Zeigarnik Etkisi diye bir şey vardır. İnsanlar tamamlanamamış şeyleri daha sık hatırlar. Bitirmek ister. Bu yüzdendir ki kavuşamayan aşıkların aşkları dillere destan olur. Onun da yarım kalmış bir işi vardı bu şehirde. Bir gece evine geldiğinde intihar etmeye karar verdiğini fark etti. Birdenbire en doğrusunun bu olduğunu düşündü. Peki hangi ölüm şeklini seçmeliydi? Acısız ve kesin bir ölüm olmalıydı mutlaka. Tabancası yoktu fakat eski bir urganı vardı. Hasırdan örülme kalınca bir ip. İpin sandıkta olduğunu hatırladı. Herhalde 10-15 yıldır dokunulmamıştı sandığa. Tozlu raflardan indirdi sandığı ve kapağını açtığında içinden küçük bir kağıt düşüverdi yere. Kağıdı gördüğünde sandıktan çıkardığı urgan ellerinden kayıp gitti. Kağıtta yazan şey, yarım bıraktığı işin ta kendisiydi. Belki de ölmesine gerek yoktu. Belki onu kurtaracak kişiyi bulabilirdi.
Bu düşüncelerle karanlık bir ara sokağa girdi. Görmeyeli her taraf çok değişmişti. Elini cebine götürdü zira sandıktan düşen kağıdı cebinde taşıyordu. Kağıdı çıkardı, tekrar okudu ve düzgünce katlayıp cebine koydu. Cıvıl cıvıl ışıkları yanan bir ara sokak lokantasının önünde durdu. Aradığı yer burası olmalıydı. İçeri girdiğinde soğuktan buz tutmuş elleri hemen ısınmaya başlamıştı bile. Masaya oturdu ve çok sevdiği nostaljik bir şarkının radyoda çaldığını fark etti. En sevdiği şarkılardan birine denk gelmek yüzünde hafif bir tebessüme yol açmıştı. Uzakta yeşil gözlü tatlı bir garson kız oturuyordu. Dört iri yarı adamın kıza bakarak güldüğünü gördüğünde kan beynine sıçramaya başlamıştı. Ama asıl film, garson kızı çağırdığında kız kendisine doğru gelirken adamlardan birinin kızın kalçasına dokunmasıyla koptu. Kız umursamamış taklidi yaparak kendisine doğru yaklaşırken böyle bir terbiyesizliği cezasız bırakamayacağını çok iyi biliyordu. Ayağa kalktı ve kızın kendisine ‘yapma’ dercesine başını salladığını görmesine rağmen iri yarı adamların masasına geldi.
-Ne yaptığını zannediyorsun sen?
-Ne yapıyormuşum?
-Zavallı emekçi bir kızı taciz ettin ulan!
-Bana bak alırım seni ayağımın altına. Kız halinden memnun sana ne oluyor? Buranın patronu benim, acımam kovarım dükkanımdan.
Sinirden gözleri seğirmeye başlamıştı. Bu patron bozuntusuna bir ders vermeliydi. Fakat yanında başka adamlar da vardı ve muhtemelen kendisini bir güzel döverlerdi. Lokantada kendisinden ve bu adamlardan başka kimse yoktu. Derin bir nefes aldı ve yerine oturdu. Kızın elleri titriyordu.
Kız gözlerini önüne eğdi, yanakları kızarmıştı. Ürkek bir ses tonuyla merakını dile getirdi:
-Neden sordunuz efendim?
-Size yapılan bu terbiyesizliği hoş görmem mümkün değil. Gidelim polise şikayet edelim, ben şahit olurum. Size hiçbir şey yapamazlar.
Bu esnada adamlar tekrar sohbetlerine dönmüş sesli kahkahalar atıyorlardı. ‘Terbiyesizler’ diye geçirdi içinden.
-Efendim lütfen bunu yapmayın. Benim burada çalışmaya ve bu paraya çok ihtiyacım var.
Kızın gözleri dolmuştu. İçten içe çok üzülmüştü kıza. Bir şekilde yardım etmeliydi ama nasıl?
-Lütfen oturur musunuz? Sizinle konuşmak istiyorum.
-Patron çok kızar, yapamam efendim!
Bu esnada patron ve adamları mutfağa gittiler. Kız çekingen bir şekilde karşıdaki sandalyeye oturdu. Sandalyeyi çekerken bileklerindeki çizikleri görmesiyle beraber hayrete düşerek kızın bileklerini tuttu;
-Siz… intihar etmeye çalışmışsınız? Bu adamlar yüzünden mi? Size ne yaptılar?
-Hayır, aslında ben ölmek istemiştim, evet. Ama sonrasında ölümüme değecek bir şey olsun istedim diyelim.
-Aklıma bir hikaye geldi. Size de anlatayım müsaadenizle. Bir gün sofracı başı padişahın çorbasını doldururken yanlışlıkla 2 damla çorbayı padişahın elbisesine damlatıverir. Herkes korkuyla birbirine bakarken padişah: “Tez boynu vurula” diye emreder. Bunu duyan sofracı başı kepçedeki tüm çorbayı padişahın üzerine döküverir. Padişah kahkaha ile gülmeye başlar; “Seni affettim ama söyle bakalım, neden böyle bir şey yaptın?” diye sorar. Sofracı başı şöyle cevap verir: “Madem boynumu vuracaktın, buna değsin istedim”.
