Pazar günlerimizin milli eğlencesi (!)
Türkiye ilginç bir dönemden geçiyor. Her pazar günü uyanır uyanmaz Youtube üzerinden Sedat Peker videoları izlemek yeni alışkanlığımız oldu. Aslında mafya ilişkileri özellikle altmışlı yıllardan beri herkesin kulaktan kulağa konuştuğu, bazı araştırmacı gazetecilerin cesaret göstererek kaleme aldığı fakat çoğu zaman somut itiraflara dayanmayan söylentilerden ibaretti. Elbet mahkeme tutanaklarından veya kanıtlardan ortaya çıkan şeyler her zaman oldu ancak hiçbir zaman bir mafyanın kendisinin de dahil olduğu suçları itiraf ederek bu kadar büyük kitlelere ulaşabildiğini görmemiştik.
Laf arasında, denk geldiğinde arkadaşlarıma her zaman söylediğim ve çok da gizli olmayan bir şey vardır. Cumhuriyet sisteminin gerçek anlamda oturmadığı, yani yasama-yürütme-yargı erklerinin ayrı ve bağımsız olmadığı demokrasilerin başı pislikten kurtulamaz. Çünkü bu kaotik sistem her zaman çeşitli zayıf noktalar barındırır ve bu zayıf noktaları kullanan mafyalar, hizipler ve güç grupları kendi ağlarını kurarak devlete ve topluma karşı veya devletle birlikte topluma karşı bir tehdit oluşturur. Bu sebepten ötürü gerçekten bağımsız ve güçlü bir yargının olmadığı topraklarda muasır bir devletten bahsedebilmek mümkün değildir. Horizontal, vertikal ve diyagonal denetim sistemlerine sahip olmayan bir demokrasi benim gözümde anayasal bir monarşiden çok daha yerlerdedir, ki bunu samimi bir demokrat olarak söylüyorum.
Toplum olarak belli bir süre daha Sedat Peker videolarıyla çalkalanmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Sedat Peker’in samimi iddiaları toplumun bazı kesimlerinde ilginç bir sempati yaratmış gibi de gözüküyor. Bu videoların çoğu, zaten bilinen gerçekleri önümüze sürmekle birlikte özellikle genç kuşağın Türkiye’yi anlamasını ve bazı siyasi gerçekleri görebilmesini sağlayabilir. Ancak bu yetenekli hatibin aslında bir mafya olduğu ve gerçek cumhuriyetlerde bu tip insanların ve onun bahsettiği insanların yerinin belli olduğu akıllardan çıkmamalıdır. Onun dışında, bu videolar nelere yol açacak diye düşünmekten ziyade aslında bu videoların bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.
“Bir devlette yurttaşların hem zenginlik peşine düşmeleri hem de ölçülü, tokgözlü olmaları mümkün müdür? Bu iki şeyden birini gözden çıkarmak şarttır değil mi? -Elbette” [1].
Ey kader, ay gibi döneksin; önce zulmeder sonra teselli edersin…
Orta Çağ tarzından tutun Modern Çağ’a kadar her türden klasik müziği dinlemeyi çok seviyorum. Ancak birkaç ay evvel uzun sürelerdir dinlediğim bir eserin sözlerine bakmak aklıma geldi. Şu zamana kadar neden bakmadığımı gerçekten bilmemekle birlikte, sözleri okuduğumda oldukça şaşırdım. Bahsettiğim eser Carl Orff’un Carmina Burana’sının giriş kısmı, yani O Fortuna. Klasik müziğe ilgi duysun duymasın herkes bu eserin giriş kısmını bilir. Çünkü birçok filmde, dizide, belgesellerde ve reklamlarda kullanılmıştır.
