Oyurgalayış

/

Yazı atölyesi on üç kişilikti. O, sonuncu katılımcıydı. Ünlü, seçkin ve kalbur üstü bir yazar olmak istediğinden bahsediyordu. Yazar olmak istemesinin tek amacı milyonluk bir spor arabanın direksiyonunda tutkularını ilah edinenlerin dillerine pelesenk ettikleri naralı vaatler içeren nakaratları bağırarak haykırmaktı. Tek amacı buydu. Üzerinde yırtık bir pantolon vardı. Telefonunu sıfırlamıştı. Ama elektronik mail adresinin şifresini unuttuğundan aleti fabrika ayarlarından kurulumun yapılacağı arayüze taşıyamıyordu. İlk ders bir saat sürdü. Bu bir saat boyunca telefonla uğraştı. Konuşulanları umursamıyordu. Kendine güveniyordu. Derste anlatılanlar umurunda değildi. Ona “Madem öğretilenlere kulak vermenin ağırlığı altında ezilecektin, niçin zahmet ettin de katıldın bu yazı atölyesine?” diye sordum. Cevabı basitti. “Hata yapmak için,” dedi. “Hata yapmak istiyorum. Artık kurallı yazmaktan, anlam üretmekten, sonuca bağlamaktan bıktım. Saçmalamak istiyorum. Verdiğiniz ev ödevinin konusu aklımda. Benden yarın için nasıl bir öykü istediğinizi biliyorum. Dersi dinlemedim, doğru. Ama bu size yarın istediğiniz gibi bir hikaye getiremeyeceğim anlamına gelmez. İstediğinizi alacaksınız.” Ertesi gün öyküsü ilk okunan oydu. Aşağıdaki metin onun öyküsü. “Öykümün adı Oyurgalayış,” dedi. “Bu öyküyü anneme adıyorum. Gece yazdım bu öyküyü. Öykünün başlığı olan kelime gece bir anda aklımda belirdi. Annem bu kelimeyi zamanında kullanırdı. Günlüklerimi karıştırırken birden önüme çıkıverdi. Gece saat iki civarı bu öyküyü bitirdim. Sabah oldu. Öyküde içerik hatası ararken birden bu kelimenin sözlükte bir harf farkıyla bulunduğunu gördüm. Ben ‘oyurgalamak’ kelimesinin annem tarafından dile armağan edildiğini sanıyordum. Ama değilmiş. Bu kelime ‘oyulgalamak’ şeklinde sözlükte bulunuyormuş zaten. Öyküde hiç değişiklik yapmadım. Değişiklik yapmamamın nedeni basit. Hata yapmak istiyorum. Artık kurallı yazmaktan, anlam üretmekten, sonuca bağlamaktan bıktım. Saçmalamak istiyorum.” Öyküsüne ben de dokunmadım. Onun öyküsünü diğer yazar adayı katılımcıların oyuyla o günün en iyi öyküsü seçtik. Aklıma geldiğinde onun bize bir şey göstermek istediğini düşünüyorum bazen. Bazen onun sayesinde edebiyatın kalıpların ötesinde bir şey olduğunu bir kez daha görüyorum. Öyküsüne dokunmadım ve sonradan fark ettiği hatayı düzelttirmedim. O, bu öyküsüyle, ilk dersimizde, yazı atölyemizin bir kurallar dizini olan bu sanata nasıl bir artı katkı sağlayacağını göstermiş olacaktı aslında. Bu yüzden ellemedik öyküsünü. İnsan, hata yapmayı öğrenmeliydi aslında. Biz de atölyemizde, ilk dersimizde ona bunu öğretmiş olduk. Bu bizim hatamızdı, çünkü dersi veren bizdik.

Oyurgalamış. Kulağıma söyledi. Çok katmanlı ilişki uzmanı belediye başkanından, seçim yatırımı olarak yaptıklarından, koltuk sevdasından tiksiniyordu.

Bu moda, çağdaş ve yeni kelime, oyurgalamak, ilk o zaman kullanıldı. Çakar lambaları yana söne insanın gözünü alan cipi yanımızdan geçmişti.

“Onun bunun… Neden mesajlarıma, postalarıma yanıt vermedin? Gerekeni yapacağım. Seni koltuğundan edeceğim, devireceğim, insan içine çıkamaz hale getireceğim,” der gibiydi gözleri.

“Cevher, adamım, bu kelimenin patentini ve kullanım haklarını imza karşılığında verdiklerinde ne dediklerini bir kere daha anlatsana bana.” dedim. Koltukları kabardı. Önümüzden geçen sarışına dolaylı atılan lafı sayesinde bir kere daha o gün yaşadığımı anlamıştım.

