununla birlikte o bir oyun sahibi olarak ölmek istemiyordum. Ölmemek, bombardımana kalmadan kaçmak demek, o bir oyun sahibi kolyesini boynuma geçirmeleri demekti. Karşı Cephe Partisinin adamları yanında yer almıştım, oyumu satılığa çıkarmıştım, taraflı davranmış ve yandaş düşüncelerin boyunduruğu altında sandığa bir yana eğilmiş ucube başı çirkin kızların bile bakışlarını çekmeyen oy pusulamı bırakmıştım. Doğru, suçluydum. Geri dönmeliydim. Teslim olmalıydım. Verecekleri cezaya rıza göstermeliydim.
Yerde yatan parçalanmış, kömür halinde yanmış, suyu kalmamış kuru cesetler arasında yürümeye başladım. Kentin ilçelerindeki yıkımı hayal edebiliyordum. Bunlar artı ve eksi kutupların birbirlerini yiyip bitirmeleri sonucu bu şekilde gerçekleşmişti. İki bin beş yüz insan bir anda canlarından olmuştu, bunların zıtlarıysa yerlerine yenilerinin getirilmeyeceğini akıllarına sokmamalıydı. Onlar da boyladıkları toprağa alışana kadar jet uçağının üzerlerinde niçin vızıldadığını düşünmüş olacaklardı.
Remzi R. ile göz göze geldim. Kutlama yapıyordu. Cesetler arasında gezindiğimi görünce telsizine uzanıp dudaklarını kımıldattı.
“Sen de kimsin?” diye bağırdı. “Ölmüş olman gerekirdi. Bu ölenler benim adamlarım. Onların peşlerine takılanlardan mısın yoksa Karşı Cephe Partisine oy verenlerden misin?”
“Şüphesiz,” dedim. “O fazladan bir oyun sahibi benim.”
“Seçimi senin yüzünden kaybettim. Bu insanların canlarından olmalarının nedeni kim olabilir sence? Yaptığını beğendin mi? Bu başkanlık sadece seçim vakti devre dışı kalıyor. İnsanlar seçim vakti istediklerini düşünebiliyorlar. Başkan olsaydım bu istisnayı da ortadan kaldıracaktım. Düşüncelerine ipotek koyduğum tüm insanlar başkanlığın kanunlarına uymak zorunda kalacaklardı. Senin yüzünden bu olmadı. Bizim tarafta yer alsaydın, kimse ölmeyecekti. Bu uçağı kutlama amacıyla kaldırdım, ama adamlarım fedakarlıkta sınır tanımadıklarını bir kere daha ispat ettiler. Haksızlık yapmadım, merak etme. Onların sayısınca insanı, karşı cepheden militanı da bombalattım. Bana oy vermedikleri için ölmediklerini kanıtlamak adına adamlarımı yok ettiğimi say sen. Gerisini de karıştırma. Kendini suçlu hissetmen için ne yapmam gerektiğini düşünüyorum.”
Telsizle kiminle konuştuğunu biliyordum, pilota talimat veriyordu, ilaçlamadan bir böcek sağ kurtulmuştu. Geri dönecek ve teslimatı yerine getirecekti.
“Beni öldürmen sana ne kazandırır?” diye sordum. “Hem çok şey kaybettirir. Şuraya bak. Seçmen namına geride ne kaldı? Bir tek ben varım. Sana oy vermedim. Bu da bire sıfır mağlup olduğun anlamına gelir. Eskiden olsaydı sen ve adamların da kendi hesabınıza oy kullanabilirdiniz. Ama düzen ve kurallar değişti. Karşı Cephe Partisi bir, sen ve adamların, sıfır.”
