Hiç bitmeyecek bir gecenin habercisi gibi usulca, yuvasına çekildi güneş. Oturduğu yerden yavaşça kalktı. Batmak üzere olan güneşi ürkütmemeye dikkat ederek perdeyi çekti. Salonun bir yanını ancak aydınlatabilen lambayı açtı. Salonun bir yarısı biraz karanlık kaldı. Şimdi herkesin gözü önünde tüm ihtişamıyla bir güneş dışarda batıyordu. Kimselerin bilmediği bir güneş içerde batıyordu. Batan sadece güneş değildi elbette. Hayalleriydi, verdiği onca emekti, yalnız bırakılan sevgilerdi. Umulmadık bir gece gelmiş ve her şey karanlığa gömülmüştü sanki.
Zaman geçtikçe, yaşanılanları daha iyi kavrıyordu. Bazen gerçekten, bir rüya zannederken, bazen tüm gerçeğin bu olduğunu düşünüyordu. Ya gerçekten gördüğü rüyaya inanıyor ya da ziyadesiyle aciz gözleri karanlığa alışıyordu.
*Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım
Attila İlhan
Eskiden başına kötü bir şey geldiğinde ağlanıp sızlanırdı. Sağa sola koşar, durumu düzeltmeye çalışırdı. Şimdilerde çok farklıydı durum. Artık ne zaman başına kötü bir şey gelse oturur ve öylece geçmesini beklerdi. Kaybettiği bir şeyler vardı. Mesela uzun zamandır hayal kuramıyordu. Kurduğu tüm hayaller, gelecek kelimesi ile bozuluyordu bir anda. Bir tür anlatım bozukluğuydu sanki hayatı. Bu gelecek denen kelime neydi de böyle elimizi kolumuzu bağlıyordu. Kimdi ki? Sahip olabilmek için sahip olduğumuz her şeyi uğruna fedaya hazır olabiliyorduk.
Her gün batımında bu düşüncelere dalardı ister istemez. Kapının çaldığını duydu. Kapıyı duymazdan gelmeye çalıştı ama çocukça bir azimle zile basan bakkal çırağı, anlaşılan pes etmeyecekti. Bu çırak, insan kokusu alırdı ya, gitmezdi asla. Zilin sesine daha fazla dayanamadı ve kalkıp kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açar açmaz çırağın boğucu sesi, merdivenlerden yukarı çıkan yönetici beyin yeni iskarpinlerinin havalı sesiyle karıştı.
Evin havasız ve rutubetli kokusu, Sayın Yüksek Apartman Yöneticisi beyzadelerinin burnuna kadar gitti. Yönetici, evinizi havalandırsanız daha iyi olacak gibi dedi. Sahi bu yüksek apartman yöneticileri ne çok şey biliyordu. Sahi insanlar akıl vermeye gelince ne çok şey biliyordu.
Çocuğun elindeki poşetleri aldıktan sonra kapıyı kapattı. Ellerindeki poşetleri kapıyı kapatır kapatmaz uluorta yere bıraktı. Antrede ki duvara doğru yanaştı. Ellerini iki yana açtı. Onu gören birisi, kesinlikle dua edeceğini sanırdı. Ve olanca ağırlığıyla duvara vurmaya başladı. Bir daha ve bir daha vurdu. Avuç içleri titremeye ve karıncalanmaya başlamıştı. Sahi umurunda mıydı ki? Ellerini yumruk yaptı. Duvarı yumruklamaya başladı. Bir kere, bir kere daha, bir daha ve bir daha yumrukladı. Ellerinde ki tüm gücü vücudunda ki tüm dermanı kesilene kadar yumruklamaya devam etti.
Sırtını duvara dayayarak yere çömeldi. Başını diz kapaklarının arasına aldı. Delirmek üzere olan bir insanın heykeli yapılacak olsaydı şu an ki hali olurdu muhakkak. Dağılmış saçları, paramparça elleri, şişmiş gözleri, çaresizliğin insanlığın en ağır yükü olduğunu söyler gibiydi.
Konuşmalıydı şimdi, anlatmalıydı hissettiklerini. Anlatmaya başlamayı denedi. Sanki anlatsa daha çok canı yanacaktı ama anlatmazsa da insanlar anlamazdı. Anlatman, konuşman gerekirdi, insanların anlaması için. Sahi neden neyin var diye sorarlardı insanlar, anlatmak istemeyen birisine. Sahi sizin insanlarınız dertleri paylaşmaktansa, kanayan yaraları merak ederdi. Sahi acımızı paylaşıp dinlemek olsaydı tek niyetleri. Oturur yanımızda sessizce anlatmamızı beklerlerdi. Ya da her neyse biz sustuğumuzda anlarlardı. İnsanlarınız, eğer kendilerini anlatmayı bırakıp da biraz dinleseydi anlarlardı. Zaten acı, dert paylaşılmak istenseydi. Susarak daha çok şey anlatırdı insanlarımız.
**Kim uydurdu bu olmak yalanını
Her şeyin yokluğuyla anlam kazandığı bu yerde
Olmadığımız nispette aranmıyor muyuz?
Ali Lidar
Büyük sevinçler lazım bize. Büyük birliktelikler. Çünkü büyük hüzünler yaşadık. Büyücektik parçalandık…
*Attila İlhan – Duvar – 20. basım – Yalnızlık Şiiri – sf.109
**Ali Lidar – Alengirli Şiirler – Kayboluş – 5. Baskı – sf. 30