Küçük tırtılın bir hayali vardı. Kelebek olma hayali vardı. Bu hayal geldiğinde, bir gün sürecek olsa da nasıl vazgeçebilirdi ki bu hayalinden? Kozada beklemenin birçok tehlikesi vardı. Kozasında sessiz sakin beklerken hiç görmediği bir belaya kurban gidebilirdi. Herhangi bir tehlikeden kaçmaya fırsat dahi bulamadan, bir üst zincirdeki canlının midesinde kaybolabilirdi. Ama ne olursa olsun vazgeçmeyecekti. Her belaya göğüs gerip, büyüyüp kelebek olacaktı. Ve uçacaktı bir kelebek gibi. Zarifçe, aşkla uçacaktı. Peşinden çocuklar, yavrular sürükleyecekti. Ve bir uçurum kenarına geldiğinde yahut bir yaprağın köşesine; başına ne gelir diye düşünmeyecekti. Sadece ama sadece uçmayı düşünerek kendini boşluğa bırakacaktı.
Bir tırtıl bu rüya için nelerden vazgeçmezdi ki? Bir tırtıl, bu rüya için bir gün yaşamayı göze alır, her belayı gözü kapalı kozasında bekleyerek karşılamaya hazır bulunurdu.
Her ne bulduysa yedi. Bol bol su içti. Şikayet etmedi. Koza örebilmek için bol bol beslenmesi şarttı. Ağ nasıl örülür öğrenmeliydi. Tehlikeli olmasına rağmen, avı için nakış nakış ağ hazırlayan örümceği izledi. Bu öyle bir aşktı ki bir an dengesini yitirse ve izlediği yerden örümceğin ağına düşse yine de gocunmazdı. Çünkü bu hayal içindi her şey. Bu hayal öyle bir hayaldi ki uğruna ödeyeceği tüm bedellere değerdi.
Ağ yapmasını öğrendi. Bol bol beslendi. Kozanın içinde sıkılmamak için birkaç şiir ezberledi. Ezgiler öğrendi orman anadan. Kuşları izledi. Nasıl neşeli olunur öğrendi. Nasıl ıslık çalınır öğrendi. Bir sabah güneş doğduğunda kendine bir yer seçti. Bir dut ağacının en tepesindeydi bu yer. Kuşların gelip de kozayla oynamak isteyeceği bir yerdi. Olsundu, varsındı tehlikelerin göbeğinde olsundu. O biliyordu ki ödediği bedel ne kadar büyük olursa, hayalinden aldığı zevk o kadar derin ve içten olacaktı. Birkaç gün içinde dut ağacının en yüksek tepesine tırmandı. Yavaş yavaş hiç ilmek atlamadan kozasını örmeye başladı. Kendine nefes alacağı delikler açtı. Yağmur yağdığında deliklerden içeri su girmesin diye deliklerin üstüne çatılar yaptı. Her şey hazırdı. Uyumaya hazırdı. Bir şiir mırıldandı dut ağacına:
Bir gülüşüne şafaklar söker
Çoğu sevgi ve biraz da naz
Tırtıl da artık bir cambaz
Dut üstünde hayatını adımlar
Kozanın içine girip üstünü de son yaptığı ağ yamasıyla kapadı. Her yer karanlıktı. Deliklerden temiz hava ile birlikte giren havanın da ışığı olmasa büsbütün başka bir dünyada olduğunu hayal edebilirdi.
Durmadan vücuduna bakıyordu. Bir an kelebek olup uçmaktı niyeti. Bu hayali düşünmekten gözüne uyku girmiyor. Ne yapacağı konusunda emin olamıyordu. Ama artık geri dönüşü yoktu. Ya bu kozayı kelebek olup yırtacaktı yahut bir kefen gibi üstünden hiç çıkarmadan bu kozada ölecekti. Bunları düşünürken ve dut ağacının üstünden salınışını hayal ederken ve hiç koyun görmemiş gibi masumken uykuya daldı.
Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez. Bir yağmur damlasının, deliği bir hayli büyümüş olan çatısından girmesiyle uyandı. Gözlerini açtı. Hayır, hayır açamadı. Göremiyordu. Karanlığın verdiği korkuyla ağlamak istedi. Yoksa ölmüş müydü? Hayır, hayır ölüler ağladığını bilemezdi. Yaşıyordu ama ne garip bir yaşamaktı bu.
Güç toplamak için derin bir nefes aldı. Aldığı hava bir başkaydı sanki. Cennette olmalıydı. Görünmez bilinmez bir cennet olsa gerekti bu. Kendisini nefes alarak şişirmek istedi. Bu koza örüldüğünde güven veriyordu ona. Şimdi içini sıkan bir mihnet, bir ruh darlığı olmuştu. Kendi ördüğü barınak şimdi bir kafes olmuştu. İçine daha çok nefes çekti. Patlayacak gibi hissetti.
Ağların gerildiğini ve liflerin tek tek attığını bazı ilmeklerin açıldığını hissetti. İçine daha çok nefes çekti. Nefes iki yanında yayıldı. Kanatlarını hissetti. Kanatlarını açmak istedi. Ama ne fayda. Bu nemli yaprağa benzeyen kanatları açılmak bir yana, yerinden dahi kıpırdamıyordu. Her ilmeğini özenle yaptığı kozasını, bu sefer dişleriyle, diliyle ve ağzıyla yırtmaya çalıştı. Kozanın ilmekleri sökülüyordu. Sökülen ilmekle birlikte ağzında da bir şeyler olduğunu hissediyor. Delik büyüdükçe içinde bulunduğu su dışarı çıkıyor. Rüzgarla birlikte havayı daha çok hissediyordu. Koza neredeyse açılmak üzereydi. Bununla birlikte ağzı paramparça olmuştu. Yoksa artık hiç konuşamayacak mıydı? Varsındı konuşamasındı, varsındı dilsiz kalsındı. Bu hayalin büyüsü her şeye bedeldi.
Çıkmak için çabaladığı kozanın onu tutan son ilmeğini de dilini parçalamak pahasına yırttı. Koza açılmıştı. Bir şiir söylemek geldi içimden. Su tamamen akıp gidince yavaş yavaş gözleri de açıldı. Şiiri bağıra bağıra söylemek için derince bir nefes çekti içine. Bağırdı. Ses yok. Bağırdı. Yalnızca nefes. Sıcacık bir nefes gibiydi verdiği hava. Sessiz bir nefes. Bir kış vakti verilen bir nefes gibi sessiz. Sahi hiç kış görmüş müydü?
Tırtır tırtılken ben
Bir yaprağın kenarına geldim
Küçükçe bir böceğe seslendim
Umut etsen ne iyi böcek
Bir çiçeği sevsen ne iyi
Bir çocuğu güldürsen
Ne iyi!
Olsun dedi varsın, konuşamayayım. Şiiri içinden bağırdı. Kimse duymadı ama o hissetti. Kanatları rüzgarın getirdiği havayla bir hayli açıldı. Bir yaprağın kenarına ilişti. Yavaş yavaş yürüdü. Ayaklarını, kanatlarını hissetti. Islak kanatlarıyla biraz da üşüdü. Gözlerini kapatıp kendini boşluğa bıraktı. O an rüzgarı kanatlarında hissetti. Varsındı bir gün yaşasındı, varsındı bu aşkı kimseye anlatamasındı. O ne de olsa hayallerini gerçekleştirmişti. Rüzgarı kanatlarında hissetmişti. Yamaçlardan yapraklardan düşmek korkusuna kapılmadan ve dahi hiç korkmadan uçmuştu. Şimdi varsındı ölüm de gelsindi…
O zaman kelebeğin içinden sessizce söylediği son cümleyi, son kez biz bağıra bağıra söyleyelim.
‘’ o zaman ölmek değil, sevmek zamanı’’
***
*’’o zaman sevmek değil ölmek zamanı’’ – Korkunun Krallığı- Attila İlhan