Ben ki Cihan-ı hakan, ali muhakkak.
Sen ki şu padişahın işine bak!
Öyle derin derin tevazu etmek gelir insanın içinden. Nedir derin derin tevazu, nereye dayanır manası ve nereden gelir pekala mahlası?
Tevazu demek alçakgönüllülük demektir ya hani. Derin derin olanı ise gönlümüzün taa kuyularında saklı kalan alçakgönüllülüğümüzdür bizim.
Varlığını gönlüne gömen, niyetini bir kendine bir Allah’a saklayan, nurunu kendince başkaları tarafında anlaşılamamakla gizleyen ne mübarek insanlardır onlar!
Velhasıl ne kadar derinlerde olsa da onların aslı, buraya kadarmış demek ki bu hikâyenin de bu faslı.
Çünkü biz bu güzel insanları duyduk, gördük ve bildik.
Peki bizim bildiğimiz ve sizlerinse duyacağı bu zat-ı muhterem kimdir, necidir, nerededir?
El-cevap:
– ‘Nalıncı Baba’ derler ona. Atları da bir o kadar sever, zaten nallarını da sevdiği kadar iyi yapar.
-Amma velakin içkicidir, eğlence aleminin çukurunda batadurmuştur derler.
-Hatta durmakta kalmamış ölmüştür de bu Baba!
Bir Velvele Varsa Bir de Vesile
Şu dünya hanında gelmişten geleceğe,
Bir velvele varsa bir de ona vesile.
Unkapıda’da aynı istikamette batan bir Güneş ancak o küreye inat sıradanlığını bir o kadar bozan İstanbul akşamı yaşanıyordu.
Kokuşmuş bir ceset surların hemen kenarında kendini belli ediyor ve ahaliyi çok geçmeden etrafına toplamıştı.
‘Yahu bu adam da kim?’ diye birisi atıldı birisi oradan. Ancak belli ki ölen adam hakkında pek de bilgi sahibi değildi ki sorusuna cevap da gecikmedi ve hızlı olduğu gibi bir o kadar da sert oldu:
-Sakın ha komşu bu adamı düşünme. Ayyaşın tekidir bu!
-Sen nereden bilirsin be adam?
Bu soru karşısında sinirlenen adamın yine cevabı gecikmeden ağız çabukluğuyla hızır gibi lafını söyledi ve sustu:
-Bir zahmet bilelim, kırk yıllık komşusuyuz!
Oracıkta insanlar böylesi bir muhabbete dalmışken ben dalgın dalgın yerde yatan adama bakıyordum.
Tamam, biraz yüzünde ölmüş ifadesi vardı, biraz kir kokuyordu da. Ama nerede ayyaş adamın kendine münhasır o kokusu?
Hangi havaya karışmıştı doğrusu, bulamadım.
Bir Vesile Varsa Bir de Mesele
Dert etme dua et diyen gönlüme baktım,
-Bin meseleye derman bir vesile yarattım!
Bugün sarayda Güneş ne kadar doğması gerektiği gibi doğduysa da Sultan Murad için de aynı şeyin söylenmesi zor bir gündü.
Bir hali var belli. ‘Ama padişahtır kendileri, nasıl sorulur, nasıl edilir, kim bilir?’ diyeceğim de zaten halini bir görseniz bırakın sormayı, kanadı yeni biten bir kuş gibi size doğru uçmak istiyor ve adeta ‘Ne olur bana yardım et!’ diye de kanat açıyordu.
'Yahu hayırlara inşallah koskoca cihan padişahına vakti dar eden bu rüya.' demeye kalmadan Siyavuş paşam buyurdu:
‘Hayrola padişahım canınızı sıkan bir durum mu var?’ diye sorar Sultanının üzerindeki garipliği farkeden Vezir-i azam Siyavuş Paşa.
Sultan Murad da daha fazla dayanamaz ve başlar anlatmaya:
-Siyavuş Paşam dün gece bir rüya gördüm lakin tedirginimdir.
-Hayırdır Sultanım buyrun anlatın., deyince Vezir-i azam, parlar Murat Han ve bir anda atılır yerinden:
-Davran paşam hayır mı şer mi öğreneceğiz, gidiyoruz.
İki molla kılığında dışarı çıkarlar. Çıkarlarda nereye?
