dedektif masası

Her Şey Daha Kötüye Gider (Bir Dedektifin Öyküsü)

1

Sarp sınır kapısından geçmek için düşündüğüm yollardan biri balıkçı teknelerine rüşvet vermekti. Beni açık denizde meslektaşlarının balıkçı teknelerinin küpeştelerinden birine asılan çamaşır gibi fırlatabilirlerdi. Engebeli ve dağlık araziyi geçmek için tabanlara tükürmekten daha kolay olanıysa belli süre nefes almadan su altından yüzüp üç beş yüz metre öteden Gürcü sularında kıyıya vurmaktı. Aslında en kolayı yolcu trafiğine açılmasını beklemekti sınırın. Çünkü İra beni bekliyordu.

Black Sea alışveriş merkezindeki büyük markette görmüştüm onu. Zemin sanki ona doğru eğimliymiş gibiydi. Her şey ona çekiliyor gibiydi. İşin tuhaf yanı kendisine çektiği insanlarla bir bağ kurmadan insanları etkiliyor olmasıydı. Kimsenin gözlerine üç adım berisinde özgül ağırlığını onun çekim kuvvetinden kurtaramayan birisi belirene kadar bakmıyordu. Bana da aynısını yaptı. Kah Gürcüce, kah Türkçe, kah İngilizce konuşmaya başladım. Benim sigara ve içki ticareti yapan biri olduğumu sandı. Zevk ve kumar turizmi için hippiliği yaşam felsefesi yapan bir insan olmadığımı ona onun bana davrandığı gibi davranarak göstermeye çalıştım. Domuz pastırmasından bir paketlenmiş hazır sosisli ve peynirli haçapuri satın aldığımı gördü.

Üçüncü buluşmamızda slot makinelerinden birinde yan yanaydık. Anlatmaya başladım. Özel dedektif olduğumu söyledim. Tezli yüksek lisansımı kriminal yasalardaki “her şey daha kötüye gider kanunları” üzerine yapıp sertifikamı okulumu dereceyle bitirerek almıştım. Bu yasa herkes için geçerli değildi. Şaşırdı. Önüne bakmasını söyledim. Leo Grand Kumarhanesi’nin kapısından ilk girdiğim günü hatırladım. Mini etekli yalpalayan kızların arasında kendime boş bir koltuk bulmak istiyordum. Renk kalabalığı sarı ve siyah kırmızılığın gözleri buğulayan uyuşturucu etkisinin yanında insana hiç dokunmuyordu. Krupiye kıza içeride gopro ile çekim yapıp yapamayacağımı  sordum. “I ı…” Yani hayır.

“İra,” dedim. “Benim geldiğim ülkede tuhaf şeyler oluyor.”

“Ne gibi Mustafa?”  dedi İra.

“Mesela İra, ben bir anda kendimi ‘mesleğin zirvesi’nde bulacağımı bilmezdim.”

Özel dedektiflik büromu açarken sahibince doksan dokuz yıllığına sözleşmeyle satın alınmış, bir artı bir, bahçe katındaki bir home ofisi kendime kiraladığımı söyledim. İlk müşterimin karakterini anlatmaya başladım. Valilik binasındaki il göç idaresinde çalışan bir memurdu. Her memur gibi ezilmeye alışmış, maaşını ayın ilk on gününde iç eden, ayın ilk beş günü içinde kuyumcudan sadece bir bölü on gramlık altın alabilen, maaşını aldığı ilk günün ilk beş dakikası içindeyse bir sonraki ay başına kadar idare etmeyecek olan süreli mutluluğunu tüketen sıradan bir emir kuluydu. Nüfus ve vatandaşlık işleri dairesinden sürülmüştü. Karısı kocasının devlet içindeki mertebesini onunla evlendikten sonra anlayıp müdürüyle sürtmeye başlamıştı. Elbette şiddetli geçimsizlikle sonuçlanan boşanma nedenleri kadının adamın müdürüyle gizliden sürtmeye başlaması değil, avrat otu, regl suyu ve adamın her cuma kestiği tırnaklarının gizliden çöpten alınıp leblebi tozu kıvamına getirildikten sonra soğuk çörçil içinde her sıcak ağustos akşamında adama içirilmesiydi. Kadın büyü işinde uzman olmuştu. Neticede kendi göbek bağını kendi kesmeliydi. Çünkü müdür maaşı memur maaşından yüksekti. Çünkü müdür memura emir veriyordu.

