Nasıl zordur bir cümleyi söylemek, size tarif etmeye çalışayım. Bir cümle ki konuşabilmek için bir litre su içersin de gene susuzluğunu, damağındaki o kuruluğu gidermez. Gözlerin dört açılmıştır; O’nunla olduğun bir anı bile gözünü kırparak kaybetmemek için. Ellerin öyle kendi başını almışçasına titrer ki senin; olur da “ben bunu lafa dökemem, en iyisi kelimelere dökeyim de öyle ifade edebileyim” dememen için. Dilinin görevini ellerin üstlenebilir mi sanırsın? Aslında her sözün, her kelimenin döküldüğü yer değil midir dil!
Nasıl bir söz bu Ya Rabbi! Dilinden halâ çıkaramadığın için her saniye onlarca ter boşanır da boğuluyorum sanırsın, bir kurtaran beklersin. Söylesene bana hangi sevda denizinden yüzülerek geçilmiş ki; yaşaman için boğulman lazım. Bu denizde beni kim uyanık tutacak diye mi soruyorsun? Hadi onu da söyleyim. “Heyecan’ın”. Heyecan’la kendine gelir de bulursun o ihtiyaç duyduğun Can’ı. Bu Can’la dönersin Can’ına Canan olana. Cesaretin yerine gelir de “Ne diyecektim ben? Nasıl söyleniyordu bu söz?” diye düşünmeye başladığında; en başından beri seni bilen, seni bu hallere düşüren yüreğin dile gelir de o başlar konuşmaya. Ve artık sözler dökülüyordur birer inci tanesi gibi sahibinin gönlüne: “seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum”
Konuk Yazar: İbrahim Üstüntay