Bundan tam 64 yıl önce, 3 Nisan gününü 4 Nisan gününe bağlayan gece, Adalar Denizi’nde yapılan ve 3 gün süren, NATO’nun ‘’Mavi Deniz’’ tatbikatına katılan iki denizaltı T.C.G. 1. İnönü ve T.C.G. Dumlupınar denizaltıları Gölcük’teki üslerine dönmek üzere Çanakkale Boğazı’na girmek üzereydiler.
Aynı saatlerde altı bin tonluk kuru yük gemisi, İsveç bandıralı ‘’Naboland’’ Çanakkale Boğazı’ndan geçmektedir.
Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'nın en tehlikeli yeri sayılan Nara Burnu açıklarına geldiğinde, gözcü, sancak tarafında iki silyonu ile kırmızı bordo feneri görünen bir geminin, üzerlerine doğru gelmekte olduğunu üstlerine rapor eder.
Dumlupınar önce sancak tarafına 15 derece manevra yapar ama karaya oturma ihtimaline karşı daha sonra Naboland’ın önünden geçmek amacıyla iskele tarafına tam gaz manevra yapar ancak akıntı o kadar şiddetlidir ki ikisini de yapmaya ne imkan ne de zaman vardır. Ve Kuzey Denizi’nde seyreden gemilere has bulunan, geminin önündeki buz kıran Dumlupınar’ı bir jilet gibi ortadan ikiye ayırır.
Denizaltı dibe gitmeden önce, kısa bir süre pervaneleri havada göründü ve biraz sonra o da kayboldu. Bunların hepsi 1-2 dakika içerisinde olmuştu. Öyle ki Naboland bile denizaltının battığını görememişti. Denizin üzeri kesif bir motorin tabakasıyla kaplandı. Dumlupınar ise 81 denizcisiyle birlikte daha önce hiç inmediği kadar derinlere doğru yol aldı.
O andan itibaren zamana karşı yarış başladı. Kaza mahalline ilk olarak 10 sayılı açık deniz gümrük motörü yetişmiş ve su üstüne savrulan: Süvari Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu, Üsteğmen Kemal Ünver, Üsteğmen Hasan Yamuk ve Baş Gedikli Ali İnkaya ile Hüseyin Akış’ı kurtarmıştır.
Dumlupınar mürettebatından su üstünde bulunan 5 kişi kurtarıldıktan sonra, gemi ile beraber sulara gömülen diğer mürettebatın kurtarılması için derhal faaliyete geçilmiş. Ancak geceleyin yapılan bütün aramalara rağmen denizaltının şamandırasını bulmak mümkün olmamış ve şamandıra ancak sabah saat 7'de balıkçılar tarafından bulunabilmiş.
Şimdi yapılacak tek şey vardı. Kurtaran gemisinin gelmesini ve kurtarma çalışmalarına başlamasını beklemek…
Kurtaran gemisi saat 13.00'da olay mahalline ulaştı. İlk temaslar da Dumlupınar’a moral verilmiş, oksijeni idareli kullanmak adına, gerekmedikçe konuşmamaları, şarkı, türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri söylenmişti.
— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben, Üsteğmen Suat.
— Evet, efendim ben Selami.
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat.
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı
sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim.
— Peki efendim…
265 kadem gösteriyor doğru mu sorusu o kadar manidardır ki. Çünkü o kadar derinlikteki bir denizaltıyı kurtarmak o zamanın şartlarına göre çok zordur. Her şeye rağmen çalışmalara başlanır.
Kurtaran gemisi daha önce 35 kulaca kadar tatbikat yapmıştı. Oysa Dumlupınar 46 kulaç (96 metre) derinlikteydi. Gerek derinliğin fazla oluşu, gerekse süratli akıntı, kurtarma çalışmalarını zorlaştırmaktaydı. Nitekim Kurtaran’ı denizaltının üstüne sabitleme çalışması sık sık sekteye uğradı. Hatta kaza mahalline ulaşmış bulunan muhripleri demirleterek şamandıra gibi kullanma yoluna bile gidildi.
