Yorgun güneşin soluk kızıllığıyla bezenen hırçın deniz; kısa bir kıyı kordonuyla karaya bağlanmış yarım adayı dalgalarıyla dövüyordu. Siyah bir siluet ise ağır adımlarla çoktan kordonu geçip adaya ulaşmıştı. Yorucu bir tırmanışın ardından adanın en ucunda, denizden birkaç metre yükseklikteki dalgaların dövdüğü falezin tepe noktasına tırmandı. Ayaklarını denize doğru sarkıtacak biçimde her zamanki yerine oturdu. Ne zaman içinde bir fırtına kopsa buraya gelirdi. Saatlerce oturup dalgaların dansında, kayalıklara çarpınca çıkarttıkları seslerde, gökyüzünde kendini bulmaya çalışırdı. Kimi zaman dertlerini denize döker kimi zaman rüzgârlara fısıldar kimi zaman da göklere haykırırdı. Sonra da tabiatın armonisinden huzur toplardı. İçindeki fırtınayı ancak öyle dindirebiliyordu.
İnsanlarla dertlerinden konuşmazdı hiç. Çünkü etrafındaki insanlar çoğu zaman sadece kendilerini düşünürdü. Karşılarına geçip kalbinizin neyden yapıldığını gösterdiğinizde; acılarınızı, dertlerinizi paylaştığınızda, tam aksi olduğu halde dinliyormuş gibi gözükürlerdi. Çevresinde sadece kendi dertlerini düşünen, empatiden yoksun, katılaşmış kalpler gün geçtikçe çoğalıyordu. İşte o, bütün bunları fark ettikten sonra dost edinmişti tabiatı. Çünkü tabiat ona huzur veriyor, teselli ediyordu elinden geldiğince. Ve bugün belki de içinde kopan en büyük fırtınayla gelmişti buraya. İnsanlar onu anlamaya çalışmaktan vazgeçip anlaşılmaz etiketini yapıştırmış ve kalbinin kapılarının insanlığa karşı kilitlenmesine neden olmuştu. İçindeki her bir derdi döktüğünde bile bu etiketin ağırlığı geçmedi. Yavaş yavaş tabiatın bugün ona huzur veremeyeceğini kavramaya başladı. Kadim sırdaşı, tabiat, o etiketi ve kalbini içine alıp her geçen saniye sıkılaşan demir pençeleri yok edemezdi. Bu farkındalığın ağırlığıyla aniden ayağa kalktı. Dünyası eğilip bükülmeye, kararmaya başladı. Kalbini sıkmayı yavaş yavaş bırakan pençeler bilincinin kaybolduğunun göstergesiydi. Bütün dünyanın ayaklarının altından kaydığını hissettiğinde, bu his bir yanılsama ya da beyninin oyunun değildi. Az önce oturmuş olduğu yerden giderek uzaklaşıyordu. Düşüyordu. Sırt üstü denize düşüyordu.
Gözleri kapanmadan önce gördüğü bu son sahne, giderek kaybolan bilincinin etkisiyle onu hissizleştirmişti. Baygın bir şekilde, denize doğru süzülmeye devam etti. Deniz her geçen salise misafirine verebileceği zararı azaltmak için dinginleşiyordu. Kavuşma zamanı geldiğinde deniz bir çarşaf gibi olmuştu ve bu çarşaf yavaşça onu sarıp sarmaladı, derinlerine götürdü. Şimdi de deniz kalbinin neyden yapıldığını ona göstermek istiyordu. Oysa canlı dostu bir süre derinlere indikten sonra hızla bu mavi çarşafın yüzeyine tırmandı. İstediğinin gerçekleşemeyeceğini anlayan deniz ona zarar vermemek için yüzeyde kalmasına izin verdi. Suyun üzerinde baygın bir halde süzülen bu kızı, huysuz dalgalarıyla kıyıya doğru ittirdi.