“Dostum,” dedi. “Oyurgalamak sözcüğünü argo sözlüğe ben eklettim. Karşılığında o günün parasıyla beş yüz lira aldım. Çok tutuldu. O kadar ki anlam çemberini genişleten dilbazlar yavrumu laf kalabalığı içinde, cemiyet hayatında, sınırları dışında kullanmaya başlamışlardı. Mesela, iddia bayisinde kupon dolduran bir kumarbaz, tuttuğu takımın maç yatırdığını öğrenince, oyurgalamak kelimesine sarılıyordu. Kütüphanede kısa çoraplı liseli kız tavlayan mahalle serserisi, çağdaş edebiyatçıların yazdıklarından etkilenip, romanlarından birini almak isteyen kurbanının aklını çeldiğinde, oyurgalamış oluyordu. Siyaseti ekmek kapısı gören, sözde edebiyatçı bir romancının kaleminden çıkanlar birini rahatsız ettiğinde, ben, kelimem kullanıldığından, telif ücreti alıyordum. Oyurgalanış… Vay canına, derdim kendi kendime. Neymişim be abi! İnsanlar tek kelimeyle tüm dertlerini dile getirecek hale gelmişlerdi. Çoğu anlamsız cümleler dillere takılmıştı, yuva yapmıştı, yer kapmıştı, kanıksanmıştı. En kötüsü dile yabancı gelmemesiydi. O zaman bu sözcüğü var edenin işlek aklımın sarmal lobileri olmadığını düşünmeye başladım. Cami hocasının tekiyle karşılaşmıştım günün birinde. Kent müftüsünün yanında aldık soluğu. Ben ‘Hocam, beni suçlamamalısınız, elçiye zeval olmaz,’ diyordum. Müftü, hocayla birlik olup delillerimi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. ‘Haram para o. Derhal bozuk niyetini düzeltmeli, tövbe ve istiğfar etmeli, gusül abdesti almalısın,’ diyordu. ‘Hocam, ama bu biraz ileri gitmek olmuyor mu?’ dedim. ‘Yani hayat kadınlığı yapmadım ki, abdest alıp namaza başlayayım. Alt tarafı dil kurulu ve anlam kılavuzu derneğince onaylanıp kabul görmüş, literatüre eklenmiş bir kelimenin kreasyon sahibiyim. Alkışlamalısınız beni. İnsanlar vara yoğa kelimemi kullanıyorlar. Gururum okşanıyor. Halk arasında yürüyemeyecek hale geleceğim zamanlar yakındır diye düşünüyorum.’ ‘Olmaz. Cezalandırılırsın. Kuran, insanların çoğunun cehenneme odun olacağından bahseder.’ ‘Bu, çoğunluk iktidarına oy vermiş olanların büyük bölümünün ya da tamamının yakıt niyetine kullanılacağı anlamına gelir ama,’ dedim. Yanıt vermedi. ‘Müftü Bey,’ dedim. ‘Kuran’da insanların bir kader üzerinde yaratıldığı söyleniyor. Yani cilt kanserinden ölecek bir adam, orasında tüylü, kabarık ve ele gelir bir kahverengi leke belirdiğinde, fazla tasa etmesin, zorlanmasın diye yüce kattan kulağına bir veri üflenmiş halde yaratılıyormuş. Bu doğru mu? Vadesi dolmak üzere olan bir adam, yıllar önce toprak altına gömdüğü hazinesini, zamanı gelince kendi eliyle kazıp çıkarıyor. Ve bunu olağan karşılıyor. Aynı durum, olumlu gelişmelerde, başa gelenin yaşayanın ayaklarının yerden kesilmemesini, şımarmamasını, altındaki at tarafından sırt üzeri yere atılmamasını da sağlıyormuş.’” Sustu. Ardından:

“O lanetli uğursuz başkanın cipinin dört tekerinin de havasını indirmek istiyorum,” dedi. “Nerede oturuyor olabilir acaba? Geçenlerde bir mektup attım ona. Masa başı iş aradığımı söyleyip, ihaleye fesat karıştırmaktan, rüşvet çarkına katılmaktan, çete kurmaya kalkışmaktan başını kaldırıp benimle ilgilenmesini istedim. Cevap vermedi. Siyasilerden tiksiniyorum Barbaros. Kıymetimi bilmiyorlar. Nur topu gibi, her kılığa girebilen, deyim yerindeyse moda bir sözcük türetmiş hemşehrisini yok saydığında, intikam almak için, esaslı bir ders vermek istedim ona. Koltuğundan olacaktı. Daha doğrusu bunun olması için canımı verebilirdim. Seni gidi fırıldak belediye başkanı, iki elim iki yakanda, cehenneme dek peşini bırakmayacağıma ant içerim. Böyle söyleniyordum Barbaros. Yani arkadaşın boş teneke değil. Hırsları olan biri. Sana şunu anlatmış mıydım? En az o gübre yığını kadar mektup alıyorum ben de. Günün birinde, gelen mektup kolilerini karıştırırken şöyle seslenen bir kağıda rastladım. ‘Cevher ağabey, kullanışlı kelimenin lastik kıvamındaki yapısı sayesinde lafı gediğine koyabiliyoruz. Hangi boşluğa koysak, cümlenin anlam bütünlüğü korunarak, söyleyeceklerimizin ağırlığı altında kalmadan, derdimizi dile getirebiliyoruz. Adamın tekiyle sıradan bir iş anlaşması yapmıştık. Adamla el sıkıştık. Başını ağrıtmamak için ayrıntıya girmiyorum. Ama adam caydı, anlaşmayı tek taraflı olarak bozdu, sözüne sadık kalmadı. Sözün erin ilacı ve aşı olduğunu unuttu. Daha sonra ne oldu dersin? Haber aldığıma göre, bu adam, oyurgalanmış. Beyin kanaması geçirdi, felç oldu. Yatağa mahkum olmak yerine sözüne sadık kalsaydı, oyurgalanmayacaktı.’ Bunun gibi birçok kıssadan hisse posta kutuma düşüyor. İnsanlar beni aileden biri olarak görüyorlar.”

Cevher de oyurgaladı: “Müftü Bey,” demişti. “Bu kelime önceden aklıma kazındı. Zamanı gelince yüzeye vuran ölü balıklar gibi, derinden zıddına doğru harekete geçtiler. Tek farkla ki o da canlı ve dinç olduklarıydı. Onlar genelev tuvaletlerinde, açık hava sinemalarında, gizlenen Amerikan arabalarının arka koltuklarında, iç çamaşırın etiketinde, şarkı yarışması finalinde, birbirine dolanmış iki dilin çıkardığı seste, mahrem haremde, her yerde… Suçlu ve sorumlu olduğumu kabul etmiyorum. Papanın cinsel tercihlerini sorgulayan, Hazreti İsa peygamberin uyuşturucu bağımlısı olduğuna inanan, Allah’ın elinin kolunun bağlı olduğunu sanan, Müslüman toplumu cahil ilan eden insanlar kelimeme kapılacaklardır. Tutulma çoktan başladı. İlk taşı günahsız olan ben attım, doğru. Ancak bu alın yazımdaki veriydi. Hüküm giyemem. Oyurgalandınız.”