“Adamın ikinci eşiydi öldürülen,” dedim İra’ya. İntercontinental Hostel’in önündeydik. Asyalı kadınların çekik gözlü bakışlarından kaçmaya çalışarak masaj salonlarını arkamızda bıraktık. Sekiz  yataklı karma bir yatakhanede koğuş kalabalığı içinde bir hafta geçirdiğimi anlattım. Çinli bir kadın yanımdaki ranzada görüntülü sohbetle müşterisine fiyat teklifinde bulunuyordu. Lia diye seslenilen hostel sahibi akıllı telefonundan oyun oynuyordu. Aklını kaçırmış bir İngiliz de görmüştüm. Hostelde yatıp kalktığını söylediler. İlk gece Türkçe konuşan bir gencin ranzalar arasında dolaşıp gezindiğini duydum. Sesimi çıkarmadım.

Eline kalemi aldıktan sonra titreyen ve seğiren parmak kaslarını ancak kendini duygusuzluğa ve itimatsızlığa teslim edene kadar kasabilen yeni yetme bir yazar gibi hissediyordum kendimi. Şimdilik geri dönmek istemiyordum. Benim ilk işimdi. Kapıdan içeri girdiğinde kendine olan güvenini yırtıcı karakterini ezik makam odası atmosferine teslim etmiş müdürlerin inisiyatifine bırakmış bir adama benziyordu. Öldürülenin ve katili sorgulananın ikinci eşi olduğunu söyledi. Aslında ağzından rakı bardağı kesikleri damlayan ve asla söz dinlemez olanın ilk eşi olduğunu söylemesi benim işimi kolaylaştırdı.

Ben ona uzaktaydım. Çek defterini çıkardı. Hesap numaramı aldı. Özel bürodaki sicil numaramın olduğu levhaya bakmak istemedi. Diplomam da umurunda değildi. Şunu biliyordum. Kapımdan içeri girenler katil doğanlardı. Katil doğanlar işin bir yerinden işe bulaşmak için kapımı çalacaklardı. Bana okulda öğrettikleri şey işte buydu. Ben kendimden geçiyordum. Kanın kokusu olmayan yapışkan kıvamını iki parmağım arasında tenime sıvayıp dudaklarımın kenarından salınan iştah açıcı soruların gözlerimdeki karanlık renge bir nebze de olsa kızıl bir gölge serpiştirmesi için müşterilerimin ağzının içine adeta girerdim. Onlar benim ne istediğimi biliyorlardı. Onlar işte oradaydı. Sekreterim içeri sırayla alacaktı onları. Ve ben onların kendilerini katilin yerine koyarak olayı anlatmalarını isteyecektim. Adam başladı. Katil sırayı şaşırmış olmalıydı. Ya da kör olabilir miydi? Kötü olan ilk eşti. Ama o birinciyi gözden kaçırmış ve ikincisini öldürmüştü.

O, benim ilk işimdi. Kapımdan içeri giren ilk kişi değildi. Ama ilk işimdi. İlkin onu nasıl öldürdüğümü sordum. Onu benim öldürmediğimi söyledi. Onun kim tarafından öldürüldüğünü öğrenmek için buraya geldiğini söyledi. Özel dedektifler pişpirik oynayan ve bahis sitelerinde nöbet değiştiren polis takımına göre işlerini daha özenli ve profesyonelce yaparlardı. Mesai kısıtı olmayan bu insanlar para kazanma dürtüsüyle işe dört elle girişirlerdi. Kapımı çalmıştı. Karşımda duruyordu. Sıradan bir salı günüydü. Kartını turnike cihazında okutup işe kırmızı yemeden bir gün daha zamanında geldiği için şükrederek devlet dairesine girmişti.

“O halde karını neden öldürdün?” diye sordum.

“Karımı öldürmedim,” dedi.

“Hayır, karını ya sen öldürün ya da ben öldürdüm. Burada ikimizden daha fazla bilgiye sahip başka birinin daha olduğunu düşünüyorsan onun kim olduğunu söylemelisin. Bunu söylersen karını öldürenin o kişi olduğunu sana söyleyebilirim. Ama şu halde böyle biri olmadığına göre karını öldüren muhtemel iki kişiden biri sensin diğeri benim.”

İra’nın yüzüne baktım. O ülkeye şimdilik geri dönmek istemediğimi söyledim. Beni saklayıp besleyebilir miydi? Gürcüce öğrenmeliydim ve bir şekilde sığınma hakkından yararlanmak için varlıklarımı nakte çevirip idari makamları rüşvetle besleyip bu ülkede kalıcı bir gelecek için kendimi öne atmalıydım. Ben Batum topraklarında ölmek için yeterince yaşlı değildim. Kumar ve kadınlar benim geleceğimdi. Ermeni Kilisesi önünde bronz haç ve İsa figürlü kolyeler sayan dini bütün Hristiyan kalabalığı içinde sabahın çilek kokulu sakız gibi uzadığı gecelerde sabaha karışmalıydım. Adım ne olmalıydı? İra için adımın bir önemi yoktu. Beni kaçırmayı ve saklamayı aklına koymuştu.