Kız kıyıya yaklaşırken, kumsalda belli belirsiz bir hareketlenme oldu. Bu hareketin sahibi, tüyleri güneşin altında parlayan kumların renginde bir köpekti. Silkelenerek üzerindeki mahmurluğu atan köpek, denize doğru koşmaya başladı. Soğuk suların üzerine nüfuz etmesine aldırmadan yüzerek kızın yanına gitti ve giysisinin bir kenarından onu tutarak karaya doğru çekiştirmeye başladı. Kız ise hâlâ baygın bir vaziyette, olanlardan bihaberdi. Köpek, hırçın bir dalgadan güç alarak onu kıyıda denizin sonlandığı ve ancak dalgaların ulaşabildiği ıslak kumlara çıkardı. Patisiyle onu dürttükten sonra havlayarak etrafında zıplayıp dönmeye başladı. Böyle geçen dakikaların ardından yavaş yavaş bilinci yerine gelen kız, duyduğu ama anlam veremediği sesin kaynağını bulmak için göz kapaklarını aralarken, sesler kesildi ve karşısında bir çift bal rengi capcanlı gözle karşılaştı. Şaşkınlığını atıp bacaklarının üzerine oturdu, köpek de onu taklit edercesine karşısına oturdu. Birbirlerine gözlerini dikmiş öylece oturuyorlardı ki kız birden irkildi. Köpek; içindekileri görüyor, anlıyormuş gibi delici bakışlarla kızın gözlerine bakıyordu. Aralarında bir köprü kurulmuştu sanki ve başından geçen her şey o köprüyle köpeğe akıyormuş gibiydi. Köpeğin gözlerini anlayış ve şefkat parıltıları kaplamıştı şimdi. Kız aralarında kuvvetli bir çekim olduğunu hissetti ve neden yaptığını anlayamadan elini köpeğe doğru uzattı. Köpek de sanki bunu beklermiş gibi patisini uzatılan elin üzerine koydu ve kız daha önce hiç tatmadığı hisleri tattı. Köpek bir mıknatıs gibi tüm dertlerini sıkıntılarını, bu temasla, ondan çekip almış; dinmek bilmeyen hırçın fırtınalarını dindirmişti. O bunların ağırlığıyla çökmüş gibiydi fakat gözleri kıza sımsıcak bakıyordu şimdi. Kız bu sımsıcak bal gözlerde gerçek sadakati görmüş, onlara kendini teslim etmiş ve güvenmişti. Ve kız, ikisinin arasında oluştuğunu hissettiği bu güçlü bağı çok uzun bir süre boyunca kimseyle kuramamıştı.
Önceleri insanlara çabucak güvenirdi. Sonraları ise oturup o güveni nasıl parçaladıklarını izlerdi ve bu döngünün tekrarı arttıkça insanlara olan güveni azaldı. Ama onun da güvenle tutacak bir ele, bir insana ihtiyacı vardı. Aradığı güveni de hiç ummadığı bir zaman ve şekilde, bu bal gözlü köpeğin patisinde bulmuştu. Ve bunu bulana kadar da böyle bir ihtiyacı olduğunun farkında değildi. Kızın yaşadığı duygular o kadar tarifsiz ve taşkındı ki içinde daha fazla tutamadı ve gözlerinden akmaya başladı. Bunun üzerine köpek ani bir hareketle patilerini kızın boynuna attı, kız da kollarını köpeğe doladı ve gözyaşlarını onun kumsalına akıttı. Kız en sonunda onu anlayabilecek, onu, kendisini sevdiğinden bile çok sevebilecek bir dost bulmuştu. Akın akın gelen bu düşünceler kızın gözyaşlarını daha da yoğunlaştırmakla birlikte köpekle olan bağını kuvvetlendiriyordu.
Güneşin can çekişen son ışıklarıyla birlikte kız, yeni dostunun onun fırtınalarını dindirmek için hep burada olacağını bilmesinin güvencesiyle, tekrar hırçınlaşan denizin gürlemesine uğultusuyla eşlik eden rüzgâr ve ipeksi altın kumsalı geride bıraktı.