“Bana ne kazandırır? Bana ne kazandırır? Bana ne kazandırır?” Eteklerini öpüp ayaklarına kapanan tebaasından bir kuklanın böğrüne dirseğini geçirip “Cevap versene!” diye hırladı. Zavallı adam edebiyatı siyasete alet ederek, askeri hiyerarşi altında kaldığı için kendine acıyan bir sözde edebiyatçının baş eğişiyle aklının bu gibi konulara yetmeyeceğini dile getirdi. “Sana ne kazandırır bilmiyorum yabancı. Ama bu yaptığının bedeli ağır olacak. Birazdan tepende bitecek kanatların altında kalacaksın, lav kusan bir doğu kuşu gibi, dağların delik deşik zirve tepelerinden üzerine zıplayacak ateş topları başına düşecek.”
“Bunun için kendi tarafından da birini öldürmen gerek. Oysa sen hepsini katlettin. Ancak o zaman seçim yenilenmek ve yinelenmek zorunda kalınacak. Sandık başına kimin gideceğini düşüneceksin bir de. Kaderin benim ellerimde. Düşünceme ipotek koyamazsın. Kime oy atacağımı belirleme hakkın yok. O lanetli başkanlığınız da aklımı çelemez.”
“Matematik denklemlerindeki kurallara ihanet ederek seni niçin öldürmeyeyim?”
“Bu soruya senin cevap vermen gerekir. Belki de sana yapamayacağın bir şeyleri söyleten, tanımadığın, bilmediğin, görmediğin birileri vardır çevrende.”
“Ne yani, uçağa talimat veremeyeceğimi mi iddia ediyorsun? Yanılıyorsun. Kanatları gergin ve açık. Birazdan kanatları üzerinden kayan hava akımını görebileceğin kadar alçaktan uçacak ve başının üzerinde iki tur atacak. Üçüncü turun ya başında ya ortasında ya da sonunda kaderini yazacak kalem şeklindeki füzeler kulaklarında vızıldayacak ve ne olduğunu bile anlamadan iş olup bitecek. Ne zaman olacağını söylemiyorum ki tadı kaçmasın.”
“Bunu yapamayacaksın. Çünkü ben o bir oyun sahibiyim. Geride benden başka seçmen kalmadı.”
“Karşı Cephe Partisi kazandı ama. Bir kere daha aynı haltı yiyeceğim ve seni bombalatacağım. Oyunu bana satmadın. Belki de doğal hakkını kullanıp oy atmaktan caymalıydın. Değil mi? Öyle mi, değil mi? Haydi konuşsana. Kalabalığın arasına ve arkasına saklanıp herkesle aynı anda aynı şekilde hareket etmek, tek başına davranmaktan kolay olsa gerek. Yapmamalıydım, desene! Oy atmamalıydım, bu cesetler benim eserim, suçluyum, desene! Sandıktan kaçmadın. Sen sandığımdan da demokratmışsın.”
“Oyumu kullandım. Şimdi seni ve ne olacağını bekliyorum. Uçakla arandaki iletişimi merak ediyorum.”
Telsize eğildi, bu kez dudaklarının kımıldadığı görülmesin diye elini ağzına götürüp bir iki komut verdi. Savaş uçağı birden tepenin ardında belirdi ve toprağı kâğıt gibi yırtarcasına çıkardığı kulak tırmalayıcı sesle üzerimizden uçtu. İniş takımları açık süzülürken de baş aşağı asker selamını çakarken de üzerine soğuk su tutulmuş kaynayan bir düdüklü tencere gibi görünüyordu. Kilometrelerce yükseğe sıçrattığı insan kanı kanatlarına, iniş takımlarına, kokpit camına değmiş olmalıydı.
“Yoksa emirlerini geri mi aldın?” diye bağırdım.
“Seni öldürmeyeceğim. Sandığa gittin ve bana oy vermedin. Seçimler de yenilenemez. Zaferle ayrılamadım. Bire sıfır kazanan ben olamadım.”
“Başkanlığın yetkilerinin dozunu biliyorsun. Düşüncelerimi belirleme hakkına sahibim. Kime oy atacağımı sandık başında düşünürüm.”
