Ortak Acılarımız ve Umutlarımız: “Balıkçı ve Oğlu”na Genç Bir Bakış
Bazı olaylar vardır; dillendirilmese de her an bahsi geçer – bunlar karşısında ne delicesine bir hışımla ağlayabilir ne de gerçeği kavrayabilirsiniz – kimi zaman buruk bir gülümseme kimi zaman ıslak bir bakış kimi zaman hazin bir iç çekiş, insana büsbütün tekrar yaşatır o demleri. Hele ki bu olayı her gün tekrar tekrar hatırlamaya ve yaşamaya mecbursanız. Ege’deki küçük bir balıkçı köyünde yaşayan Mustafa ve Mesude için de minik oğulları Deniz’i kaybetmek tam olarak böyle bir durumdu. İsmini aldığı sonsuzlukta canını veren bu miniğin ardından ancak iki yaslı ebeveyn, iki kırık kalp kaldı. Deniz böyleydi işte hem en büyük sevdalısı insanın hem en çetin hasmı. Mustafa’ya tüm bildiklerini öğreten denizdi ondan yaşama sevincini ve anlamını alanın da deniz olması gibi. Bu kederli aileyi hayata bağlayan uçsuz bucaksız mavilikti, ne acı ki hayattan kopmalarına neden olan da oydu.
Köyün genç aşıkları Mustafa ve Mesude’nin hayatı o günden sonra tamamen değişmiş, birer mahkumu olup çıkmışlardı kara bahtlarının. Mustafa artık kahveye uğramıyor, Mesude kadın toplantılarına katılmıyor, ikisi de olabildiğince kaçıyordu hayattan. Onları izleyen biri oğulları öldükten sonra kendilerine yaşama hakkı tanımıyorlar sanırdı ki bu sanı gerçekten de doğruydu. Hayatları – bu monoton yaşayışa ne kadar hayat denilebileceği tartışma konusu olmakla beraber- fevkalade bir çöküş içinde yamulup bükülüyor bu yaslı mahluklarsa sessizce ağlamaktan başka çare bulamıyorlardı ancak hayat devam ediyor, dünya dönüyor; günler haftaları, haftalarsa ayları kovalıyordu. Merhemi zaman olmayan acı yok derler acıları dinmedi belki ama daha kolay katlanır oldular gerçeklere. Yaşam öyle büyük felaketlerle dolu ki…
Deniz bir mezarlığı andırıyordu, her yanda ölü ve bembeyaz kesilmiş soğuk bedenler, geçilen her mil daha da yükselen bir sessizlik… Balıkçı şaşkın bir biçimde kendisini çevreleyen ceset yığınına baktı, bu bedenlerin soğukluğunu bir anlığına üzerinde hissetti. Neden sonra uzun bir uykudan uyanır misali parladı gözleri: Bu cesetler denizde kalmamalıydı, oğlu halen şu sonsuzluğun içinde bir yerlerdeydi ancak etrafını çepeçevre saran bu bedenlerin bir mezarı olmalıydı onlar oğluyla aynı kaderi paylaşmamalıydı. Teknesine bir kadın cesedini aldı ilkin sonra yetişkin bir adamı. Ancak gönlü buna el vermedi ya bu iki insan evli değillerse, günah olmaz mıydı? Balıkçı cesetlerle uğraşırken ansızın bir bebek gördü, can simidine oturtulmuş ve gerek soğuktan gerekse açlıktan ölmek üzere olan bir bebek, ne olursa olsun yaşayan bir bebek. Sahil güvenliğe cesetleri teslim etti ancak bebekten asla bahsetmedi, deniz ondan yavrusunu almıştı ama başka bir yavruyu kollarına vermişti. Bu balıkçı Mustafa bu bebekse Samir bebekti…
Çağımızın en büyük vahşetlerinden biri olan göçmen sorunu bu sefer karşımıza Zülfü Livaneli’nin kusursuz dili ile çıkıyor. Herkesin gördüğü ama susmayı tercih ettiği bu katliama sessiz kalmayanlardan biri de usta yazar Zülfü Livaneli. Ege’nin parlayan güneşini de Mustafa ve Mesude’nin derin hüznünü de tüm benliğinizle duyumsuyorsunuz “Balıkçı ve Oğlu”nu okurken. Klasik bir trajediden tamamıyla ayrılan Balıkçı ve Oğlu beni hayatın farklı kıyılarına sürükledi, yeri geldi gözlerim doldu yeri geldi buruk bir tebessüm sardı çehremi.
Samir bebek ailenin hem neşesi hem endişesi oldu. Bu tatlı bebeği büyütebilmek için hapse girmeyi bile göze aldılar. Hem en yakınlarından hem yetkililerden saklamaya çalıştılar gerçeği, bunun için ellerinden gelen her şeyi ama her şeyi yaptılar. Deniz onlara bu sefer bir armağan vermişti fakat hayat da aynı deniz gibi çalkantılı ve belirsizdi…
Samir bebek kimsesiz değildi aksine annesi hayattaydı ve bebeğinin özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Bu haber önceleri gerek Mesude gerekse Mustafa için büyük bir keder kaynağı olmuş, ardındansa içten içe kendilerine kızmışlardı. Biri ölmedi diye üzülür mü insan? Mesude bir anne için evladını yitirmenin acısını çok iyi biliyor ama bebeğin ellerinden alınacağından korkuyordu. Oysaki Samir’i yitirme korkuları boşunaydı, anne Afganistan’a dönecek, bebeğin Türkiye’de iyi insanlarla büyümesi daha iyi olacaktı. İki acılı kadın birbirlerini hiç konuşmadan anlıyor, dinliyorlardı. Biri evlat özlemini yeni tadacaktı birininse yıllardır sürüp giden özlemi biraz da olsa son buluyordu. İki farklı hayat, iki farklı kadın, aynı acı. Bence çok şey anlatıyor bu roman insanlığa: birbirimizden farklı görünüyor, konuşuyor ve yaşıyor olabiliriz ama her şeyden önce kendi hikayelerimiz, kendi hayatlarımız var, hepimizin duyguları, hisleri, arzuları var. Hepimizin sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı var. ”İhtiyar balıkçı“ ve Mustafa hem çok benziyorlardı birbirlerine hem de düpedüz farklılardı birbirlerinden ancak bu onları düşman kılmaz. Peki biz neden düşmanınız böylesine? Hepimiz aynı güneşe bakıyor aynı ayla meltemin sohbetini ediyor aynı havayı soluyor, çoğu zaman aynı kederleri paylaşıyoruz. Nasıl nefret edebiliriz birbirimizden?
Konuk Yazar: Sena KAĞNICI
harika bir inceleme
çok güzle yzı