Ekim ayını geride bıraktığımız şu günlerde her ay yazmaya çalışacağım yeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım. “Serbest Kürsü” isimli bu yazıda gerek ay içerisinde yaşanılan güncel olayları gerekse güncel olmayan ama önemli olduğunu düşündüğüm farklı konuları kısa kısa paragraflar halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.
1. Tartışma: Bir Şeyin Sadece Adını Bilmek ‘Bilmek’ midir?
Günümüzde yaşanan pek çok tartışmanın sebebi nedir? Öncelikle elimizde ‘tanım eksikliği’ var. Aslında en büyük eksiğimiz üzerinde uzlaşmanın olmadığı ‘dogmatik ve popülist (şunu belirteyim ki popülist söylemlere değil bu söylemlere sığınan insanların davranış kalıplarındaki tutarsızlığa karşı bir olumsuz tavır içindeyim çünkü bu söylemlerdeki bireylerin söylemleri içinde verdiği mesajlar, başkalarında kafa karışıklığı yaratıp otla çöpü ayırmalarını engelleyebiliyor; net bir paradigmanın yaratılmasını zorlaştırıyor, dolaylı olarak ahlakı ve yasaları ‘keyfen’ belirlemeye zorlayabiliyor)’ tanımlar bana kalırsa.
Yaşadığımız anlaşmazlıkların en büyük sebebi tanımların tam olarak yapılamaması ve bir kelimenin herkesin zihninde izdüşümünün farklı olmasıdır. En basit örnek Milliyetçiliktir. Milliyetçilik deyince kiminin aklına ‘ırkçılık’ kiminin aklına ‘Atatürk’ün yaptığı tanım’ kiminin aklına da ‘Milliyetçi Hareket Partisi’ gelmektedir. Dolayısı ile yaşanan bir tartışmada biri ben Milliyetçiyim dediğinde ne kast ettiği tam olarak anlaşılamamaktadır.
Benzer bir durum maalesef günümüzde sosyal medyada da yaşanmaktadır. Herkesin diline doladığı ve sürekli tartışmalarda kullandığı pek çok kelimenin anlamının aslında tam olarak bilinmediği ve herkesçe farklı anlamlar yüklendiği görülmektedir. Bu durumun bir başka sebebi de kendini belirli şekillerde tanımlayanlar bireylerin davranışları arasındaki uyumsuzluktur.
Pek çoğumuzun daha önce duymadığı “Celbedilmiş Toplumsal Afazi (Sözyitimi)” kavramını ilk defa Prof. Dr. Sinan Canan’ın yazdığı “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” kitabında okudum. Alev Alatlı’nın ortaya attığı kavramın amacı özellikle son dönemlerde gelişen sosyal medya ile beraber kafa karışıklığı yaratan kelimelerin bilinçli ya da bilinçsizce sık kullanılması ve anlamı sorulduğunda kimsenin fikrinin olmaması.
1965 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan ünlü fizikçi Richard Feynman bu konuyu çok veciz bir biçimde özetliyor:
‘Bir Pazar günü tüm çocuklar babalarıyla birlikte ormanda yürüyorlardı. Ertesi Pazartesi günü parkta hep birlikte oynuyorduk ve bir çocuk, “Şu kuş ne? Kuşun adını biliyor musun?” diye bana sordu. “En ufak bir fikrim yok.” dedim. “Kahverengi boğazlı ardıç kuşu.” dedi. “Baban sana hiçbir şey öğretmemiş.” diye de ekledi. Oysa babam kuşların adlarını çoktan öğretmişti bana. Bir keresinde yürürken, o kuşu göstererek “Kahverengi boğazlı ardıç kuşu bu.” dedi. “Almanca Pfleegel flügel, Çince Keewontong, Japonca Towhatowharra” deniyor. Bir kuşun adını bütün dillerde öğrendiğin zaman kuşlar hakkında kesinlikle ama kesinlikle hiçbir şey bilmiş olmazsın.” dedi. Sonrasındaysa gagalardan ve tüylerden bahsetmiştik. İsimlerin ve bir şeyin ismini bilmenin bir bilgi sunmadığını öğrenmiş oldum. Tabii elbette başıma bir sürü iş açtı bu, çünkü bir şeylerin adını öğrenmeyi reddettim. Biri gelip de “Fitch-Cronin Deneyi’ni nasıl açıklıyorsun?” dediğinde “O da ne?” derim. Karşılığında “Hani şu 2 Pi’ye ayıran uzun ömürlü ‘k’ mazonu.” der. “Ha, tamam, şu.” Asla bir şeylerin adını bilmedim. Sadık kaldığınız temel ilke, bir şeylerin sadece adını bilmek yerine o şeyin kendisinin ne olduğunu bilmek, değil mi?’