“Mustafa,” dedi. “Onu niçin öldürdün?”

“Onu öldürmemin nedeni onu öldürebileceklerin ilk iki sırasında kocasının ve benim adımın olması değildi,” dedim. “Adama o günü anlatmasını istedim. Kapının ağzına minik bir çalışma masası çekip üzerine bayağı bir çin malı tablet koymuşlardı. Bu onun gibi tecrübeli ve bilgili bir memur için yeterince tadı damağında kalır bir aşağılamaydı. Kapının ağzına, ayak altına beşinci sınıf bir okul sırası ve sürekli donma hatası veren on inç bir tabletle onu yerleştirmek olacak iş miydi? Geldiği yerde elinin altındaki sistemlerden hiçbiri ona tayin olduğu birimde layık görülmemişti. Müdür ona kafa tutuyordu. Çünkü müdürün karısı yeterince uzun boylu, zayıf, güzel yüzlü ve eğitimli değildi. Müdürün karısı arkasından ya da yan gözle baktıracak bir kadın olmadığından ilk evliliği son bulmuştu bu memurun. Kurum değişikliği dilekçesini iskan bakanlığı önünde ve alelacele bir arzuhalciye yazdırıp ıslak imzalı kağıdı postaya verdi. Geldiği yerde arkadaşları vardı. Az çok tanınıyordu. Ama burada kimse onu tanımıyordu. Aslında keşfedilmemiş yeteneğini sergilemek için türkü barlarda solo konserler verdiği de olmuştu. Kefeni yaşarken kendisine dar gelen ve toprağın da asla kabullenmek istemeyeceği insanlardan biri olduğu kesindi. Çok az kimse onu seviyordu. Ait olduğu sosyal medya gruplarından tayin yazısı dumanı üzerindeyken onu atmalarından da anlaşılacağı üzere o da varlığını yaşarken asla kabullendiremeyecek olan kimselerdendi. Sonradan önemi ve kıymeti bilinen bu kimseler, zamanında insanlar tarafından dış kapının dış mandalı olarak görülürlerdi. Onlar kendilerini bunun tam aksi olarak sunmaya çalışsalarda durum bundan ibaretti.

“Bana karını neden öldürdüğümle ilgili kısa bir açıklama yapmak ister misin?” diye sordum adama. Yine anlamamazlıktan geldi. Kafası karıştı. Hayatı boyunca aptal Türk filmlerini ve ancak düzyazı olarak nitelenebilecek senaryolu yerli dizileri seyrederken birden önünde ünlü bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in Solaris adlı kitabını bulan biri gibi yüzüme boş bakıyordu. Karısını öldürdüğüme inanmasını istiyordum. Aksi halde diğer seçeneğe takılır kalırdı. Onu kim öldürmüştü? Şimdilik elimizde iki tane şüpheli vardı. O ve ben. Çünkü olay hakkında herkesten çok fazla bilgi sahibiydik.

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Aşk-ı İstanbul (Bu Şehrin Havasını Soluduğum Anda!)

“Karımı senin öldürdüğüne neden inanmam gerektiğini söylüyorsun?” dedi.

“Bunu söylüyorum. Çünkü bana onun katilini bulmak için geldin. Ben özel dedektifim. Sense müşterisin. Bana işimi yapmam için para veriyorsun. Benim ilk işimsin. İlk işimi yüzüme gözüme bulaştırmak istemediğim için bunu sana hemencecik söyleyiverdim. Karını niçin mi öldürmüş olabilirim? Hiç önce cam kırıp sonra camcı diye balkon altlarında bağıran insanlar gördün mü? Hiç önce ortalığı ateşe verip sonra elinde su şişesiyle koşuşturan kimseler gördün mü? Hiç hem savcı hem hakim olup önce suçlayıp sonra yargı dağıtarak asık kesik iş yapan kimseler gördün mü? Ben bunların hepsini gördüm. Önce arkandan konuşurlar. Sonra yüzüne gülerler. Önce sırtını sıvazlarlar, sonra sırtını bir güzel kaşıyıverirler. Ben de onlardan biri neden olmayayım? Sen benim ilk işimsin. Karını ben öldürmüşsem, ki bu olabilir, onu öldüreni elimle koymuş gibi bulmam benim için an meselesi olacaktır. Sen büroma gelirsin. İçeri girmenle dışarı çıkman bir olur. Sadece iki çift laf edersin. Ne olur sonra? Ben söyleyeyim. Dedektif Mustafa Bey, sana onun kim olduğunu söyler. Katil Mustafa. Özel dedektif. İlk işinde içindeki korkulara saygı duyan derin düşüncelerle yola koyulmak ister. Aldığı ilk işi eline yüzüne gözüne bulaştırmak istemez. İlk işinde ipuçlarından, delillerden, şahitlerin ifadelerinden yola çıkarak katilin eşkâline ulaşmak ve bunu en kısa sürede yapmak… Bir özel dedektif daha ne ister ki? Ben sana söyleyeyim. Ben ilk işimi elime yüzüme bulaştırmak istemedim. Bu yüzden karını öldürdüm. Böylelikle sana onu öldürenin kim olduğunu rekorlar kitabına adımı yazdıracak şekilde hızlı bir şekilde söyleyebilirdim.”