Canımız sıkıldığında oyurga kelimesinin seviye tespitini yapmak üzere soluğu dışarıda alırdık. Yol parasını, hesabı, masraflı gezinin harcama kalemlerini tek tek ben öderdim. Cevher elini cebine atmazdı. Kendimi borçlu hissediyordum. Hocayla müftüyü dize getiren, “oyu…” dediği anda köpek stili önünde uzanmış bir düzine alımlı hatunu, arkalarındaki adamın ne vakit işe girişeceklerini bekler halde ip gibi sıraya dizen, belediye başkanıyla kavgalı, Dil Kongresindeki değerler katalogunda ismi bulunan bir arkadaşa sahiptim. Tapıyordum ona. Bir dediğini iki etmiyordum.

“Nereye gidiyoruz, Cevher?” diye sordum. “Oyur oyur oyurgalamaya mı?” Başını salladı. Önümüzde mahkum dizilişiyle ilerleyen üç kıza kafayı takmışa benziyordu. Gene laf attı.

“Hanginiz gardiyan, hanginiz müebbet? Peh! Hanginiz aktif, hanginiz pasif, kardeş kılıklı lezbiyen çakmaları?” diye bağırdı. Yo, gerçekten oyurgalanmış kemiksiz dili, aletine ayar çekmelerinden önce, kızları şöyle bir baştan aşağı yokluyor gibiydi.

“Bak şimdi,” dedi. “Oyurgalayacağım. Ateşliyorum: üç, iki, bir, sıfır…”

Ağzını açtığında gözlerimi yumardım. Araba pazarının yanından geçerken:

“Ne dersin?” dedi. “Hurda yığını otomobillerin arasına mı karışalım? Yoksa mahkum stili yol alan kızları mı takip edelim?”

Kendimi bilge ve kültürlü, yaşıtım Avrupalı çağdaşlarımla aynı seviyede sayardım. Ancak gerçekte bildiklerim tek parmağımdaki tırnağın altındaki boşluğu dolduracak kadardı. Benim bildiklerim İsrail Filistin gerginliğinin tarihsel sürecinden, yarı tanrı siyasi figürlerin otobiyografilerini okumaktan, seçim sonuçlarını değerlendirmekten, rumuz kullanarak sosyal ağlarda nefretimi kusmaktan ibaretti. Cebimde şöyle sağlam bir para olsa, onlarla araba pazarında pazarlıkla hangi otomobile sahip olabileceğimi ya da peşlerine takıldığımız kızlardan birini nasıl yatağa atacağımı düşünürdüm. Cevher bilir, uygular, görür, yapar ve tanırdı. Nefes alması yeterdi. Kokusundan, duruşundan, renginden, adımından, yalpalayışından… Sadece insan olmak zorunda değildi değerlendireceği. Çok kimlikli ve kültürlü dil becerileri ve yaratma sanatındaki ustalığı sayesinde eşyanın tabiatı derinine dek önünde sere serpe uzanmak zorunda hissederdi kendini. O gece olanları anlatmaya başladı:

“Barbaros, adamım,” dedi. “Bu dünyayı alaya alamazsın. Anlaşmayı bozan o adam, dünyayı oyun bahçesi sanarak kendi bacağına sıktı. Bana mektup yazandan ve hikayesinden bahsediyorum. Söz ağızdan çıktığında, sana ait olmaz, seni bağlar, mahkum eder, yakalar kıskıvrak. Senin yapabileceğin, değiştirdiğin kaderinin peşinde koşmaktır. İnsanlara bak. Şu peşlerine takıldığımız kızlara bak. Bunlar otomobil pazarlarının, çim sahaların, alışveriş merkezlerinin, kuyumcuların çevresinde niçin dolaştıklarını ancak birilerinden duyduklarında, ne kadar büyük burunlu, havalarından geçilmeyen, boylarına erişmek için ayak ucunda yükselmek zorunda kalınan kimseler olduklarını anlarlar. Sadece bu veriye vakıf olduklarında kendilerini sorgulamak zorunda kalırlar. Onlara kim olduğumu söyleyeceğim. Defterlerine, akıllarına, kazıttıkları derilerine, mesaj tahtalarına, yazı duvarlarına ve günlüklerine aitim ben. Kelimemle. Yabancı sayılmam.”

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Gafil Gezme Şaşkın

Gezimizin bir amacı olduğunu sanmıyordum. Havadan sudan konuşmak için yola koyulmuştuk. Belki Ankara’da, Kızılay’da olduğumuza birbirimizi ikna ederdik. Belki protein tozu fiyatlarını yoklar, anı yakalar ve zaman öldürürdük.

Kızları takip etmeyi bırakır bırakmaz önünde saygıyla eğilmek anlamına gelen o cümleyi kurdum. Suratında kurnaz tebessümüyle sorarcasına baktı.

“Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum,” dedi bana. “Oyurgalamak istiyorum, derken neyi kastettiğini anlayamadım.”

“Haklısın,” dedim. “Oyurgalamak, kağıt destesindeki joker kıvamında ve moda bu aralar. Ben de ne istediğimi bilmiyorum. Sadece dilime dolandı işte.”