Yıllardan beridir bu eseri dinlerken hep Hristiyan dininin kültürü veya öğretilerinden sözcükler duyduğumu düşünmüştüm. Mozart’ın eserlerindeki gizemli sözler gerçekten bunlardan oluşuyordu ancak herhalde Latince ile Hristiyanlığı özdeşleştirmiş olduğumdan dolayı Carmina Burana için de böyle olduğunu düşünmüştüm. Aslında O Fortuna’da kadere olan bir isyan anlatılıyormuş. 10-13. yüzyıllar arasındaki şenlik ve eğlenceleri konu alan şiirlerin derlemesine Carmina Burana ismi verilmiş [2]. Carl Orff ise bu şiirlerin bir bölümünü düzenleyerek bu eseri oluşturmuş. Hatta Carl Orff bu eserin dinsel bir öz taşımadığını belirtebilmek için Carmina Burana’nın alt başlıklarından birini “Şarkıcılar ve korolar için enstrümanlar ve büyülü imgelerle birlikte söylenen seküler şarkılar” olarak belirlemiş [3].
Aslında Carmina Burana’da, kader olarak çevirdiğimiz Fortuna, Roma mitolojisindeki kader tanrıçası olduğu için (Yunan mitolojisi: Tyche) ölümlüler -ölümsüz olan tanrıların aksine- onun iki yüzlülüğünden dem vurmakta ve meşhur Rota Fortunae tabirine atıf yapmaktadır. Rota Fortunae talih tekeri demektir. Talihin tekeri döndükçe kimilerinin başına olumlu kimilerinin başına olumsuz işler gelmektedir. Bu güzel eseri bir de sözlerine bakarak dinlemenizi tavsiye ediyorum.
Neden üniversitelerimize borçlu hissedemiyoruz?
Ülkemizde hızla artan üniversite sayısını da göz önüne aldığımızda, ‘üniversite hocası’ profilinde bir gariplik görebilmek mümkün. Her üniversite öğrencisinin duyduğu meşhur bir söz vardır: “Artık her bilgi internette var, açın okuyun”. Bu söz kadar öğrencilere kötülük eden bir başka söz duymadım. Türkiye’de öğrencinin elinden tutup yol gösterme konusunda çok büyük problemlerimiz var. Aynı zamanda bu konuda çok büyük bir fırsat eşitsizliği de söz konusu.
Avrupa ve ABD’deki eş değer üniversiteler göz önünde tutulduğunda birçok öğrencinin birçok uluslararası programa katıldığını, birkaç farklı merkezde eğitim aldığını veya çok farklı kültür ve milliyete ait hocalardan ders aldığını görürsünüz. Öğrencilere ders anlatmanın ötesinde onlara yol göstermek bir sistemsel kültüre dönüşmüştür. Türkiye’de ise üniversite eğitimi çoğu zaman liseden farksızdır. Burada herkesin yıllardır ezbere eleştirdiği üniversite sistemini kastetmiyorum. Sistemsel sorunun da ötesinde üniversite hocalarının öğrencilere karşı ne yapması gerektiği konusunda da büyük bir özensizlik var. Örneğin bir üniversite hocasının tek görevi belirlenin saatte amfiye gelerek belirlenmiş konuyu anlatıp gitmek midir? Öğrenciye yönelik başka bir görevi yok mudur? Aksine öğrencinin kötülüğü için uğraşan üniversite hocalarına denk gelenleriniz için bu sorular absürt olabilir. Gerek kendi üniversitem ile başka üniversiteleri gerek ise Türkiye’deki üniversiteler ile yurtdışındaki üniversiteleri karşılaştırdığımda kendi üniversiteme borçlu hissedemiyorum. Teamüller gereği aldığım derslerden öteye bir dereceye kadar oyalandığımı düşünüyorum. Keşke okuduğum kuruma borçlu hissedebilseydim, karşılıklı bir kayıp…
Büyüleyici Mimar Antoni Gaudi
Katalunya’nın tarihini ve özellikle seperatist akımlarını okumayı çok severim. Ancak Katalan kültürünün korunması için yapılan sanat çalışmalarını hiç dikkate almamıştım. Birkaç yıl evvel Barselona’ya gitme şansı bulup müzelerinde dolanırken, beni çok etkileyecek bir isim keşfedebildim: Antoni Gaudi.