İra yüzüme bakıyordu. Adamın ikinci karısını öldürdüğümü itiraf etmem yeterli olacaktı. Sebebim çok basitti. İşimi iyi yaptığımı özel dedektifler odasında sadece kendime kanıtlamak. İra bunun çok saçma olduğunu söyledi. Yaramazlık yapan  ve bunu yaptığını parmak kaldırarak işaret eden tembel bir göbelin öğretmenler odasındaki popülaritesi, kitap kurtları içinde kalmış ve cin Ali haricinde eline kitap değmemiş bir kişinin ünü kadardı.

“Bunun ortaya çıkmasının ardından sana iş vermezler. Seni hapse atarlar. Seni deli olmakla suçlarlar. Ve büronu kapatırlar.” Ali Nino Heykeli önündeydik. Heykellerin kavuşma sahnesine yarım saat kala Alfabe Kulesi’nin gölgesi İra’nın yüzüne düşer gibi oldu. Siyah benzi kömür karası işlenmiş gibi birden attı. “Fakat ben bunun mantığını anlayamıyorum. Parmakla gösterilmek isteyen bir dedektif olmak istiyordun. Kapını çalan mağdurun derdine deva olduğunda, bunun tam tersi olacak. Seni hapse atacaklar.”

İra beni anlamıyordu. İra bunu anlamak için yeterince zeki ve olgun değildi. Benim derdim dediği gibi bir numaralı özel dedektif olmaktı. Onun anlayamadığı bunu kimseye kanıtlamak zorunda olmadığımdı. Kapımı çalan müşterimin ilk cümlesinden sonra ona eşini öldürenin kim olduğunu söyleme şerefine ermek ve o çok kısa zaman dilimindeki yanıp sönen kıvılcımla parlayan yüzündeki duygu durum bozukluğuna benzer titreşimleri yakalayabilmek bana yetecekti. Salisenin binde birlik bir zaman diliminde o titreşimleri yakalamıştım. Hafif bir baş seğirmesi oldu. Adam koltuğun döşemelerini terli avuçlarıyla kavrayıp sağ ucu yukarı sol ucu aşağı gösteren dudaklarını seğirtti. Bağlantısız ve kopuk kelimelerin takip ettiği bir sessizlik odayı doldurdu. O zaman adam çok kısa bir zaman diliminde sanki tüm servetini bana bağışlayacakmış gibi olup birden serçe parmağıyla canımı alacakmış pozisyonuna dönüverdi.