“Bu lanet olası belediye reisinden nefret ediyorum. Tarihe, kültüre, hatıraya kastı var. Anısı olan her binayla taş taş üstünde kalmayıncaya kadar oynadı. Ortaokulum şuracıktaydı. Hatırlıyorum. Bahçesindeki…” Devamını getiremedi. “Aslında hatırladığım pek bir şey yok. Sadece orada bir bina vardı. Ve yüz evlerde, kentin kuruluşunda dikilmiş, sıra sıra müstakil, kagir evler. Şehir umurumda değil. Kentin ortasından geçen tren yolunda takılıp düşmem, neredeyse ayaklarımla başım yer değiştirecek şekilde, ağır yaralı duruma gelebileceğim bir trajik kazayla karşılaşabilecek oluşum da, o lokomotifin satılık personeline hesap sorma isteğim de, beş bin evlerle Safranbolu’yu ayıran kanyon boyuna asma bir ip köprü yapma hayallerim de önemsiz. İnsanların kelimemi kullanması, ancak onu tanımıyor olmaları… Acaba kendimi aileden biri gibi olarak görmem, gerçeklerden kaçmanın bir sonucu mu? Canım sıkıldı be adamım.”

Yaşanan kopma anının bir parçası da bendim. Bu kenti sevmiyordu. O tren yolundan geçerken, tam da sevgililer gününde, bacaklarıyla kafası yer değiştirmiş bir kız görmüştü. Onlarca ton ağırlığındaki demir yığını yuvarlanarak kızı altına almıştı. Bir lokomotif nasıl olur da bir insanı rakip görürdü? Sonra Yüzüncü yıl mahallesi ile şehir merkezi arasındaki yola döşenen demir korkuluklar da mantık dışıydı. Bu demir korkulukların kaldırımda yürüyen yayalarla arabalar arasında bir barikat oluşturması gerekiyorken, tam aksine, yol parası bulamayan üniversite öğrencilerini sinek gibi ezmesi için, otomobillere teşvik amacıyla dikilmişçesine döşenmişlerdi yola.

Bu kentin valisini görünce it görmüş hayvan barınağı çalışanı gibi oluyordu. Kaşınan avuçlarına zehri geçirmek istiyordu. Mahallelerinden, caddelerinden, tüccarından memuruna, öğrencisinden emeklisine, işçisinden fakirine kadar, hepsiyle bir alıp veremediği var gibiydi. Aslında kendini mi kandırıyordu? Sandığı kadar şöhretli, kızların durmadan posta kutusuna mektuplar bıraktığı biri değil miydi?

“Geçen gece oyurgaladım, biliyor musun?”

“Nasıl oldu?”