Sesini çıkarmadı. Ben önde onlar arkamda, yola koyulduk. O bir oyun sahibi bendim. Kendilerini feda eden militanların sonunu düşündüm. Bombalanmışlardı. Yenilmişler ama kaybetmemişlerdi kendilerince. Kazanmak her zaman yenmek demek değildi onlara göre.
Dere tarlası boyunda önümüze bir yabancı çıktı. Yorgun, susuz ve aç görünüyordu. Nereden geldiği ve nereye gittiği bilinmeyen şu yabani kökenli meczup tiplerden olduğu ilk görüşte anlaşılsa da kendine gizemli ve değerli izlenimi katmak istermiş gibi az kelimeyle iletişim kuran biriydi. Heybesindeki kitaplara bakılırsa okuma işiyle ilgileniyordu, tüfeği sırtındaydı; yıpranmış ve delik ayakkabıları köyüne dönebilmek için akla karayı seçen bir meraklı olduğunun göstergesiydi. Bir delilik sonucunda yoldan çıkmış, geri dönememiş, gece bastırınca da durmak ve sabahın olmasını beklemek yerine aydınlığa yetişmek ve dünyanın zamana ayak uydurma hızından aşağı kalmamak için batıya doğru akan ışığa yürümüştü. Uzun zamandan beri yurdunda değildi. Onu tanıyan yoktu. Remzi R.:
“Merhaba yabancı,” dedi. “Yolunu kaybettin sanırım.”
“Onun gibi bir şey.”
“Birileri seni tanıyor olabilir, biliyorum; ama yazık ki geç kaldın. Az önce gelseydin çok kimseyi bulurdun. Fakat şimdi cesetlerini gömecek kimsesi olmayan bir yığın insan var o yönde. Bu şehirden değilsin sanırım.” Remzi R. gözlerinin parıldamasını telsizle verdiği komutu saklarkenki gibi gizlemedi. “Yoksa…” dedi. “Yoksa bu toprağın insanı mısın?”
“Buralıyım. Beni tanımazsınız efendim.”
“Niçin yola çıktın peki?”
“Önümde kim var diye merak ettim. Kim beni geçti diye. Anlıyorsunuz sanırım. Geride kalmamak, arayı kapatmak istedim; ama güneş battı ve ben yolun ışığını ileride ararken dünya da hareket ediyordu. Bu yüzden geri dönmek yerine kendisine yetişmem için yavaşladığını tahmin etmediğim o kimsenin kimliğini öğrenebilmek adına adımlarımı üçer beşer attım. Ve uzaklaştım doğal olarak.”
“Ona yetişebildin mi bari?”
“Kime efendim?”
“Önündekine tabii.”
“Hayır efendim. Önümdekini ararken birilerinin peşime takıldığını öğrendim. Bana yetişmek isteyen insanlar olduğunu gördüm. Onların da peşlerine birileri takılmıştı. Şimdi ailemle görüşmek istiyorum, izin verirseniz.”
“Ama onların öldüğünü söylemiştim.”
“Bu nasıl oldu efendim?”
“Böyle olmasını kendileri istediler. Benim tarafımda mücadele edeceklerini söylediler. Ölmeyi göze aldılar. Kazanabilmek adına uçağımın yüksek gölgesi altında toz bulutu halini aldılar. Ateşler sayıklarken isimleri toprağa yazıldı. Merak etme, intikamlarını da aldım. Onlar artılardı, eksileri de birlikte götürdüler.”