Padişah öyle nizami gider ki sokaklar arasından sanki daha öncesinde buralardan defalarca geçmiş, nerede, ne zaman döneceğini dahi her detayına kadar biliyor gibiydi. Vezir de bu hal karşısında şaşkınlıkla Sultan Murad’ı takip etmekle yetinmiş, nereye gidiyor oldukları hakkında bir soru dahi soramamıştı.
Ve en sonunda varırlar rüyasının tesir ettiği yere. Birkaç adam bir yerde toplanmış ve muhabbet ediyor olduğunu görürler. Bazen sesleri o kadar hırçınlaşır ki metrelerce öteden Padişahın kulağına dahi gelir:
-Ayyaşın tekiydi zaten bırakın gitsin!
-Ecelinden bulsun, evine attığı kadınlar düşünsün şimdi halini!
… Huh.
Yahu padişahın nedir böyle bir adamdan umduğu medet anlayamadım doğrusu. Zannımca Murad Han da anlayamamış olacak ki bu işin peşini bırakmadı ve cümlelerin ortaya savrulduğu alana iyice yaklaştı.
Bütün herkesin bir yana savrulan kelamlarını dinledikten sonra bir yaşlı adam vardı ki daha çok mahsun ve belli ki ondan ticaret yapmış, onunla da bir müddet ahbap olmuş.
-Babacığım hele bu ölen adamı tanır mısın, anlat da dinleyelim., diye sordu padişah sus pus kendisi gibi ahaliyi dinleyen yaşlı adama.
Adam da bu soru karşısında sessizliğini bozdu cevaben dedi:
-Evladım, şu ölen adam, biz ona 'Nalıncı Baba' deriz. Azaplar çarşısında çalışır, orada nal yapar. Nalının da esaslısını yapar. İşinde çok iyidir ancak bir huyu vardır ki beterdir.
Kazandığı tüm parayı da gider her gün içkiye harcar, akşamları da evine hayat kadınları sokar.
Bardaktaki son damla taşırır sabrı.
Yaşlı adamın böyle demesiyle beraber iyice hiddetlenen topluluk bir hırsla böylesi rezil bir adamın cenazesini dahi kaldırmamaya karar verdiler ve çekip gittiler!
Vay anam vay.
Herkes gitti de kimler kaldı dersiniz: Rüyasının sırrına ermek isteyen bir adam.
Buyursunlar rüyamızın sırlarına.
Bir İnat Vardır Bir de İmdat
Selamındır ruhumuza, vur nalına baba vur,
Vurduğun her hamlede ruhum bulsa huzur.
İnadı inattı padişahımızın.
Siyavuş paşa ne kadar ısrar ettiyse de gitmek için bir türlü kabul etmedi Sultan Murad.
-Halktır, gitmekte haklılar mıdır? Bilemem. Ancak biz bu cenazeyi defnedeceğiz.
-Padişahım madem içiniz rahat etmez, saraydan birkaç hoca tutalım onlar bu işi halletsinler.
Lakin bu cevap padişahın derdine çözüm olamamış, rüyasının da hikmetini açığa çıkaramayacak olacak ki kabul etmedi Sultanımız.
-Olmaz, Siyavuş paşam. Bu işi biz halledeceğiz.
-Yapmayın sultanım, bu adamı defnetmekle bitmez ki. Yıkanması var, namazı var…, diyemeden Siyavuş paşa, padişah sözünü telaşla kesti ve atıldı:
-Merak buyurma sen, bu adamı ben yıkar yıkar hem de namazını kıldırırım.
–Madem bu arzunuzdur Sultanım, şu yakınlarda bir mahalle camisi vardır isterseniz orada…
Bu cümlesine kuradursun Vezir-i azam padişah bitirtmesin cümlesini.
-Ey Siyavuş paşam, şimdi bu adamın yerinde siz olsaydınız nerede namazınız kılınsın isterdiniz?
Siyavuş paşanın aklına Ayasofya’dan tut Fatih’e kadar en güzel camiler gelir ve aklına gelenleri bir bir söyler.
Padişah ise içlerinden devlet mensuplarının en az buyurduğu cami olan Fatih Camii’ni kararlaştırır.
İşini gizlice ve tez halletmek ister çünkü.
Az çok geçer ki camiye gelirler. Vezir hemen arar da bulur boylu poslu bir tabut ve hesabı yakın bir kefen.
Sultan o sıra başlar cenazeyi yıkamaya. Yıkar da hayırdır inşallah!
Adamın yüzü yıkandıkça nur bulur ve gündüzsüz aydınlanır gasilhane. Hayırdır inşallah.