“Şu üç hatun gibi birlikte yol alan iki kız dikkatimi çekmişti. Takip altına aldım. Telefon numaralarını koparabilirim belki diye düşünüyordum. Kızlar kütüphaneye girdiler. Teki vesikalık fotoğrafının arkasına ismini ve kimlik bilgilerini çıkarıyordu, sanki ahlak şubesine kaydını yaptırıyor gibi. Danışma masasındaki görevli de kızları süzüyor, masa altından salatalığını soyuyor, cezaevi müdürü gibi, her devlet dairesine has olan ukala ve saygısız tavırlarla ekmeğini sağlayan okuma sevdalısı insanları aşağılıyordu. Kütüphanelerden nefret ederim. Dolayısıyla günlük gazeteleri karıştıran emeklileri, kütüphane kartı çıkarmak isteyen kızları hapishaneye giriş prosedürleriyle illallah ettirip hayatlarından bezdiren o büro memurlarını da, form dolduranları, listeye isim yazanları, çalışma odasında kitap karıştıranları, mesai saati içinde çok sesli koroymuşçasına bir ağızdan dedikodu edenleri de sevmemiştim. Ama havasını soluyordum, o zaman kendinden de iğrendim. Duvardaki panoya iğnelenmiş ‘Lütfen oyurgalamayınız!’ yazısını okudum. Çağdaş Latin Edebiyatı rafına yönelmiş kızlara bunun ne anlama geldiğini soracaktım. Fakat çapkın ve hayta ruhlu bir çiçek çocuğu olduğumu anlamalarını da istemiyordum. Cebimdeki not defterini ve kalemi çıkardım. Ağzımı açtığım anda, içeride bir dişi ve erkek sesini aynı anda duydukları zaman, akılların işleyiş ve derleniş şeklini bildiğimden, kapıyı aralamamın nedeninin ödünç kitap almak olmadığını anlayacağının farkındaydım. Aklıma ‘İran’da kız tavlamak…’ düşüncesi düşüverdi. Neyse. Dilsiz rolü yapacak ve odada sadece dişi bir sesin yankılanmasını sağlayacaktım. O zaman kimse onlara sarktığımı, yaltaklandığımı, yapıştığımı anlamayacaktı. Kızların kendi aralarında konuştukları düşünülecekti. Göz koyduğum kıza yaklaşıp omzuna dokundum. Sevimli göz kırpışlarım ve dişsiz sırıtışım sayesinde sayı almayı başarmıştım. Attığım ilk sayı değildi ama bu. Hücum sırası onlardaydı. Özetle dilsiz olduğumu, derdimi kağıt ve kalemle anlatabildiğimi, duvardaki yazıda ne söylenmek istediğini düşündüğümü söylermiş gibi yaptım. Adımı da ekledim. ‘Orada mı?’ diye sordu. ‘Dikkat etmemişim. Başını sarkıttı. Cevabı vardı. Ama tatmin edici değildi. ‘Anladım ama tam olarak çıkaramadım. Oyurgalamak, ne demek’ Kız arkadaşı ‘Dil Kurumunun genişletilmiş son baskı sözlüğünde yazar,’ dedi. ‘Duydunuz zilin sesini,’ dedi benimki. ‘Sizi İzmir marşıyla yolcu etsek.’ Not defterime ‘Oyurgalamak ne demektir, bilmiyorum. Sözlüğe de dün baktım, kayıt yok,’ yazdım. Şey dercesine baktı kız, şey… ‘Ama bunun bir anlamı olmalı. Kütüphanede bir uyarı yazısı. Kelimelerden birinin anlamı bilinmiyor. Güncelleştirilmiş son baskı sözlük de -argo lügate bakmayı akıl edemediler- bu kelimeden yoksun. Bilemeyeceğim,’ deyip aşk romanları, aldatılmış şairleri saçmalıkları, terkedilmiş kadın yazarların metinleri içinde gözden kayboldu. Aradığımı bulmam uzun sürmedi. ‘Şey,’ diye yazdım deftere. ‘Sevgililer günüde sokakta yalnız gezeni taşlıyorlarmış.’ Kız şaşırmıştı. Yazdığım etkileyici ve edebi değeri yüksek bir sanatsal cümleydi. Kokuşmuş her ağızdan böyle işlenmemiş cümle kolay kolay çıkmazdı. Beni incitmek istemiyordu. ‘ Seni incitmek niyetindeyim,’ dedi ama. ‘Sanırım çok oluyorsun. Beni rahat bırakır mısın?’ Odada kimse erkek sesi duymadığından içim rahattı. Kız kendi kendine konuşuyor, bir roman cümlesini sesli okuyor, arkadaşına dert yanıyor ya da bilinmeyen bir nedenle bu şekilde konuşuyor olabilirdi. Notumu gözüne sokmak istiyordum. ‘O yazıda ne yazıyor?’ diye bağırdı, büyük harfli, kaba ve kalın bir cümlem. Kız şok yaşıyor gibiydi. Saldırıya uğramışçasına büzüldü ve sindi önce, gözlerini gerip dudaklarını incelterek bana haddimi bildireceğini belli eden bir bakış attı. ‘Rahat bırakılmak istiyorum,’ dedi. ‘Arızanız olduğunun farkındayım. Ancak sakatlar derneği kermesinde değiliz. Haydi Allah versin. Şuna baksana ya, resme sarkıntılık bu.’ Tepemin atmasını sağlamaya çalışıyordum, daha doğrusu ‘Fazla ileri gittim sanırım. Onu yeterince aşağılayıp incittim,’ dedirtmek istiyordum ona, bir zaman sonra. Zamanı geldiğinde harekete geçecektim. Sahne sırası bana geldiğinde, gotik romanlar rafı önündeki sandalyelerden birini gıcırtılı şekilde çekip üzerine kuruldum. Yanıma oturmasını işaret ettim. İşaret dilini bilmediğimi, numaracı bir şeytandan beter yapımı, apış arasında sakladığı değerli ziynetinde gözüm olduğunu anlayana kadar saatini kurmayı planlıyordum. ‘İçin rahat etmeyecek anlaşılan,’ dedi. Yanıma oturdu. ‘Ama şunu söyleyeyim. Erken ilkbahar döneminde azgın kedilerin kovalayıp bir hafta ağaç tepesinde beklettiği yavrular gibi değilim. Senin gibi biriyle asla olmaz. Hem neden ben?’ ‘Oyurgalamak,’ yazdım, İran şahının kızına. ‘Kendimi baskı altında hissediyorum, Açılıp saçılamadım. Bu yüzden deniyorum. Seninle konuştuğum anda, danışmadaki haydutlar, devlet memurları kanununa tabi personel, suskun, soluksuz, pastel renkli taş duvarların, bir genelev çatısı altında bittiği zannına kapılacaklar. Emin ol zan buraya kadar. Dahası yok. Gelip bileğime seninle konuştum diye kelepçeyi vurmayacaklar. Asayişi sağlamaya çalışmayacaklar. Tersi de olmayacak. Rahatsızlık verici bir deneyim ama. Kendimi bu kitap yurdunda, en özgür, hilesiz, açık ve duyurucu zihinlerin arasında, vardiyalı sistemde, devlete hapishane duvarları arasında çalışan mahkumlar gibi hissediyorum. Yani ben ne dilsizim ne de tek iletişim yöntemim elimdeki kalem.’”

Cevher… Delinin tekiydi. Faydalı ve eğlenceli bir kaçık olmasına rağmen, insanlardan uzak duramıyordu. Kıza, dili çözüldüğünde, insan bedenindeki en faydasız organı yok etmenin, pankreastaki kanserli hücrelerin bir gece ansızın kaybolmasına benzer etki yapacağını söylemişti.

“Aslında,” dedi. “O kelime benim şaheserim. Ben yarattım. Özellikli ve nitelikli yapısı sayesinde, boşluk dolduruyor. Kuvvetli beton harcına karıştırılan sili gibi, yapıyı sağlamlaştırıp, anlamı güçlendiriyor. Nerede kullanılırsa, bir zamanlar orada olan kelimenin anlamını tutuyor. Tıpkı PKD romanındaki o değişken kıyafet gibi.

Kişiliksizsin ahbap. Ne var yani? Alt tarafı bir iki kelime karalamış. Onun kapı kulu, mektup pulu olacak ne var? Cevher… İsminde meymenet yok. O da senin gibi sıradan biri işte. Kendini üstün ve nitelikli biri sanarak, nice diplomalı yeteneği cebinden çıkarabileceğini sanıyor. Oh, iyi olmuş! Daha beter ol! Asla iş bulamayacaksın. Kimse yüzüne bakmayacak. Belediye başkanlarına mektup atmakla, kütüphanelerde kız tavlamaya çalışmakla, araba pazarlarında dolaşmakla yetineceksin. Oyurgalanasın inşallah. Ah, gene o kelime.

Bana yalan söyledi. Annesinden kelimenin tarihçesini anlatmasını istedim. Foyasını meydana çıkartacağım. Annesi eski bir Türkçe öğretmeni. Aynı adı farklı adlarla piyasaya süren bazı dolandırıcılardan hesap sormuş zamanında. Ama gene koca bulamamış, gene yatağıyla paylaşmış yalnızlığın karanlığını. Neyse.