Bu günü takip eden bir hafta boyunca kız her gün bu kumsala gelmiş ve oracıkta onu bekleyen dostuyla kumsalları geçip faleze tırmanmıştı. Yeni dostuyla tabiatın şarkısını beraber dinlemiş, birlikte şarkı söylemiş, rüzgâra birlikte fısıldamışlardı. Bu yeni dostla geçen her dakika kalbini huzurla ve şefkatle beslemişti. Ve köpek bu yedi gün boyunca kızla dostluğunu çiçeklerle taçlandırmıştı. Dostunun ağzında gelen bu çiçekler, kızın onunla bağını kuvvetlendirmiş, sevgisini katlamıştı. Kız bu değerli çiçekleri daha önce hiç görmemişti ve daha ilginç olanı ise çiçek sayısının günden güne artmasıydı. İlk gün bir çiçekle, yedinci gün ise yedi tane güzel pembe çiçekle gelmişti dostu. Buna bir anlam veremeyen kız dostunun zekâsına da şaşıyordu çünkü çiçek sayısı aritmetik düzeni hiç saptırmıyordu.
Kız yedinci günün sonunda evine dönünce elindeki yedi çiçeği de diğer çiçekleri koyduğu kavanoza doldurdu. Dostundan gelen değerli hediyeleri seyre dalmışken bu pembe çiçekleri daha önce hiç görmediğini fark etti. İçinde filizlenen merakla çiçekleri araştırmaya başladı. Kolay olmayan bir araştırma sonunda bu çiçeklerin Sakura ağacı çiçeği olduğunu ve çiçeğin etkileyici hikâyesini öğrendi: “Sakura çiçekleri en güzel göründükleri dönemde solmadan ve kurumadan dalından dökülürmüş. Yaklaşık bir hafta süren kısa ömürleri ve ani ölümleriyle, Japon Samurayları için felsefi anlam taşırmış. Samuraylar aynı Sakuralar gibi yaşamın içinde parlar ve savaşırken, her an ölebilecekleri düşünüp; hem hayatın güzelliklerini ve yaşama sevincini hem de hiç umulmadık bir anda ölümün geleceğini hatırlarmış.”
Sekizinci gün büyük bir heyecan ve umutla kumsala gitti. Dostunu her zamanki yerinde kendisini beklerken göremediğinde içinde kabaran hayal kırıklığını bastırmaya çabaladı. Ama her geçen saniye vücudu hayal kırıklığıyla sarmalanıyordu. Bu zamana kadar dostu onu hiç bekletmemişti. O henüz farkına varmamış olsa da bilinçaltı parçaları çoktan birleştirip boşlukları doldurmuştu: birden ortaya çıkan bu dostun, ona Sakura çiçekleri armağan etmesi basit bir tesadüften ibaret olamazdı. İşte bu yüzdendir ki vücudunda salgılanan adrenalin mevcut hayal kırıklığının korkuyla birleşmesine neden oldu.