“İra,” dedim. “İnsanlar bana olamadıkları şeyleri oldurmam, yapamadıkları şeyleri yapabilmem için gelirler. Onlar aslında katilleri olmak istedikleri insanları birilerinin öldürdüğünü söyleyip bu işi yapanı bulma işini de üzerime yıkmak isterler. İçlerinde sakladıklarını söyleyeyim. Onlar işe başlarken ve iş çıkışında görmek istemedikleri insanların yüzlerini her sabah sekiz otuzda ve her akşam beş buçukta görürler. Sarf ettikleri kelimeleri heybelerinden atmak zorunda bıraktıran bu insanların yüzlerini görmek istemedikleri için devlet, onları hep aynı saatte azat ederek iş çıkışını bir ahenk içinde sonlandırma gayreti içine girer. Buna belalı bir sınav diyen ilahi kökeni kutsal kitaplardan alan emirler, insanları birbirine muhtaç eder. Onu tanıyordum. Yaptığı işi sevmiyordu. Vatandaşın ağız kokusunu çekiyordu. İş arkadaşları tarafından sevilmiyor, kimse ona selam bile vermiyordu. Turnike önünde sıra bekleyen personel güruhu, sabah ve akşam onu es geçiyordu. Kimi zaman esneyip gerinerek yalanan bir kediyle ilgileniyormuş gibi görünüyorlardı. Kimin zaman avuçlarında beş inçlik bir nasır bırakan telefonlarına gömülü bir şekilde birileriyle konuşuyormuş numarası yaparak başları eğik bir şekilde binadan ayrılıyorlardı. Kurumda ilk eşinin müdürlerden biriyle kaçtığı duyulduğu günden beri santimetre cinsinden gece hayatı, banka hesabı ve devlet memurluğu yaparken aldığı uyarı ve kınama cezaları iş arkadaşlarının dilinden düşmez olmuştu. Zaman geliyordu, insanların yüzüne bakamıyordu. Yapması gereken bir şey vardı. Bunu yerinde ve zamanında yapamadığı için olsa gerek, içindeki bastırılmış ve yenilmiş erkekliğin katı intikamını özel dedektiflik bürolarının numaralarını rehberine kaydederek almaya başladı. Zaman yaklaşıyordu. Etrafındaki insanların bakışlarını görüyordu. Demek kendisi memurların, aile babalarının ve erkeklerin yüz karasıydı. Zamanla içindeki boşluğu doldurmak için arkadaşlarının kendisine selam vermeden ve merhaba demeden turnike önünden geçmelerini neyle dolduracağını bulacaktı. Önce alkol kokulu nefesini kendisinden daha çok sevdikleri kediye koklatarak işe başladı. Müdür denilen hergelenin arabasının kapısını açarken yerlere kadar eğilen şoförden nefret etmeye başladı. Kastamonulu bekçi ve Konarılı hizmetlinin bile değerinin kendisinden fazla olduğunu gördü. Oysa o kendisini insanların en üstünü olarak görüyordu. Mikrofon sağ elindeyken gerilip boşalan yüz kaslarına bakan bir insan orgazm halindeki dişi teninde gezinirken ayakta durmakta zorlanan bir sivrisineğin denge bozukluğu ve yalpalayışından yola çıkarak onun istemsiz çalışan sinir sisteminde bir ahenksizlik olduğunu anlayabilirdi. Sosyal medya hesaplarından paylaştığı tavuk boğazlanıyormuşçasına çıkardığı seslerle süslediği Ankara havalarını Kastamonulu bekçi ve Konarılı hizmetlinin internet medyalarına yükleyerek takipçi kazanma derdine düştüğü günler de geride kalmıştı. Artık onun yüzüne bakan yoktu. Kurum içinde ne iş yaptığını bilen de kalmamıştı. Ortalıkta dolaşıyordu. Kimseye selam vermiyor ve selam almıyordu. Gölgelerin ardından atılan adımları izleyen iş arkadaşları ona görünmeden binaya girebilmek için onun tuvalette olduğu zamanları bile takip altında tutmaya başlamışlardı. Bir şekilde onu desteksiz kılmak istiyorlardı. Kimse ona hak vermiyordu. Eşini çalan müdür el üstünde tutuluyordu. İş arkadaşlarından çoğu o müdürü tanıyordu. O değil miydi, yemekhanedeki menüde haftanın dört günü etli yemek çıkartılması için talimat veren? Ovacık köyünden olduğu için oralı olan bir erkeğin dahi iş sahibi olmadan hayata gözlerini yummaması için dört bir yana haber salan? Evet.”

İra güzel bir kızdı. Ama ondaki sevdiğim taraf kirlenmemiş ruhuydu. Geçmişimle, geride bıraktıklarımla, kimliğimle ve ne olduğumla ilgilenmiyordu. Bende sadece saf bir insan görüyordu. Bu saf insan onun aradığı şeydi. Çünkü bağlantı kurabileceği eklem noktaları neyle kesiştiğini bildiğinde acı çekecek olan beklentileri onu bir şekilde işte bana yönlendiriyordu.

Aynı bağlantı noktaları bende de vardı. Geçmişimden bahsetmemem için bana bir şekilde format atıyordu. Alt sınır değer ve üst çıta arasında yaşanan bu hayatı anlamlandıran olaylar ve yalanların eylemsizliğe yani ölüme çare olduğunu düşündüğümüzde beni yansıtıcı bir paratoner gibi hayat kulesinin ortasına diktiğini görüyordum. Benden yalan söylememi bekliyordu. Benim asıl mesleğimin ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Ben bir özel dedektiftim. Ama aslında neydim? Bir kaçak! Ülke  sınırlarını kaçak yollardan aşmıştım. Aranıyordum. Birinci derece cinayetten tasarlayarak adam öldürme suçundan içeri atılacağımı biliyordum. Beni kimse kurtaramazdı. Batum tek kurtuluşumdu. Gece yarısı Hopa terminalinden tuttuğum bir taksiyle gecenin ikisinde Sarp sınır kapısına ulaştım. Ben geldiğimde ortadan kaybolan bazı polisler işlerimin yolunda gideceğinin izlenimini bana veriyorlardı. Duty free önünde bekleyen kalabalığa baktım. Orada, duty free kasiyeri tanıdığım biri vardı. Ona yakalanmadan geçmek polisleri rüşvetle atlatmaktan daha zordu. Arkamdan koştuğunu hissediyordum. Uzun burunlu ve köşebent çeneli Laz kızlarından değildi. Hemşinli de değildi. Bana kuzey dağlarının ardındaki soğuk iklimli bir ilden olduğunu söylemişti. Buradan yola çıkarak onun Gümüşhaneli olduğunu anlamıştım. Ama şivesi Karadeniz şivesine evrilmişti zamanla. Sınırı geçtiğimde taksiye atladım. Yirmi larilik uzun bir yolculuktan sonra Acara özerk bölgesinin göbeğindeydim. Tren garında beklerken Tiflis yolculuğum çoktan başlamıştı, tabii hayalimde. Ama gitmedim. O gün İra’ya haber verdim. Beni yakalanmadan Batum’da saklayabileceğini söyledi. Biletimi yırttım.