Bu kadın günün birinde oturma odasındaki sehpanın döşemelik kumaşındaki dikişlerin attığını görmüş. Eline iğne iplik geçirip dikecekmiş söküğü. Zaman bulamıyormuş bir türlü. Cevher, annesinin çalışma ve yaz masası başından sehpaya bakışını daha dün gibi hatırlıyor.

“Oğlum da orada öylece beklerdi,” dedi annesi. “Yazmak anlamsız geliyordu artık. Kepenkleri kapatmanın, farklı bir hobi sektörüne -yazıyordu ayrıca- geçmenin, farklı kulvara atlamanın yarar getireceğini düşünüyordum. Birden aklıma geliverdi. Kelimenin en ilkel, basit ve kök hali aklımda belirmedi. Ekleriyle tamamı ıslak dilimden aşağı kayıverdiğinde, ‘Tüh ya, sehpayı oyurgalayacaktım, değil mi?’ deyiverdim. Oyurgalamak kelimesinin mucidi benim aslında. Kulağına aşinadır Cevher’in. O sadece duydu. Hak iddia edemez. Ama önemi yok. Dilbilimsel ve etimolojik açıdan bakıldığında, sözel kültüre eklenen her artı değer topluma mal olur. Anonim de olsa, isimli de olsa, değişmez. Fakat bilinmeli ki bu kelime döşemelik kumaşı dikmek anlamında söylendi ve ağzımdan birdenbire çıkıverdi. Sözlüğe ait değil. Yabancı bir dilden dilimize geçmemiş. Kullanılan bir sözcüğün ucube türüyse asla olamaz. Düşündüğüm de, kökü ve eki tartıldığında, gene mantık düzlemine varamıyorum. Bir kelime ve anlamı arasında bağ olmalıdır. Kopuk anlam isim sistemi dile katkı sağlamaz. Cevher o nedenle anasız babasız kelimemi ortalığa bıraktı. İsteyen istediği zaman ve istediği kadar, istediği anlamda kullansın diye. Oyurgalamak bir ortalık kelimesi.”

Bu yazımızı da tavsiye ederiz:  Yalnızların Efendisi

Kayda değer bir adamdı. Yok sayılmaktan hoşlanmazdı. İş arıyordu, para kazanmalıydı, değeri biçilmeliydi. Yukarıdaki italik yazıyı olduğu gibi postaya vermeden önce, kendimi sorgulamak gereği duydum. Okunmadan yakılacak olabilirdi, belki de gerisin geriye postalanıp iade edilecekti. Artık onu yalnız bırakmalıydım, kendine gelmeliydi. Yüksek öğrenime geçiş sınavında kaç soruya net cevap vereceğini, uygulamalı İngilizce ve çevirmenlik bölümünün taban puanlarını araştırmayı, yüksek okulun ikinci öğretim elektrik programına kayıt ve kabul için kaç gerçek lira kazanması ve kaç sayısal soru çözmesi gerektiğini düşünmeliydi artık. Yaptığımı kimse yapmazdı.

Posta kutusuna düşen mektubu anımsadım. Kimliği bilinmeyen şahıslardan biri ona dert yanıyordu. İmzalanan bir sözleşmenin gereklerini yerine getirmeyen birinden bahsediyordu mektup. Ve mektubu yazana göre bu kimse, imzaladığı sözleşmenin gereklerini yerine getirmediği için çarpılıp yataklara düşmüştü. Birinci ayın yedisinde beyin kanaması geçirmişti. Hastaneyle yatak arasında mekik dokuyordu. Hayat onu fena halde oyurgalamıştı. Benzer bir olay da benim başımdaydı.

Mektubuma yazamadıklarım için pişmanlık duydum. Devamını getirmek istedim. İkinci mektupta şunlar yazacaktı:

“Cevher, arkadaşım, hatırlatmamda fayda var. Eskiden imzaladığın bir kağıt parçası, arşivimde saklanıyor. Bir defter yaprağı, yırtık ve solgun sarı renkte. Ama üzerinde yazanlar… Bunun kanun önünde geçerliliği var mı bilmiyorum. Orada bana kırk beş lira borçlu olduğun yazıyor. Senin imzan var. Senet, işbu, tarih, yükümlülük, cebir, borçlu, koşul gibi kelimeler de var kağıtta. Ancak bilmeni isterim ki, bu kağıdı yırtıyorum. Yani artık aramızda ne sözlü bir bağ ne de yazılı bir anlaşma var. O senedi elini cebine attırmamama karşılık imzalamıştın. Yani borcun borçtu. Zamanı geldiğinde ısmarladıklarımı, bayıldıklarımı, sunduklarımı, oyurgaladıklarımı geri alabilecektim. Tabi bir çocuk oyunu sayılırdı bu işama ben hakkım helal ediyorum. Ve bir daha yüzünü görmek istemiyorum.”

Bu mektubu da postaya verdim. Aile sırlarını öğrenmiştim, yakınlık derecemden ötürü. Kelime kreasyonunu bundan sonra tek başına geliştirip yenileyecekti. Artık ısmarlama, gezi, vakit kaybı, kandırılma ve söğüşlenme yoktu. Def olmalıydı.