Bu zat ortaya çıkana kadar herkes benimle ilgilenirken, şimdi o bir tek oyun sahibinin yüzüne kimse bakmaz olmuştu. Remzi R.’nin gözleri güneş gibi parlıyordu. Yeniden doğmuş gibiydi. Peşime takılmışlardı, oyları yeniden saymak için sandık başına gidiyorduk; ama malum şahısla karşılaştıklarında onu aralarına alıp okul yoluna birlikte düştüler. Remzi R., sen gidebilirsin, dercesine elinin tersinle yeri süpürüyormuş gibi yaparak bana bir işaret çaktı. Tebaasından birine emir verdi ve adam eline telsizi aldı. Beni yanlarından uzaklaştırıp kovmaya çalışıyorlardı. Derken koşmaya başladılar, benim de aksi istikamete doğru hızlıca yürümemi istediler. Uçağın sesini işte o zaman duydum yine. Remzi R.:
“Bize bir oy yeter evlat!” diyordu. “İstersen kurtulmaya ve oyunu kullanmaya çalış. Bu en doğal hakkın. Bundan önce kolay olmadığını unutma, bir jet uçağından silahsız bir adamın kurtulmasının.”
Hayır, ben o bir oyun sahibiydim. Eksik kalan bir şeylerin olduğunu biliyordum. Bu kadar değersiz ve önemsiz değildim. O yabancıyı kandırıp oy istismarı yapabilirlerdi, seçim sonuçlarının istedikleri gibi çıkmasını sağlayabilirlerdi, beni bir kenara kullanılıp atılmış kâğıt havlu parçası gibi atabilirlerdi. Fakat bendeki iş bu kadar mıydı? İş o noktaya gelmişti ki, binalarının başlarına yıkılmasını sağlayacak o son hamleyi yapmamı gerektiriyordu tüm göstergeler. Uçaktan saklanmayacaktım. İsterse beni yere indirsindi.
“İşte, şu yüksek köprünün ayaklarından birinin üzerine tırmanıyorum,” dedim. “Yakala beni. Seninle yukarıda çarpışacağım. Yetenekli akrobatlar gibi, tellere asılacağım, bir karışlık demir çubuklar üzerinde tek ayağım üzerinde sürüneceğim, rüzgâr tenime sürtünüp beni aşağı çekmeye çalışırken, senin kanatların üzerinden akıp giden hava akımına bakmayacağım bile. Duymayacağım gürültünü.”
İç Düşünce Birliği Başkanlığının iştigal prensiplerini, bu makama ulaşmaya çalışan insanın istismar ettiği halkın oylarıyla nasıl safra atmış bir balon gibi yükseldiğini ve kalabalıklardan aldığı bağışlar üzerinde yükselen bu içi boş düşüncenin en tepede halka nasıl yukarıdan baktığını düşündüm. Şimdi bu yüksek köprünün bulutları aşan ayakları üzerinden aşağı bakmıyor olsaydım muhtemelen istediklerimi düşünemeyeceğim bir zeminde kaygan, oynak, sallantılı bir dünya toprağında kendimi esir düşüreceğimi bile bile içime büzülecektim. Hayır, bu böyle olmamalıydı. Çok düşünmeliydim. Düşüncelerimin bir anlamı olmasa bile, akıl ermez şeyler kuruyor olsam bile, zarardan ve yıkımdan başka sonuçlar meydana getirmeseler bile ideale hizmetkar olmalıydım. Sayısız insanın oy kullandığı bir okul bahçesinde kalabalığa ve başkanlığın yasaklarına rağmen haka dansı yapmak, elli kilometrelik bir köy yolunu yürüyüp yeri belirsiz bir kara kiraza dalmayı istemek, Amasra plajlarında denizin karaya sınır çektiği çizgide birkaç saniye durup beklemek istiyordum. Niçin tek ayak üzerinde zıplayarak ilerleyemezdim? Toplum içinde kimsenin gözüne bakmadan başladığım noktada bitireceğim bir yürüyüşün niçin bir parçası olamazdım? Akıl mı karıştırıyordum? Toplum geleneklerine ihanet mi ediyordum? Saçmalıyor muydum? Dünya sınırlarını aşmış uzay adamlarının, yerleşik insan kanunlarıyla kendilerini bağlı hissetmedikleri istasyonlarda, yörüngede dönen uzay gemilerinde niçin iplerini koparmadıklarını merak edemezdim. Toprak altındaki bitki köklerinin aşağı doğru uzamasına rağmen ağaçların güneşle temas eden uzantılarının çekim kuvvetine rağmen niçin yukarı doğru boy verdiklerini düşünmemeliydim.