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Oğuz Atay, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ı Birbirinin Devamı Olarak mı Yazdı?

“Mustafa. Mustafa Mustafa. Adını üç defa tekrarladım. Benimle evlenir misin?”

“Bunu isterim. Ama bir katille kilisede evlenmek senin için uygun mudur?”

“Sen geçmişinde katilsin. Firavun, tanrı tarafından affedilseydi gelecekte cennet ehli olacaktı; ama bu olmadı. Firavun tanrı tarafından affedilmediği için geçmişte günahkar bir cehennemlik olarak kaldı ve kaybedenlerden oldu. Sen de benim için geçmişte kaybeden ama benim geleceğimde kazanan bir cennet ehlisin.”

“Bu durumda seni hangi konuma yükseltiyor bu verdiğin karar?” O kelimeyi söylemedi. Sadece kurtarıcı bir mesih gibi hayatıma yeniden yön vermek istediğini söyledi. Geri dönmek istemiyordum. Geceliği beş lari olan bir hostel açmayı planladık. Hayatımın geri kalan kısmını kör noktaların çok fazla olduğu ve paranın açmadığı kapının bulunmadığı bu ülkede geçirecektim. Retro tarzda döşenmiş butik bir hosteldi. Tanrının Annesi Kilisesi’ne yakındı. Odalarda klima, dvd oynatıcı, wifi ve televizyon vardı. Tanınma ihtimaline karşı Türk ziyaretçi almadan önce eşkâl ve isim taraması yapıyordum. Konaklama ücretini yatırmadan önce ziyaretçinin hafızamdaki kişiler rehberinde adının ve yüz hatlarının olmaması için özen gösteriyordum. Ben geride kalmıştım. Adım unutulmuştu. Annemin ve babamın kemikleri toprak olalı yıllar olmuştu. Belki de zaman aşımı işi devreye girmiş ya da nihayetinde temize çıkmıştım. Her ne olursa olsun. Bu benim sorunumdu. Bu iş benimle birlikte sona erecekti.

“İra. İra. İra,” dedim.

“Gözlerime bak Mustafa.”

“İnsan kendisinin yaptığı bir şeyi başkasından istememeli İra.”

Meryem Ananın Doğumu Katedrali önünde tek başımaydım. Çevreme bakındım. Az önce onunla konuşuyordum. Şimdi nereye kaybolmuştu? Dört döndüm etrafımda. Sesimi kalınlaştırarak adını kendi boyumun üç katı kadar yüksekten haykırıyormuşçasına ismini aşağı bırakıverdim. Duyan yoktu. İra kaybolmuştu. Yoktu. Nereye gittiğini bilmiyordum. Ona tekrar etmek istediklerim vardı. Bunlar onun bilmesi halinde benim yanan canımın acısını hafifletecek şeylerdi. Her seferinde bir yara kapanıyordu. Bir banka oturdum. Fısıldamaya başladım.

“Nereye kayboldun İra?”

Dilimi bilen kimse yok gibiydi. Beni anlamak istemiyorlardı. Konuştuğum ve ezberimde olan dile yabancılardı. El hareketleriyle Sarpi kasabasının yönünü işaret ettiler. Dolmuşun kalktığı durağı göstermeye çalıştılar. İnanmak istemiyordum. Dokunamadığım ve etki edemediğim buğulu gölgeler hayaletimsi salınımlarla çevremde dolanmaya başladılar. Bağırdığımda ve dağarcığımdaki kelimeleri sayıp döktüğümde dahi kimsenin anlam veremediği sıralanmamış kelimeler dilime dolanıyordu. Ona söylemek istediklerim vardı. Ama o her nedense hikayenin devamını öğrenmek istemeden ortadan kaybolmuştu. Acaba benden korkmuş muydu? Korksaydı niye bunu en başında belli etmesindi ki? Sözlerimin birinden acaba rahatsız mı olmuştu? Hangi kelimem onun duvarlarını aşamamıştı? Hah! İşte oradaydı. Karnı acıkmış olmalıydı.