Açıkçası bir şeyin sadece ismini bilmenin o şeyi tanımlamak için yeterli olmadığı kanısındayım. Geçenlerde sosyal medya üzerinden de sadece tek bir kelimenin sözlük anlamının bilinmeden sağda solda kullanılmasının ne kadar ilginç yanlış anlaşılmalara yol açtığını gördüm. Bence kullandığımız kelimeleri muhataplarımızla aynı anlama gelen tanımı içerecek şekilde seçmeye özen göstermeliyiz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
2. Bilim: Nogo Faktör
Çok eski yıllardan beri bilim camiası tarafından bilinen ancak şahsımın yeni öğrendiği Nogo Faktör, santral sinir sistemi olarak bilinen beyin ve omurilik üzerinde oligodendrosit denilen hücrelerden salgılanan bir proteindir. Yaptığı şey ise beyinde veya omurilikte bir zedelenme olduğunda buradaki rejenerasyonu yani yenilenmeyi engellemek. Anladığım kadarıyla bu faktörü ortadan kaldırmanın bir yolu bulunursa Alzheimer, Parkinson gibi pek çok hastalığın da tedavisi bulunmuş olacak. Bu kişinin Nobel Ödülü alma ihtimali bile var…
3. Kısa Hikaye: Tsukamurella’nın Hazin Yaşamı
Hani bazı Yeşilçam aktörleri vardır, hemen hemen tüm meşhur filmlerde rol almalarına rağmen isimleri kimse tarafından bilinmemektedir. Ya da hep arka sıralarda oturup öğretmen tarafından hiç fark edilmeyen, sessiz sedasız okulu bitirdikten sonra ‘vasat’ bir şekilde ömrünü tamamlayan ve kimsenin ‘ya ona ne oldu acaba’ diye merak etmediği o öğrenci… Bir türlü göze çarpmaz, hiç adı duyulmaz, önemli işlere parmak bassa bile kimse tanımaz. Bugün tıp öğrencileri tarafından pek tanınmayan ve bunu çok içerlemiş küçük bir bakteriden bahsedeceğim sizlere. Onun acısını fark eden olmamış bu güne kadar. Kendisi benden rica edince kıramadım ve açtım mikroskobumu, bir yandan gözyaşlarını sildim, bir yandan da sabahlara kadar içini dökmesini rica ettim.
Tsukamurella’nın neler çektiğini kimse bilmiyor, duymuyordu maalesef. Örneğin küçükken annesine hep ‘anne amcamın oğlu Nocardia, dayımın evladı Actinomyces dünya çapında tanınırken neden ben ünlü olamıyorum’ diye sorardı. Fakat hareket edemiyordu Tsukamurella. Hayatı boyunca başkalarının eline bakmıştı. Tıbbi cihazlarla oynamayı çok sevdiği için kateterlerden, protezlerden giriveriyordu insan denilen mahlukun vücuduna. Kendisi de çok meraklı değildi zaten bu kılsız iri yaratıklara. İstediği tek şey arkadaşları arasında ona takılan lakaptan kurtulabilmekti. Çünkü kendisini ilk defa tahtakurusu yumurtalıklarında keşfetmişlerdi. Arkadaşları ‘tsukamurella, tsukamurella, ne işin var yumurtalıkta’ diye dalga geçmişti. ‘Ben tsunami gibiyim, adım bu yüzden Tsukamurella’ dese de arkadaşları inanmıyor ve ona ‘Çakma TsuBasa’ gibi hoş olmayan lakaplar takıyorlardı.
