İstisnasız herkesin belki benliğinin derinliklerinde belki dilinin ucunda belki de aklının girift kıvrımlarında tuttuğu bir hayali, umudu vardır. Bazıları günlük bir sohbet esnasında söylerken gelecekten beklentilerini bazılarıysa bir günah misali aklının en derin köşesine kovalar da paylaşmaz kimseyle. Belki hayal kurmaya layık bir insan olmadığına inandırmıştır kendini içten içe, kim bilir belki hayal kurmak aklının ucundan dahi geçmemiştir. Sonuçta umut pek çok kişi için bir Pazar malından ibarettir ancak, oysa tek sahip olduğu şey umutları olan az mı “insancık” var şu dünyada? Sanırım bir sabah hamamböceği olarak uyanacağını sanan, sevmediği bir hayatı yaşamak zorunda olan, gitgide daha az inandığı hayallerinin ardından koşmayı bırakan tek mahluk “Gregor Samsa” değil ya da umutsuz aşkına hiçbir şeye inanmadığı kadar inanan, kalbinde koca bir boşluk varmışçasına yaşayan, sevdiği kadın uğruna diğer tüm sevdiklerini arkada bırakmaya hazır olan tek aşık “Werther” değil. Aslına bakacak olursanız “Uçurum İnsanları”nın soyu tükenmez ama aralarında bir “Martin Eden” nadiren baş gösterir. Peki, sahiden nedir uçurumun kenarında doğup büyümeye ve en son da uzun ama beyhude bir hayatın ardından yine burada ölmeye mecbur olan insanlarla Martin Eden’in farkı? Maksim Gorki hayatını gururla haykırırken neden Werther boyun bükmeye mecbur? Sizin cevabınız ne olur bilmiyorum ama benim cevabım kesin: Hayallerin ve sonu gelmez umutların ardından gamsızca koşabilmek… Fakat hayatın da “Tolstoy’un baloları” gibi tozpembe olmadığı aşikar; herkes kabarık kollu, nakışlı elbiseler giymiş değil veya gençlerin dramı yalnızca çiftlik olaylarıyla ve yasak aşkla sınırlı değil ancak o tozpembe hayallerimiz olmasa ne kadar katlanabilirdik gerçeklere?
“Bu kitabı düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum”
Eğer Robinson içten içe kurtuluş ümidi taşımasaydı ıssız bir adada nasıl yaşayabilirdi, Jan Valjean bir sefil olmaktan kurtulacağına tüm kalbiyle inanmasaydı ve bu amacı için hayatını feda etmeseydi sizce belediye başkanı dahi olmayı başardığı bu yolda ne kadar ilerleyebilirdi? Ama olay asla inanmakla sınırlı olmadı, gözlerimizin önünden bir İlya İlyiç geçmişken nasıl böyle bir iddiada bulunabiliriz?
Aslında herkes zengin, güzel ve bilgili “Ruth” gibi olmak ister ama hayata gözlerinizi aristokrasinin içinde değil de bir kenar mahallede açtıysanız o zaman tek olanağınız var: sonu mutlu biten bir “Martin Eden” yazmak. Eğitim önemli şey ancak okumak için gittiğiniz Kazan’da eski bir fırından çalışıp geri kalan zamanınızı – tüm optimistliğinize rağmen – kitaplara ayırıyorsanız belki budur sizin üniversiteniz. Çalıştığınız fırının üst katında kitap okurken bu büyülü kitabın her bir satırını hayranlıkla takip ediyorsanız, en müthiş acıları size tattıran insanları bile ancak unutarak öldürüyorsanız, içinde bulunduğunuz sefil duruma karşın dimdik ayakta durabiliyorsanız kim bilir belki siz de tüm tökezlemelere, düşüşlere ve acılara rağmen umutlarının peşinden korkusuzca koşan o kahramanlardansınız.
Konuk Yazar: Sena KAĞNICI