Naaşı yıkandıktan sonra kefenlenir, tabutuna yerleştirilir ve olması gerektiği adetince musalla taşına koyulur.
Ancak hava hala karanlıktır ve ezan vaktine de pek uzaktır. O sıra Vezir-i azam bir sıkıntıya düşmüş ki yaklaşır Sultan Murad’a doğru.
-Sultanım vakit pek uzaktır, namaza daha var. Düşündüm de ben derim ki biz yanlış yaptık. Hiç sormadık ki bu adamın eşi, çocuğu var mı, yakını nicedir. Bir sormak lazımdı.
Sultan vezirinin bu cümlelerini haklı bulur ve hemen yerinden kalkarak:
-Doğrudur Siyavuş paşam. Ben şimdi o mahalleye gideyim de bir arayıp sorayım yakını, evi var mıymış. Sen burada kal, beni bekle.
Sultan yollara düşer ve gece vakti sora sora gider ölmüş bir adamın evini. Eninde sonunda da nalıncının evini bulur. Çalar kapıyı, karşısına yaşlı bir kadın çıkar. Hanımı olurmuş.
Sultan Murad'a içeri davet buyrulur, o da yaşanan hadiseyi bir bir anlatır. Ancak yaşlı kadın hiç bozuntuya vermeden dinler, sanki bu günü bekliyormuşçasına susar. Bu vefat onu hiç şaşırtmamış gibidir.
Sonra az kıpırdanır ve başlar konuşmaya:
-Ah olum ah! Bizim adam bir acayipti doğrusu. Akşamlar kadar nal vurur,yorulur,kahrolur sonra kazandığı parayla da gider şişelerce içki satın alır başkaları satın almasın diye. Eve gelince de gider hepsini helaya dökerdi.
Bazı geceler olurdu ki eve hayat kadınları çağırır, ücretlerini de öderdi. Sonra da sorardı onlara evladım:
-Ben sizin zamanınızı satın aldım değil mi şimdi?, diye. Malum onlar da ‘Evet.’ derlerdi. Kendisi bütün kadınları bir odaya toplar ve çıkar, beni ise o odaya sokar ve binbir alimden İlmihal okuturdu.
Hal buydu evladım. Sokakta herkes onunla farklı farklı konuşur, gece eve girdiği kadarını yüzüne vurur ancak girdikten sonra ne yaptıklarını hiç düşünmezler, sormazlardı.
-Kocana ayyaş diyorlar, evine kadın atıyor diyorlar anneciğim!
-İnsanlardan laf duymamak için namazını dahi mahalle camisinde kılmazdı. Uzak mahallelerdeki camilere gider, orada namazını kılar gelir, işine koyulurdu.
-Laf dinletemedim ki yavrum! O kadar dedim ona: ‘Cenazene kimseler gelmeyecek böyle yaparsan.’ diye.
Ben öyle deyince bana demez mi ‘Ben mezarımı bahçeme kazarım.’ diye. Ve hakikaten de kazdı. Hemen evin arkasında hala duruyor kazdığı yer.
O öyle deyince de sinirimden ‘Hadi mezarını yapacaksın söyle be adam seni kim yıkar,kim omuzlar?’ dedim.
Teyze şöyle bir sustu. Bir yutkundu, bir durdu. Biliyordu böyle bekledikçe karşısındaki gencin merak içinde olacağını. Ama söylemek istemediğinden değildi ki bu bekleyişi, inanmak istemediğindendi. Hatırladı da güldü şimdi.
Yahu neye inanmak istemediğinden?
-Sana inanmak istemediğinden Sultanım!
-Annem, o ne dedi?
-Şöyle bir kahkaha attı, sonra da ‘Allah büyüktür kadın,’ dedi.'Hem padişahın işi ne ?'
Yaşlı kadın böyle deyince bu genç başladı ağlamaya. Ağladı, ağladı…
Bir Hikmet Vardır Bir de İstikamet
Derin derin tevazu etmek buymuş belli ki. Bir cümlene bakarmış Sultan'ın evinin yolunu arayışı.
'Hem padişahın işi ne?' demek dahi vesile olurmuş nice hikmetlere.
Hem de Fatih Cami'nden kalkan bir istikamette.
Batsa da gönüle dokunan gülün bir tanecik iğnesi,
Bir kimsedir nalıncı baba, bir bülbülün ezan sesi.
Vesselam.