Dumlupınar'da çan kılavuz teli yoktu. Battı şamandırası gemiye sadece telefon teli ile bağlıydı. Bu nedenle dalgıçlar kılavuz telini denizaltıya takmak için çalışıyorlardı. Kılavuz telini taksalar kurtarma çanını kullanabileceklerdi.
Birçok dalgıç hayatlarını tehlikeye atarak daldı. Derinlik o kadar fazla, akıntı o kadar süratliydi ki çoğu denizaltıyı göremeden su üstüne çıkarıldı. Bir ara dalgıçlardan Astsubay Üstçavuş Nurettin Ersoy denizaltıyı görebildiğini söyledi. Ancak ondan sonra sessizlik hakim oldu. Bir öksürük sesi duyulunca, dalgıç yukarıya alındı: Çünkü artık dalgıçtan ses gelmiyordu.
Saatler süren kurtarma çalışmaları sonunda umutların tükendiği anda, karanlıkta bekleyen 22 kişiye her şey yine aynı sözcüklerle anlatıldı. Konuşabilirler, türkü söyleyebilirler hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan tüm Türkiye denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan, hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi.
Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen sallan gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Yanık olur anaların yüreği
…
Bu arada şamandıralama işlemi sırasında, Dumlupınar’ın battı şamandırası koptu. Bu artık telefon irtibatının tamamen kesilmesi anlamına geliyordu. Son olarak iniltiler halinde dualar duyuldu. Sesler yavaş yavaş kesildi. Dumlupınar’dan artık cevap gelmiyordu. Son sözleri ise ‘‘Vatan Sağ Olsun’’ oldu.
‘‘Ey Türk oğlu hiç unutma geçen yaslı günleri
Yaralı bir arslan gibi inlediğin dünleri
Suna boylu şen bayrağın sararmıştı, solmuştu,
Onun yanık bağrı bütün acılarla dolmuştu’’
Dumlupınar F. D.
Yaşanılan çoğu felakette olduğu gibi, sonradan ortaya çıkan veya öğrenilen ve böyle hadiselerle ölümsüzleşen hikayeler vardır. Aslında birçok hikaye var. Ama içlerinden birisi var ki sanki anlatılmasa yarım kalır yaşanılanlar.
Heybeliada’daki Deniz Okulu’ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da birbirlerini çok seyrek görmektedirler. İsmail Türe de denizaltı da muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale’den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir…
Boğaz’ı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden bellidir. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür.’’ SENİ SEVİYORUM…’’ Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe’ye bakarlarken, genç aşık elinde ki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir.
Bu olaydan sonra iki sevgilinin mesafeleri aşan haberleşme yöntemi denizcilerin dilinden düşmez olur. Yine bir gün, 27 yaşındaki üsteğmen, Çanakkale’den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan haber verir nişanlısına. Ege Denizi’nden Boğaz’a giriş yapacaklarını, en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zamanki gibi o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de…
Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş alanına girmiştir. Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür. ‘’SENİ SEVİYORUM…’’
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser: ‘’Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı herhalde. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi…’’ Bir anlık tereddütten sonra 1. İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek, karşılık verilmesini emreder. Yanındakilerin, ‘’Ne diyelim komutanım?’’ diye sorması üzerine de şunları söyler: ‘’EBEDİYETE KADAR…’’
Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır ‘’Ebediyete Kadar‘’ sürecek olan uykusuna!..