“Haydi gel!” dedim. “Gel ve al beni. Remzi R.’ye oy vermektense ölmeyi yeğlerim. Oyumu kullandım ben. Zaten işinize yarayacak oyla birlikte sandık başında soluğu aldınız. Şimdi kurul önünde zarfınızı mühürlüyorsunuz. Damgalı pusulalarla kendinizi plastik bir sandığın içine hapsediyorsunuz. Sizler saklayan, sandıklara gömülen, kâğıt pusulalar gibi kapalı ve kokuşmuş yapılarsınız. Bense açığım. Ölümümü bile yükseğe çekiyorum, düşerken bile yaşamıyorum. Bu savaş uçağının kurbanı olmaya artık hazırım. Doğru, o pilotun yerinde olmayı isteyemem. Binlerce saat göklerde süzülen, kâğıttan uçurtmaların rüzgarlarını doğuran büyük fırtınaları harekete geçiren jet motorlarını ateşleyen yüzbaşımızın koltuğuna göz dikemem. O uçağın pilotu olmayı, küban sekizi çizerken boyunlarını vurduğum kalabalığın altımdaki titreşimlerini hissetmeyi, tonolu alçalış yaparken yere çakılmamı isteyen insanların kaderlerine etki edebileceğimi düşünmeyi, keskin dönüş sonrası yonca yaprağı şekline girmeyi asla isteyemem. Yüksek hızlı tırmanışlarım ve yavaş dönüşlerim gözlerinizi kırpmadan kanatlarıma takılmanızı sağlayamaz. Çünkü oradaki ben değilim. Yüklü olsam da ben yüzbaşınız yerinde olamam. Ateşlemek mi? Vurmak mı? Askeri tabirle bakireyi dişlemek mi? Ben bunu yapamam. Sadece düşünebilirim. Fırlatma koltuğunu ateşleyip kendimi namludan çıkan kurşun gibi dışarı atabilirim. Mermisi insan olan uçan kuşun içinden kusulduğumda, paraşütle yere inerken sıradan bir asker kaçağı olmayı göze alabilirim.”
Yüzbaşıyla göz göze gelecek kadar yakınlaştığını hissediyordum uçağın. Düşüncelerimi okuyor gibiydi. Hoş bir kız ismi olabilecek “telkin” kelimesi dudaklarımdan dökülüyordu. Onu etkilemeye çalışıyordum. Gerisinde onlarca ceset bırakmış bir ateş kuşu kumandanını son kurbanın canını almaması, asker kaçağı olması, ordudan firar etmesi, emre itaatsizlikte bulunması için düşüncelerimle yönlendirmeye çalışıyordum. Bunu anlıyor olmalıydı. İç Düşünce Birliği Başkanlığının kesin kanunlarına ihanet etmek bile bu kuşun ateşli pençeleri altında etimin kemiklerimden ayrılmasına yeterdi. Ama devam ettim.
Ellerimi kaldırdım ve sallamaya başladım, garson gömleği kadar beyaz üstümü çıkarıp havaya savurdum. Pes ediyor ya da barış istiyor değildim, amacım sadece fikrini değiştirmesini sağlayabilmekti. Pişmanlık duyduğumu, hangi kanata oy atacağım hususundaki fikrimi değiştirdiğimi, Remzi R.’nin teşkilatına katılacağımı düşündüğümü sanması için beyaz gömleğimi ve elimi sallarken uçak birden yön değiştirdi. Telsizle birisiyle iletişim haline geçmiş ve son aldığı emirler dahilinde yön değiştirmiş olmalıydı. Benim saçma telkin sanatımın ve düşünce yönlendirme seanslarımın etkili olma olasılığı yüzde sıfırdı. Kiminle ne konuşmuştu? Ne emir almıştı? Beni niçin yere indirmemişti?