Her ne kadar sanatın felsefesinden ve tekniğinden anlamasam da beni büyüleyen sanat eserlerine bakmak en büyük zevklerimden birisidir. Teknik detaylara vakıf olmasanız bile Gaudi’nin yarattığı mimari eserlere baktığınızda onun farklı ve aykırı bir tasarımın üreticisi olduğunu anlayabiliyorsunuz. Kullandığı renkler, tercih ettiği “biyolojik” desenler ve normalde bir sanat eserinde kullanılmayacak türde eşyaların inatla kullanılması ortaya bir “doğa” harikası çıkmasını sağlıyor. Kullandığı parametrik tasarım teknikleri sayesinde geometrik şekilleri manipüle ederek sizi farklı boyutlara taşıyor. Kullandığı hiperboloid veya paraboloid tasarımların insanın zihnindeki simetri/asimetri zevkini uyarıyor olması Gaudi’nin etkileyiciliğinde çok önemli olmalı. Mimar Mark Burry’nin öncülüğünde Gaudi’nin bu tip teknikleri kullandığının keşfedilmesiyle birlikte, bilgisayardaki modelleme programları kullanılarak artık Gaudi’nin nasıl çalıştığı ortaya konulabiliyor [4]. Ancak aynı zamanda Güney İspanya’daki Gırnata Emirliği’nin bölgeye tanıttığı Doğu kültürünün etkilerini Gaudi’nin eserlerinde görebilmek, benim Gaudi’ye hayran olmamın bir başka sebebidir.
Barselona’yı gezerken Gaudi’nin ancak birkaç mimari eserini görebilme şansı buldum. Sagrada Familia kilisesinin içerisini göremedim çünkü bilet kalmamıştı. Güell Parkı’nda dolaşmak sanki doğanın kendi kendine oluşturduğu bir parkta dolaşmak gibi hissettirdi. Kendi ülkemde hiç bu tip bir park olmaması bilinçaltımızın zevksizliğini besleyen bir başka etmen neden olmasın? Casa Batllo’ya girdiğimde denizin altında bir eve girdiğimi hissetmiştim. Gaudi gerçekten etkileyici bir sanatçı…
Hayatta herkes “doğru” siyasi görüşü destekliyorsa “yanlışları” kim destekliyor?
Bir kişi yanlış olduğunu düşündüğü bir siyasi akıma gönüllü olarak destek verebilir mi? Zihnimiz dünyayı anlamlandırmak için çoğu zaman yaşamı doğru ve yanlış olmak üzere iki parçaya böler. Bu her ne kadar algılarımızı oluşturmayı kolaylaştırsa da çoğu zaman hayatı yanlış yorumlamamıza yol açar. Hatta bu ikilemin hayatın tüm noktalarına yayılıp aradaki gri alanların görülmemesine splitting denilir ki bu bir psikolojik savunma mekanizmasıdır. Bu durum bipolar kişilik bozukluğuna sahip hastalardaki sıklıkla görülmektedir. Tabi ki bu tıbbi terimin doğru veya yanlış siyasi görüşlerle ilgisi yok ancak çoğu zaman doğru ile yanlış arasındaki gri alanları görememenin çok güzel bir örneğidir siyasi görüşler.
Bu kadar farklı siyasi görüş var iken herkes nasıl oluyor da doğruyu desteklediğini öne sürebiliyor? Aslına bakarsanız insanların çoğunun siyasi görüşü ailesinden aldığı kültür ve bireyin toplumdaki konumuyla ilişkilidir. Bu durum din ve mezhepsel ayrımlardan pek de farklı değildir. İşte bu sebeple siyasi fikirler çoğu zaman tartışılmaya değer değildir. Aslında insanlarla tartıştığınız siyasi fikirler genellikle mantıki sebeplere dayanmayan dogmaların ürünüdür. Bundan dolayı siyasi hayatta birçokları “doğruları” desteklerken geriye kalan her siyasi akımın yanlış olduğunu düşünür. Bu sebeple insanları siyasi düşüncelerini baz alarak yadırgamak çoğu zaman pek anlam ifade etmiyor, bir işe yaramıyor…
Kaynakça:
[1] = Platon; Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 283, 555d; 32. Baskı, 2017.
[2] = Britannica Ansiklopedisi, Carmina Burana, s. 348, AnaBritannica Cilt 5, 1987.
[3] = Darren Henley, Sam Jackson, Tim Lihoreau; En sevilen Klasikler, Kitap Kurdu Yayınları, 1. Baskı, 2016.
[4] = Mollie Claypool; İşte Gaudi, Hep Kitap Yayınları, 1. Baskı, 2017.