“Seni arıyordum. Nereye kayboldun?”

“Bir yere gitmedim ki. Yanındaydım.” Öyle diyordu. Belki de aklım karışmıştı. Ya da kalabalık içinde onu kaybettiğimi düşünmüştüm. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey hikayenin devamını getirebilmek için zamana ihtiyacım olduğuydu.

“Bana geldiğinde saat beşi çoktan geçmişti. Adı Derya olan bu kadın müşterimin ikinci eşiydi. Mahalli idareler komisyonunda danışmadaki santrale bakan bir sekreterdi. İçeri kan ter içinde girdi. Hayatını anlattı. Kocasına bir hediye vermek istiyordu. Kocası, o pasif, etkisiz, sessiz ve pısırık adam, ilk eşini çalan müdüre olan kızgınlığını bir şekilde bastırmak için her gece değişik yollar arıyordu. Bunu bazen çikolatalı sufle tarifleri okuyarak sabahlamak, instagram kızlarına mesaj atıp beyhude çabalayışla cevap beklemek, uzayan gece saatlerini rahatlayamamış ve boşuna erkekliğini hırpalamış olarak noktalamak şeklinde yapıyordu. İkinci karısına söyleyip de söyleyemediği şeyleri sufle tarifleri, instagram kızları ve zayıf erkekliği arkasına saklamak istemiyordu. Ama yapısı bunu açık açık dile getirmesine engeldi. İkinci eşine şöyle demek isterdi: ‘Sen. Haydi. Harekete geç. Yapman gerekeni yap. Git kendini öldür. Kocan bunu yapamayacak durumda. Çünkü bunu yaparsa insanlar bağlantıyı kuramayacaklar. İnsanlar bu adamın niçin kendisini aldatıp boynuzlayan ilk eşini değil de yapı, huy ve doğa olarak onun tam aksi karakterdeki ikinci eşini öldürdüğünü bilemeyecekler. Kimse şöyle düşünmez: İlk eşini öldürmek istiyordu. Çünkü o, kocasını aldattı. Onu eşiyken öldüremedi. Yani fırsatını kaçırdı. Zaman geçti. İçindeki yangın söndü mü? Fırtına dindi mi? Şimdi yeni bir eşi var. Ama o iyi biri. Müdürlerle iş kotaracak bir şıllık değil. Mülayim. Hanım. Saygılı. Seni ben öldürürsem, insanlar niçin öldürüldüğünü bilemeyecekler. Belki katil karakterli biri olduğumu düşünüp ilk eşimin bir müdürle kaçmasına da hak verecekler. Bu yüzden kendini sen öldürmelisin. Ölmesi gereken oydu. Ama sırasını ve hakkını kaybetti. Onun yerinde sen varsın. Bilirsin. Erkek için kiminle rahatladığının önemi yoktur. Yeter ki rahatlasın. Onu öldüremedim. Bari seni öldüreyim.’ Kadın yüzüme baktı. Kendini öldüreceğini söyledi. Bunu sırf kocası rahatlasın diye yapacaktı. Kocası yapması gerekeni yapamamıştı zamanında. Hep böyle olmaz mıydı? Koca iş bulamaz kadın iş bulurdu. Koca eve ekmek getiremez kadın getirirdi. Yatakta bile koca iş bitiremez kadın işin devamını getirirdi. Koca, karısını öldürmek ister ama bunu beceremez, bunu kadın becerirdi. Onu mutlu etmek istiyordu. İlk eşini öldürmek istiyordu adam. Ama bunu yapamamıştı. Belki kadının güçlü karakteri, belki zamanı ve sırayı kaçırması, belki de gerçekten onu öldürecek cesareti kendinde bulamaması yüzünden… Belki de nasıl olsa ikinci eşiyle bu tatmin duygusunu harlayacaktı. Ne gerek vardı ilkini öldürmeye? Hem onun gibi müdür aşığı, güçlü karakterli, güzel bir kadını öldürüp başına iş açmak tercihler içinde zor olanıydı. Kolayı tercih etti. Kadına ölüme merhaba demesini söyledi. Kadın ölecekti. Bana geldi. Olayları anlattı. Kocasının kendisini bir şekilde öldüreceğini söyledi. Nedeni ekledi. Yanıma sokuldu. Cebinden bir tomar para çıkardı. Önüme koydu. Öleceğini söyledi. Ama kendini boğamazdı, yüksekten atamazdı, zehirleyemezdi. Bana kendisini öldürmem için para verdi. Onun için öyle bir düzenek hazırlamalıydım ki,  bu, onun ölümünün benim elimden olduğu şeklinde bir mizanseni hafızalara kazımalıydı. Aynı anda onu ben öldürmemeliydim de. Ve yine aynı anda teknik olarak o kılını kıpırdatmadan kendini bir şekilde kocasının elinden ölümün koynuna bırakmalıydı.”