Geri döndüğümde sandık başı sayımları gerçekleşmiş, adet tutanakları tutulmuş, ıslak imzalı belgeler seçim kurullarına yollanmıştı. Bu bölgede Remzi R. ve adamları bire birlik bir beraberlik elde etmek istiyorlardı anlaşılan. Remzi R. adet olduğu üzere konuşmasını yapmak için yüksek bir yere çıkmış ve atıp tutmaya başlamıştı. Önündekini ardındakinden önce yakalayıp geçmek üzere yola çıkmış garip yolcunun karşısında, bir tek kişiye hitap ediyor olmanın ezikliği cebindeydi ama çaktırmadan gururla şişirdiği kelimelerin önü sıra ilerliyordu.
Ona beni niçin öldürmediğini sordum, ama ne yüzüme baktı ne de sorumu duydu. Yüzbaşının telsizden aldığı talimatları düşündüm. “Sana asla oy vermeyeceğim,” dedim. “Eğer bu yüzden o pilota emir verdiysen, büyük hata ettin. Sen bir katilsin. Seçimler geçersiz sayılsın diye delilleri ortadan kaldırmakla eş değer olan bir eyleme imza attın ve denklem içindeki iki kutbun eşit sayıdaki elemanlarını dışarı çıkardın. Bu büyük belirsizlik seçimin yenilenmesini gerektirmedi. Sonuçta bir oy farkla kazandık ve o garip yolcu çıktı karşımıza.”
Beni duymazlıktan geliyordu. Yanımdan geçip gitti. Yok sayılmak buna denirdi. Peşlerine takıldım ve konuşmalarına kulak misafiri olmak için gölgelerine basmadan adımlarını takip ettim. Yardakçılardan biri Remzi R.’ye şöyle diyordu:
“Başkanım, köprünün yüksek ayakları üzerinde bırakabilirdik cesedini. Aşağı düşmezdi, kuşlara yem olurdu.”
“Bırakın kalsın. Kuşlara yem olur yine. Kimse farkına varmaz.”
“Yukarıda ne yaptığını tahmin edebiliyorum başkanım. Yine düşünmüş olacak. Yasak olanları hem de. Mesela uçağın pilotunun geri dönmesini istemiş olabilir. Kuşu üzerimize salmayı düşünmüş olabilir. Yüzbaşının bu mesleği seçmesinin koşullarını oluşturan nedenleri ortadan kaldırmak için kendi çapında bir eylem planı fikrini masaya yatırmış olabilir aklında. Hep isyan hep ihanet hep karşı durma.”
“Bunlar onların varlık sebebi.”
“Doğrudur başkanım.”
“Yenilmek berabere kalmaktan iyidir, unutma bunu.”
Telsizle haberleşirken jet uçağındaki yüzbaşı hedef bölgenin niçin değiştiğini anlayamamıştı. Yönünü değiştirdi, köprü ayaklarından uzaklaştı, sandık bölgesindeki okula sorti yaptı. Garip yolcu zarfını mühürleyip sandığa atacağı sırada kara tahta ve sıralar titredi, ayakları altındaki zemin sanki kaydı. Fakat değişen bir şey olmadı. Remzi R. ikiye sıfır yenilmişti. Geride seçmen bırakmamak, yenilmek yerine beraberliği göze almak ona göre değildi. Yolcunun iradesine ipotek koymaktan, sandık başında esir alınmış ellerini terli ve titrer halde bırakmaktan vazgeçmişti.
“Başkanım, ikisini de yok edebilirdik,” dedi yardakçılardan biri. Remzi R. cevap vermedi. “Adilce sadeleştirme yapabilirdik,” dedi tebaasından ileri gelenlerden bir diğeri. Remzi R. yine cevap vermedi.