-Evet, tam olarak böyle. Bileklerimi kestiğim gün hastanede bir çocukla karşılaştım. Annesini ve babasını aynı anda kaybetmiş. Yapayalnız, dünyanın yükünü nasıl çekeceğini düşünüyordu. Ağzını bıçak açmıyordu. Bir gecede adeta kırk yıl yaşlanmıştı. Hastane bahçesinde beraber uzunca oturduk. Çay içtik, komik şeyler anlattım. İlk defa hafifçe gülümsediğini gördüm. Onun için yaşamaya, ona anne olmaya karar verdim.
-Fakat sizin yaşınız kaç henüz?
-19 yaşındayım. Yaşımın genç olduğuna bakmayın. Görülebilecek en iğrenç şeyleri gördüm, yaşadım ben. Artık hiçbir şey beni korkutamaz.
Bu esnada merdivenlerden küçük bir çocuk başı göründü. Henüz 5 ya da 6 yaşındaydı. ‘abla uyuyamıyorum’ diye mırıldanıyordu.
-Burada mı kalıyorsunuz?
-Evet, bu yüzden patrona bir şey diyemiyorum ya. Daha yeni çıkarıldım evden. Kalacak başka yerimiz yok.
Ben size kalacak yer ayarlayabilirim, ne gerekiyorsa yaparım demek istedi ama yanlış anlaşılmaktan çekindi. Artık konuyu değiştirmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Kıza şu soruyu sordu:
-Bu lokantanın adı Serendipity miydi?
-Evet efendim, tabelayı yenileyecekleri için kaldırdılar ama öyle.
-Serendipity… Çocukluğum burada geçmişti diyebilirim. Anlamını hiç bilmezdim. Ne demekmiş biliyor musunuz?
-Hayır efendim bilmiyorum maalesef.
-Güzel bir şeyi ararken daha güzel bir şey bulmak. Güzel bir tesadüf de diyebiliriz.
-Ah, ne kadar zarifmiş.
-Aslında ben de buralara birini bulmak için gelmiştim. Ama sizinle karşılaştığımız andan beri nedense sanki hep sizi arıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Tuhaf bir şekilde sizinle ve bu afacanla beraber olmak, vakit geçirmek istediğimi fark ettim.
Kızın yanakları kızarmıştı. Hafif bir tebessümle teşekkür etti. Aslında birbirlerine o kadar çok ihtiyaçları vardı ki. O anda kıza sarılmak ve onu asla bırakmayacağını, her zaman koruyacağını söylemek istedi. Ansızın arkadan çocuğun çığlık sesi gelmeye başladı. Adamlar küçücük çocuğu dövüyordu. Kız koşarak onların yanına gitti ve çocuğa sarıldı. Patron ve adamları ‘çocuğa sahip çık’ dedikten sonra dükkandan çıktılar. Kız, çocuğun kanayan burnuna sarılıp ağlıyordu.
O anda patron ve adamlarının yanından geçip gittiğini, kendisini görmezden geldiklerini fark etti. Yaptıklarının hesabını vermeleri gerekiyordu. Peşlerinden dışarı çıktığında birden buz gibi bir rüzgar yüzünün kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Karanlık sokaklarda kendisinden başka hiç kimse yoktu. Lokantanın önündeki kaldırıma oturdu ve gözünden yaşlar akmaya başladı. Arkasını döndüğünde eski ve silik bir Serendipity yazısı ile harabeye dönmüş boş bir dükkandan başka bir şey olmadığını fark etti. Ellerini yüzüne kapattı ve hıçkıra hıçkıra ağladı.
-Özür dilerim anne… Seni koruyamadığım için çok özür dilerim. O küçük çocuk, hep o adamlara dersini verme hayalleri kuruyordu. Lokantaya gelen tek bir kişi -tıpkı hayalimdeki gibi- bizi korusun ve bu cehennemden kurtarsın diye dua ediyordum her gece. Beni korumak için kendini feda ettiğinde yetimhaneye verdiler beni. Sonrasında nefret ettim bu şehirden. Bu soğuk kentin acımasız ve umarsız insanlarının hepsinden nefret ettim. Koşarak terk ettim şehri ve unutmak istedim her şeyi. Canıma kıymaya çalıştım. Oysa senin mücadeleni hatırlamam gerekiyordu. Unuttuğum için affet beni…
Bunları düşündüğü sırada yanına üstü başı kir içinde, elinde iki poşet mendille küçük bir çocuk oturdu.
-Niye bu kadar dertlisin abi?
-Sorma ufaklık, herkesin derdi kendinden büyük olur. Bu saatte güzel bir tesadüf oldu, gel sana şu yakındaki çorbacıda bir çorba ısmarlayayım olur mu?
Çocuk gülümseyerek başını salladı. Cebindeki kağıdı çıkarıp son bir kez baktı. Derin bir nefes aldı ve kağıdı yırtmaya başladı. Küçük kağıt parçaları rüzgarda uçuşarak gözden kayboldular.
–Kağıtta ne yazıyordu abi?
-Kağıtta mı? Serendipity yazıyordu. Serendipity…