Oraların en meşhur bakteri ailesi Mikobakteriumlardı. Tarih boyunca verem, cüzzam gibi türlü hinliklerle insanoğlunu İllallah ettiren bu ailenin değişik yetenekleri de mevcuttu. Örneğin duvarlarında bol miktarda mikolik asit içerdikleri için aside dirençlilerdi. Tsukamurella’nın odasında büyük boy Mikobakteri posteri vardı. Her zaman hayranlıkla bakıp ‘ben de büyüyünce senin gibi olacağım!’ diyordu. Bir gün arkadaşları Tsukamurella’ya şaka yapmak için asit dolu bir mikrokova getirdiler. Amaçları hareketsiz olan Tsukamurella’yı korkutup biraz eğlenmekti. Fakat mikrokova yanlışlıkla ellerinden kayıp düştü. Korkuyla geri çekildiklerinde Tsukamurella’nın etkilenmediğini fark ettiler. O da süper Mikobakteriler gibi aside dirençliydi. Her ne kadar Tsukamurella çok mutlu olsa da arkadaşları onun büyücü olduğunu düşünüp temelli uzaklaştılar. Tsukamurella iyiden iyiye depresyona girip ağlama krizleri yaşamaya başladı. Zavallı küçük prokaryot varlık…
Peki ben bu minik yaramazın nasıl farkına vardım? Pandemi henüz başlamamıştı. Ülkemizde yapılan en zor sınavlardan biri kabul edilen, Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) olarak bilinen imtihana hazırlık amacıyla gittiğim dershanede, o gün Mikrobiyoloji dersini işliyorduk. Hocamız ‘bakın bu mikroorganizmalar aside dirençli boyanabilir’ diye 6 bakteri ve 3 parazit isminin yer aldığı bir tabloyu gösteriyordu. O sırada minik Tsukamurella’nın uzaktan bizi seyrettiğini fark ettim. Çok heyecanlanmıştı çünkü ilk defa bu kadar kalabalığın bulunduğu bir ortamda ismi ekranlara yansıyordu. Tam ‘meşhur oldum ben, meşhur oldum’ diye sevinecekti ki hocamız ‘Eğer sınavda bir soru çıkar da cevabını Tsukamurella yaparsanız sizin ayıbınız, yani bunların hepsini ezberlediniz de bir Tsukamurella mı kaldı?’ minvalinde bir cümle kurunca, zavallı Tsukamurella neye uğradığını şaşırmıştı. Halbuki geçen yıllarda şıklara bile girmişti. Ama sınıftaki yüzlerce insanın kahkahalarını duyan Tsukamurella’nın minik bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı ve oracıkta yere yığılıverdi. Neyse ki yeryüzünde birbirine gönülden bağlı sayısız Tsukamurella’lar bu sızıyı tam kalplerinin üzerinde hissettiler ve ‘bir gün gelecek, herkes adımızı öğrenecek!’ diye yemin ettiler. İşte bunu duyduğum anda ayağa kalktım ve şöyle bağırdım:
“Heybetini gizli tut yiğidim, Tsukamurella’m. Duruşun hocaları korkutuyor…”
4. Anime Tavsiyesi: Tensei Shitara Slime Datta Ken [Bir Balçık Olarak Yeniden Doğduğum Zaman]
Dizi, film, kitap, müzik gibi günümüzde artık ulaşılması zor olmayan pek çok farklı bilgi ve eğlence kaynağını ziyadesiyle tüketmeye çalışan biri olarak, Japon animelerinin ben de yeri her zaman ayrı olmuştur. Her ne kadar ‘manga’ kültürüm pek olmasa da mangalardan uyarlanan animeler arasında çok sevdiklerimi daha önce sizlerle paylaşmıştım:
Dizi Tavsiye: 11 Mükemmel Japon Animesi
Geçtiğimiz ay bu harikulade animeyi kardeşim önerince beraber izlemeye başladık. Kabaca konusu şu şekilde; daha önce hiç kız arkadaşı olmamış Mikami Satoru bir gün bıçaklanarak ölüyor ve başka bir dünyada ‘balçık’ olarak yeniden doğuyor. Ancak bu dünyada gerçekten çok önemli ve dengeleri alt üst edebilecek güçlere sahip. Henüz birinci sezonunu bulabileceğiniz bu animenin her bölümünü adeta iple çektim. Animemiz hayata dair farklı bakış açıları içermekle beraber ince espriler yapmayı da ihmal etmiyor. Ben ana karakter olan ‘Rimuru Tempest’ isimli balçığı çok sevdim. Şayet boş bir vaktiniz olursa, izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Bu aylık söylemek istediklerim bu kadar. Bir sonraki “Serbest Kürsü” yazısında görüşmek dileğiyle. Hoşçakalın…
Bir şeyin adını bilmek kesinlikle o şeyi bilmek olmuyor. aslında biz özellikle Türk milleti her şeyi bilmek isteriz. ama hiç bir şeyi tam öğrenemeyiz. adres sorduklarında bile bilmiyorum demek yerine saçmasapan tarifler veririz.