Dostu hâlâ yanına gelmemişti ve geçen her salise içindeki fırtınayı pekiştirir nitelikteydi. Biraz sonra etrafı incelemeye başladı. Güneşin hüzünlü ışıklarını yansıtan deniz her zamankinden sakin ve durgundu. Rüzgâr bile onunla küsmüşçesine sessizdi. Gökyüzünde kara kara bulutlar öbekleşmeye başlamıştı. Kız hâlâ dostunu görememişti. İçinde kopan fırtınalara rağmen orada öylece dikilmek, beynini kemiren, kalbini sıkan düşüncelerle böyle bekleyerek boğuşmak istemiyordu. İçindeki fırtınayı dindirmesini umarak dilediğince koşmaya başladı. Koştu koştu… Nefessizlikten bayılacak raddeye gelene kadar koştu. Vücudundaki her bir hücre isyan çığlıkları atarken, kumsalı ormana bağlayan sınırda durdu. Kafasını kaldırıp etrafa bakınca içindeki hayal kırıklığı dalga dalga yayılarak ruhunu ele geçirdi. Dostu hâlâ ortalıkta yoktu. İçindeki son birkaç umut kırıntısıyla ormanın içine doğru, öylesine bir bakış atmıştı ki birkaç metre ötede yerdeki pembeliği gördü. Bu heyecanla birkaç adım atınca bu pembeliğin Sakura çiçeği olduğunu anladı. Kalbinde yeşeren yeni umutlardan güç bularak Sakura çiçeğinin yanına gitti ve birden fazla Sakura’nın bir yol çizerek ormanın derinliklerine gittiğini fark etti. Uzunca bir süre bu yolu takip etti. Yol bittiğinde pembe bir örtüyle karşılaştı. Ama bu örtü ağaçların üzerinde değil yerdeydi. Bütün Sakura ağaçları, henüz solmamış ve büyüleyici güzellikteki çiçeklerini dökmüş ve çıplak kalmışlardı. Bu görüntüyle içini yoğun mu yoğun bir hüzün kapladı. İlerde çiçeklerin bir tepe gibi yığıldığı yeri fark etmişti. Yüreğini yeniden sıkmaya başlayan demir pençeleriyle ve bitap bir halde tepeciğe doğru yürüdü. Yaklaştıkça vücudu ağırlaşmaya başladı. Tepeciğin yanına geldiğinde bir pelte gibi ve ne hissettiğini anlayamaz biçimde yere yığıldı. Titrek elleriyle çiçek örtüsünü araladığında dostunun bedeniyle karşılaştı. Ona dokunmak istiyor ama ölüm soğukluğuyla karşılaşmaktan, dostunu kaybetmiş olmaktan korkuyordu. Titreyen elleriyle dostunun kalbine dokundu. O şeklide ne kadar beklediyse de tek bir kalp atışı bile hissedemedi. Onun vücudundan ellerine yayılan soğukluğa inat, onu ısıtmak istercesine tüm gücüyle ona sarıldı. O kadar canı yanıyordu ki ağlayamıyordu bile. Kalbi şimdiden, onun özlemiyle yanıp tutuşmaya başlamıştı. Artık iyice yerine gelen bilinciyle birlikte düşünceler akın akın zihnine doluştu. Ansızın kalbine giren bu dost onun Sakurasıydı. Onun sayesinde hayatın mucizesini gözleriyle görmüş, kalbiyle hissetmişti. Ona; zıtlıkların yaşamın her anında birlikte olduğunu fark ettirmişti; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi…
Orada, dostunun yanı başında, farkında olmadan içine hapsettiği nefesiyle, düşüncelerini adeta boğmaktaydı. Ona saatler gibi gelen dakikaların ardından derin bir nefes aldı. Bu nefesle birlikte gözyaşları serbest kaldı. Kendini onun kumsalına son kez bıraktı. Kalbinin daha fazla dayanamayacağını hissettiğinde, bu kumsaldan kendini çekti ve geldiği yolu koşarak geri döndü. Ardından uçarcasına faleze tırmandı ve her zaman oturduğu, dostuyla birlikte oturduğu yere geldi. Değerli çiçeklerini sakladığı kavanozu titrek elleriyle çantasından aldı. Dizlerinin üzerine çökerken, son bir güçle kavanozun kapağını açtı ve içindeki çiçekleri tek tek denize bıraktı. Onun içi hüzün ve özlemle kavrulurken çiçekler olağanca güzellikleriyle denizin yüzeyinde süzülüyordu. Ve sonra ansızın gelen bir rüzgâr, belki de kıza bu dostu unutturmamak için, denizin yüzeyinden bir Sakura çiçeğini tutarak kızın dizlerine bıraktı…
Konuk Yazar: Ruh-u Revan