İra açık bacaklarına dirseklerini dayamış, ellerini kavuşturmuş, başını eğmiş derin düşünceli bir şekilde dalmış gidiyordu. Omzumla kollarına vurup uyandırdım onu. Silkelendi ve sallandı. Daldığını söyledi. Aklı başka bir yerdeydi. Ne düşündüğünü sordum. Dudaklarını eğdi. Dinlemeye devam etmesini söyledim.

“Kadın için uyumak yeterli olacaktı. Boşluğu sen doldurabilirsin. Uyanamadı. Boğuldu. Ölmesini sağlayan düzeneği kuran bendim. Yani teknik olarak onu öldüren bendim. Ama asıl sorumlu kocasıydı. Bana geldiğinde ona demiştim. İkinci karısını öldüren iki kişi olabilirdi. Ben ya da o. Böyle diyerek aslında suçunu itiraf etmesini sağlamaya çalışıyordum. Çünkü ben katili bulmakla görevliydim. O halde listede onun isminden başka kimse kalmıyordu. İtiraf etmesini istedim. Bunu yapabilirdi. Ama yapmadı. Yapsaydı değişen çok şey olurdu. Yargılanacak olan o olurdu. Karısını intihara sürüklemekten mahkum edilirdi. Bunu yapmadı. O halde listede tek isim kalmıştı. Katil ya oydu ya da bendim. Geriye ben kalmıştım. Yüzüne baka baka karısını öldürdüğümü söyledim. Dondu. Sinirlendi. Elleri titredi. Boğmak istedi beni. Karısının ölmesini istiyordu. Ama bu ölüm ya onun kendi elinden olmalıydı ya da karısı intihar etmeliydi. Aslında bunların ikisi de gerçekleşmişti. İşimi yapmıştım. Şimdi bekliyorum. Aklanana kadar Gürcistan topraklarında saklanacağım. Çünkü onu ben öldürsem de, bunu kanıtlayacak bir deliller silsilesi bulamayacaklar. Kadın benim kurduğum düzenek sayesinde öldü. Ama arka planda onu öldüren kocasıydı. Zaman geçecek. Kimse onu öldürdüğümü söylediğim için katil olduğumu düşünmeyecek. Evet. Onu öldürdüğümü söyledim. Fakat bunu niçin söylediğim kimin umurunda? Doğru her zaman birdir ve her zaman bir kazanan olur. Müdür kocasını bir dedektifle aldatan bir kadını yuva yıkan pozisyonundan kurtarmak için böyle bir plan devreye sokulmaz mı? Bu yapılır. O yuva yıkan bir kadın değil. O, müdürlerle aşna fişne eden bir şıllık değil. O, mağdur. O, şiddet mağduru. Bu yüzden mutluluğu başka kapılarda aradı. Kocası işte ikinci karısını intihara sürükledi. Buna ne demeli? Kendini ele verdi.”

İra benimle evlenmek istediğini tekrar söyledi. “Geçmişin senindir,” dedi. “Geleceğin bana ait. Aklanana kadar benimlesin. Bir yere gidemezsin. Her şey daha kötüye gider yasası herkes için geçerli olabilir. Ama seni istisna kılabiliriz.”

Ali Nino Heykeli kavuşmaya başlamıştı. Özel dedektifler odasında, resmimin önünde alkış sesleri ve gırla kıyamet kopuyordu. Bu işte benden hızlısı yoktu.

1 Comment

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Edebiyat Kategorisinde Son Yazılar

Kardan Adam

Güneşin ilk ışıkları henüz yeni yeni karların üzerine vuruyordu. Sabah koşusunu yapmak için evinden hızlı adımlarla

Aynaya Bakınca -1

Saat hayli geç olmuştu ama aksi gibi canı çay çekiyordu. Çayı içtikten sonra gece uyuyamamak vardı

Minik Bir Eğitim Meselesi

Benim minik öğretmenim, bilsen gözlerinden neler öğrendim. Sen uyuyorsun şimdi, ama ben hala eğitimdeyim. Bir öğretmen

Gün Doğarken

Bir gece yarısı uyanmıştım, gözlerimi açmadan önce uzun bir soluk düşündüm, birazdan saatim çalacak ve saatimin