Cevabı düşündüğümden de sert oldu. Kargo şirketinin kamyonu kapımda durduğunda o günün sıradan bir sevgililer günü olmadığını anlamıştım. Şubatın on dördünde hava yağmurlu ve yollar ıslak, koyu gri hakimdi yüzlere. Çalan zille kapıya koşturdum. Bahçedeki gül fidanlarının köklerini eşeleyen yabancı bir yaşlı kadını görmemle ancak kendime gelebildim. Kadın durmadan gülüyordu. Kırmızı kolsuz örgü yeleği ve çiçekli pijamasıyla bu evin bir sakini gibiydi. Önceliği ona vermek niyetinde değildim. Ama cinlerim tepeme çıkmıştı. Kim olduğunu bilmediğiniz bir kadın, sabahın sekizinde bahçenizi belliyor, sırıtıyor, yaşına başına bakmadan kınalı ak saçlarını sıvazlıyor ve seğiren sağ gözünü saklamaya çalışmıyorsa…

yasli kadin

Nereye imza atmam gerekiyorsa orayı imzaladım. Kargo görevlisi karton kutuyu uzatıp selam çaktı. İçeri girip kutuyu yemek masasına bıraktım. Delirmek üzereydim. Onu iyice azarlayıp bir daha o bahçe kapısından içeri girmemesini sağlayacaktım. İletişim kurmaya çabalamam bile bir lütuf sayılırdı. Av tüfeğini namlusundan sopa gibi tutup kadını değnekle kovalanan köpek gibi geldiği ahıra sürebilirdim. Ama bunu yapmadım. Oyurgalamak niyetinde değildim.

“Affedersiniz. Burada ne yaptığınızı öğrenebilir miyim?” diye sordum. Bir takım anlamsız işaretler yaptı. O zaman deli kadının günlüğüne verdiği ismi okuyabildim: Renksiz gül. Konuşamıyordu. Yaşını başını almıştı. Flört edercesine sırıtıyordu ve de. Bakışları son derece iyi niyetli ve sevecendi. Amacının iyilik yapmak olduğunu seziyordum. Ancak şubatın on dördünde, sevgililer gününde, eşinden yeni boşanmış bir erkeğin, bahçesini, sürekli sırıtan bir koca karıya belletmesi hoş bir izlenim bırakmazdı.

Tepem sonunda attı. Ne insan evladının cinsiyeti ne yaşı ne konumu ne de o anki iyiliksever ruh hali beni frenleyebilirdi. Sözlerimden sonra yüzü düştü ve suratı gülmez oldu.

“Bir daha izin almadan bu bahçeye girmeyeceksin.”

Bu söz ona yetti ve arttı. Kapıyı sürgüleyip kargo şirketinden gelen paketin üzerindeki etiketi okudum. Gönderici kısmında Cevher’in evinin adresi yazılıydı. Neden ilk elden teslim edebileceği bir paket için bu yöntemi kullansın ki, diye düşündüm. Paketi yırtarak açtım, jelatinli ikinci kutuyu dişlerimle parçaladım. Ortada ıslak, yumuşak ve ufak oyurgalanmış cisim vardı. Mecburen dokunmak… Ve kağıdı açmak…

Bu kadardı. Borcunu ödemişti. Paketin içindeki cevap kağıdını okutmak için kimi bulacağımı düşündüm. Oracıkta yığılabilirdim. Bu kesik dildeki piirsingin görüntüsü, oyurgalanışın ete kemiğe bürünüşüne tanık olmama benzer bir etki bıraktı bende. Cevher, bana olan borcunu ödemek istiyordu. Kesik dilini paketleyip kargo şirketini kutuyu alması için ararken derdini nasıl anlattığını bilmiyorum. Eminim kerpeten, maket bıçağı ya da neşter benzeri bir alet kullanmıştı. Belki de sadece birkaç diş ısırığı dilini kökünden kesip koparması için yetmişti. Ama bu onun süslü, piirsingli, paslı kırmızı diliydi. Gördüğüm dillerin anında kime ait olduğunu bilebilme yetisiyle donanmış olarak yaratılmıştım sanırım.

İlk aklıma gelen, abartılı esprileri, belden aşağı şakaları, argo kelimelerle mükellef cümleleri oldu. Yakın arkadaşı olmama sebepti yaşama sevinci. Patavatsız ve boşboğaz günlerinde, can sıkıntımı giderdiği şu ufak et parçası şimdi asıl sahibinden uzakta ve kökünden kopuktu. Onunla konuşmak zorundaydım. Hastanede tedavi altında olmalıydı. Yaralı ve kopuk dilinden geriye ne kalmıştı? Uğraştırıcı ve zorlu bir işti. Eline gene kalemi ve kağıdı geçirecekti. İran şahının kızını bir not defteri ve renkli tükenmez kalemle kandırabileceğini düşündüğü o gün geldi aklıma. Baskı altındaydı. Devlet eliyle beslenen bir kütüphane hapishanesinde, çözülmeyen, donuk ve paslı dilini yumuşatmak için ne gerekiyorsa yapmıştı. Nefretinin temelinde o bina vardı. Kalın ve suskun, kitaplı raflar, yüksek duvarlar. Cumhuriyetin, demokrasinin, idarenin, rejimin, egemenliğin, devletin, elinde ve eliyle beslediği söz ustaları. Aralarında mahkum… İçlerinde kapana kısılmış… Tam ortalarında boynu eğik…

Cevher’in annesiyle konuşmanın en iyisi olacağını düşündüm. Onunla yeniden bağ kurmak hatayı tekrarda ısrarcı olmak demekti. Onu evinde buldum. Gene yazı masası başındaydı. Oyurgalayış gününü getirmişti aklına. “Cevher, evladım, aç mı karnın?” diye sormuştu. Akşamdan mıklama vardı yemekte, aç değildi.

Oğlunun yaptıklarından habersiz değildi. Belki ilk duyan da oydu.

“Ne üzerinde çalışıyorsunuz?” diye sordum. Cevabı:

“Devlet eliyle beslenen bireyin hazin sonu…” oldu. “Cevher’i yazıyorum. Hakkında bilmediğim ne var?”

“Annesinden fazla bilgi sahibi değilim,” dedim.