Not: Daha geniş çaplı bilgi almak ve konuyu daha iyi anlayabilmek için kaynak olarak o zamanın ve günlerin gazetelerine baktım ve üzülerek söylüyorum ki değişen pek bir şey yok maalesef. Gene birkaç gün atılan manşet ve daha olaydan birkaç gün geçmeden çıkan gazetelerde, Dumlupınar haberinin hemen yanında, magazin ve müstehcen keyif haberleri var ne yazık ki. O zamanın şartlarını daha iyi anlayabilmek için çok fazla kaynak taraması yaptım. Ve elimde birbiriyle uyuşmayan birçok kaynak birikti. Ben de hepsinin aynı olduğu yerleri seçtim. Belki detaylardan uzaklaştım ama en azından okunurluğu daha rahat olan bir yazı olması için elimden geleni yaptım. Ayrıca "ah bir ateş ver türküsü"ne elimde olan kaynaklarda rastlamadım. Demek istediğim şamandıra koparken gelen son seslerin kısık sesle yapılan dualar olduğu. Anlatımı etkilemeden elimden geldiğince bu türküyü de katmak istedim.
Kaynakça:
1) 50. Yılında Dumlupınar Faciası- 72 saatlik dehşet- Bülent Çaplı- Popüler Tarih- Nisan 2003 sf-84
2) 5 Nisan 1953 Son Posta gazetesi – Dumlupınar Denizaltımız Battı
3) 6 Nisan 1953 Milliyet gazetesi – Resimle hadiseler
4) İstanbul’da Bir Zürafa – Sunay Akın
5) Dumlupınar Faciası Destanı – Celal Salih Güney – Yay. Yıl: 1953
Emeğine kalemine sağlık. Tarihin tozunu silip, öğrettiğin ve hatırlattığın için teşekkürler.
Estağfurullah, tarih öğretmek gerçekten iddialı bir söz. Benim yapmak istediğim, daha önce yazılanları okunur bir blog yazısı olması amacıyla derlemekti. Faydalı olabildiysem ne mutlu.
Üzücü bir durum. Tarihte böyle vakalar olmuştur ama genelde zarar gören taraf malesef biz oluyoruz. Yine de yapıcı ve öğretici bir paragraf olmuş teşekkürler parmaklarına sağlık
Yasin Bey. Söz konusu HİKAYE benim amcam İsmail Türe nin adı hiç mi hiç ilgisi olmadıgı bir ” edebi nemalanma veya stand up dünyasında ailemizin ACISINDAN NEMALANMa” arsızlıgına alet edilmektedir senelerdir.Hukuk fakultesinde okuyan oglum anne bu kadar acı cekecegine artık bu işe bir son ver o zaman dediğinde BU UYDURMA SACMA SAPAN hikaye nin pesine düştüm. Biz TÜRE ailesi olarak bu trajediiyi hayatımızdan sildik. Geçmişimizin en mahrem yerinde kutsal bir zeminde gömdük. Mezarı bil olmayan şehid amcam İsmail Türe nin adı kullanılarak isim yapma gayretinde olanları Allaha havale ediyorum ve bunun pesini bırakmayacagım hususunda sizi temin ediyorum. Er ve ya gec bunu şov malzemesş yapanlar özür dileyecekler ailemizden Lütfen bizi rahat bırakın. Kutsal gecmişimize hürmet edin.
Naciye Hanım öncelikle ifade etmem gerekir ki hayatımda bir menfaat için hiçbir acıya nemalanmadım. Ki bu benim için son derece iğrenç bir şey. Yazıda geçen ”İsmail Türe” bölümü neredeyse tamamen -kaynak gösterilerek- Sunay Akın’ın İstanbul da Bir Zürafa adlı kitabından alıntılanmıştır. İfade ettiğim kitap güncel bir şekilde okura ulaşmaya devam etmektedir. Mamafih burada yazmak yerine kitap için ve diğer kaynaklar için hukukla mücadele etmeniz daha isabetli olacaktır diye düşünüyorum. Ki eğer haklıysanız elbette bana, size ve acınıza saygı duymak ve bölümü kaldırmak düşer. Tüm bunlarla birlikte ifade etmeliyim ki internet ortamında olduğumuz için sizin yaptığınız yorumu birçok amaçla herkes yapabilmektedir. Lütfen yanlış anlamayın ve bizzat siteye başlattığınız hukuki süreçle ilgili kaynağı göndermenizi ısrarla rica ederim. – parlakjurnal@gmail.com