“Bir öykü yazıyorum. Adı ‘Oyurgalayış’ Hayatını mahvettiğim bir insanın yaşamı var hikayede. İçinde iş bulamayan, kafa dengi ve en yakın arkadaşına olan borçlarını ödeyemeyen, kelimelerle olan bağını kopartmış, belediye başkanlarından, devlet dairelerinden, resimli vergi ve harçlardan, zindan kapılarından, tel örgüler ardında okunan romanlardan, ilan edilmemiş aşkların düğümlü dillerinden nefretle tiksinen biri var. İçinde Barbaros adında biri de var ki, o da ısmarladığı şeylerin karşılığını alıp alamayacağını düşünecek kadar alçak. O ki en yakın arkadaşına tekme savurmuş biri. Söyle bana, ne istedin ondan? Allah’ın belası. Ne var yani, senin gibi elektrik teknikeri olamadıysa? Öğrenim hayatını eksik görüp adalet, çevirmenlik ve ziraat gibi ek bölümleri de okumayı başaramadıysa ne olmuş? Üstün olan o, tamam mı? Sen değilsin! Karın neden terk etti seni?”

Damarıma basmak üzereydi.

“Bu sizi ilgilendirmez,” dedim. “Benim amacım Cevher’in durumunu sormak. Onun kopuk dilini önümdeki kutuda görünce… endişendim.”

“Hayır, endişelenmedin, korktun. Budala. Zavallı,” dedi.

“Neden korktum?”

“Kendini suçlu hissediyorsun. Onu oyaladın ve kandırdın. Zamanını emip çiğnedin. Hayatından çaldın. O seni dille oynayışıyla eğlendiriyordu. Canın sıkılıyordu. Evinde tatmin olamıyordun. Al işte. Bunu sana vermemi istedi.”

Kapalı zarfın içinde gene bir organı mı var diye düşündüm. Belki bu kez yazamasın diye parmağını, duyamasın diye kulağını kesmişti. Duyu organlarından ve yeteneklerinden arınmak istiyor gibiydi.

“Ama rica ederim, onu burada ve sesli oku. Ben de duymak istiyorum.”

Tam düşündüğüm gibiydi, aşağılık kompleksi ve eziklik, yalnızlığın çeşitli varyasyonlarından biriyle karışmıştı. Ortaya bu tablo çıkmıştı.

“Barbaros,” diyordu ilk cümle. “Kendini suçlu hissetmeni istemiyorum. -Burada oyurgalanmış annesine ders olsun diye sesimi yükselttim. Ve devam ettim.- Sen suçlu değilsin. Ben kelimeleri senin kadar yerli yerinde kullanamıyorum. İnsanlar beni bu yüzden seviyorlar. -Yine yanılıyordu- Aslında bu dünyada yapabileceğim başka bir iş de yok gibi geliyor bana. Benim işim kelimelerle, ama daha da çok onlara tutsağım, onların hizmetlisiyim, onların yolcusuyum. Ben onları yönetemiyorum, onlar beni yönetiyorlar. Kendimi bir anda iç gıcıklayan bir kıza laf atarken, ilçenin kaymakamına söverken, küfürlü tekerlemeler sıralarken, edep ve etek altı şakalar yaparken bulabiliyorum. Daha beterinin olmasını istemiyorum. Sen haklıydın. Oyurgalandım. Oyurgalanış esnasında annemin yaratıcı kabiliyetine ortak olabileceğimi düşündüm. Benim korkum insanların oyurgalanış ya da oyurgalamak kelimelerinin ya da bunların çeşitlemelerinin asıl ve tek sahibi olduğuma inanmamaları değil. Annemin pay bilinse de tarih sadece beni anacak. Fakat… Sana gelelim şimdi. Kapına bir kadın göndermiştim. Dilsiz ve yaşlı bir kadın bahçıvan. Bahçende derin bir dil çukuru açacaktı. Umarım onun çukur kazmasına engel olmamışsındır. O çukura kesip attığım dilimi gömmeni istiyorum. Sokrates akıllılar yargılanmış, suçlu ve aç olarak ölmelidirler. Onun sonun getiren dili, belaların en büyüğünü sahibinin başına sardı. Borcumu bu şekilde kapatıyorum. Arşivindeki imzalı ve sararmış o kağıdı da istersen çukura atabilirsin. Toprak olacaklardır.”

“Hikayenin sonun nasıl getireceğimi buldum,” dedi annesi. Bu umurumda değildi. Cevher’in kopuk dilini ve sözleşmeyi kargo kutusunun içinde dilsiz karının kazdığı çukura gömdüm. Onu erkenden yolcu ettiğimden, çukurun derinliği tatmin edici olmaktan uzaktı. Yapabileceğim bundan ibaretti.

Bu yaşananlardan yıllar sonra, kendini ve beni oyurgalayan Cevher’i sabun imalathanelerinden birine başı önünde girerken gördüm. Abarttığı gibi tüm insanlar onu tanıyor ve seviyor değildi. Gerçek şu ki, yalnızca ürettiği kelime para etmişti. Nice deha romancılar, içe kapanık bilge şahsiyetler, aç karınlarını doyuramadan, sokaklarda, dilenerek, açıkta ve yalnız ölmüşlerdi. Hazırlık safhasını tamamlamıştı Cevher. Hayatı alaya alarak ve oyun olarak görerek. Oyurgalanmış. Sabun işçisi. Cevher.

Yorum bırakın

Your email address will not be published.

Deneme Kategorisinde Son Yazılar

Uzun bir aradan sonra

Parlak Jurnal serüveni birkaç dost bir araya gelerek kurduğumuz bir internet sitesiyle başlamıştı. Üniversite öğrenicisi olmanın

Bir Palamut Meselesi

Bak! Şişman bir tekiri andıran yaramaz beyaz bulut, küçük bir sincap bulutunun peşinden gidiyor. Hava, ne