Üç genç arkadaş sırtlarında çantayla köyün dolambaçlı yollarında yürüyorlardı. Hem güneşten bunalmış vücutları terden sırılsıklam olmuş; hem de yorgunluktan yürümeye mecalleri dahi kalmamıştı. İleride derme çatma bir baraka gördüklerinde birbirlerine bakarak sevindiler ve hemen oraya koştular. Kapıda çatının gölgesine sandalyesini kurmuş yarı uyuklar halde yaşlı bir adam oturuyordu. İçlerinden biri yaşlı adama selam verdi:
-Merhaba amcacığım, rahatsız etmiyoruz ya?
-Ooo gençler hayırdır, hangi rüzgâr attı sizi köyümüze?
-Amca biz tatile gelmiştik, hazır gelmişken biraz macera olsun diye gezelim dedik. Köyün oralarda arabamız bozuldu. Baktık etrafta kimse yok, yürüye yürüye buraya kadar geldik.
-E gençler içeri geçin size birer soğuk ayran vereyim, kendinize gelin yahu.
-Allah razı olsun amcacığım.
En azından birine rastlamanın verdiği güven ve mutlulukla içeri geçen gençler barakanın içinin dışarıdan göründüğü kadar dar olmadığını fark ettiler. Barakanın bir tarafında küçükçe mutfak, diğer tarafında ise kütüphane ve sandalyeler duruyordu. Gençler bir yandan ayranlarını içerken bir yandan da yaşlı adamla sohbet etmeyi ihmal etmiyorlardı:
-Eee yaşlar kaç?
-Üniversiteliyiz amca ya. Öğrenci adamız paramız da yok.
-Öyle tabi öğrencilik zor. Bakın size bir fotoğrafımı göstereyim. Sizin yaşlarınızdayken amcanız ne yapıyormuş görün.
Yaşlı adam kütüphanedeki kitaplardan birini açtı ve içinden siyah beyaz bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafta eski model arabalardan birinin önünde duran sırt çantalı uzun saçlı bir genç görünüyordu.
-Bu genç siz misiniz amca?
-Benim tabi. Sizin gibi üniversite öğrencisiyken otostop çekerek ülkeyi gezme hayalim vardı. Öğrencilik tabi paramız da yok.
-Yapabildiniz mi bari amca?
-Uzun hikâye gençler.
Başka bir genç sabırsızlıkla sordu:
-Burada ne işiniz var amca?
-Dikkat edin gençler fazla meraklısınız. Tamam tamam size hikayemi anlatayım. Otostop çeke çeke geziyordum demiştim ya. O günlerden biriydi. Uzun ve zorlu bir yürüyüşten sonra ıssız bir köyün yakınlarına kadar gelmiştim. Saatlerce beklememe rağmen ana yoldan hiç araba geçmedi. Ben de ileri doğru yürüyordum ki birden orta yaşlarda karı koca çiftin bulunduğu lüks bir arabanın yanıma yaklaştığını fark ettim. Arabayı kullanan adam içeriden seslendi:
-Delikanlı, buraları biliyor musun?
-Abi sizi Allah gönderdi. Ben de üniversite öğrencisiyim. Otostop çekerek dolaşıyorum. Beni de gideceğiniz yere kadar götürseniz olur mu?
-Esas seni bize Allah gönderdi delikanlı. Atla bakalım.
Böylece arabaya bindim. Karı koca olduğunu düşündüğüm çift hiç konuşmuyordu. Hava kararmaya yaklaşmışken bir köye geldiğimizi fark ettim. Etrafta tarladan dönen köylüler vardı. Adam köylülerden birine yanaştı ve camı açıp seslendi:
-Pardon bakar mısınız ya. Bir şey soracaktım.
-Hayırdır beyim?
-Molla Dedeyi arıyoruz. Buralarda yaşıyormuş galiba.
-Evet. Molla Dedemiz şu ilerideki evde yaşıyor. Seslenirseniz oğlu çıkar. Onunla konuşmazsanız sizi içeri almazlar.
-Tamam sağolasın.
Bir yandan ne yapmak istediklerini anlamaya çalışıyor bir yandan da olanları merakla izliyordum. Hep beraber büyük avlulu bir köy evinin kapısına geldik. Tabi mecburen ben de inmek zorunda kaldım. Adam içeriye doğru seslendi:
-Merhaba, bakar mısınız?
Köyde olmamıza rağmen takındığı bu kibar tavır beni güldürüyordu doğrusu. Kapıya uzun boylu iri kıyım bir adam geldi.
-Ben Dede’nin oğluyum. Dedeme söyleyeyim. Uygun görürse sizinle konuşur.
Daha fazla dayanamadım ve o beklenmedik cümle ağzımdan dökülüverdi:
-Babanız mı yoksa dedeniz mi?
Birden ortam buz kesti. İri kıyım adam sadece birkaç saniye durdu ve sonra arkasına bakmadan yürümeye devam etti. Karı koca ise bana ters bir bakış atıp bizi izle der gibi kafalarını salladılar. Hayırlısı deyip devam ettik. Biraz bekledikten sonra bu kez evin gelini olabileceğini düşündüğüm bir kadın geldi ve bize doğru bakarak şöyle dedi:
-Dede sizi bekliyor, paraları şu kaba koyup içeri buyurun.
Adam cebinden bir tomar para çıkardı ve kabın içine koydu. Sonra hep beraber içeri girdik. Ben hala burada ne işim olduğunu çözmeye çalışırken egzotik kokulu mumla aydınlatılmış bir oda olduğunu fark ettim. Gerçi o zamanlar çoğu yerde elektrik yoktu zaten. Divanda oturan yaşlı adamın kör olduğunu görmem fazla uzun sürmedi. Divanın karşısında tam da üç minder vardı. Sırayla oturduk. Biraz bekledik ama dede hala konuşmuyordu. Birden içeriye gözleri gören başka bir dede girdi.
-Sağolasın kâhya. Tuvaletten gelene kadar yerime bak demiştim de.
Daha mülayim dedenin gelmesi bir nebze içimi ferahlattı. Böylece kör dede kalktı yerine gören dede oturdu.
-Ne vardı evladım, hele deyin bakalım.
-Molla Dede. Sizin namınızı duyduk buraya kadar geldik. Senelerdir çocuğumuz olmuyor. Doktorlar her şeyi yaptı ama olmadı. Bize bir yol gösterin.
-Namımı duydunuz demek. Tam olarak ne yapacağımı biliyor musunuz?
Birden yol boyunca hiç konuşmayan kadıncağızın dili açıldı:
-Molla Dede’nin Kadim Terazisini elbette.
-Öyle kızım. Molla Dede’nin Terazisi. Bu yüzden üç kişi istiyordum. Kurban olarak bu delikanlıyı mı seçtiniz?
-Evet dede.
O an biraz ürpersem de fazla inançlı biri olmadığım için tükürüp gönderir herhalde diye düşündüm. Boğazımı da kesmezlerdi canım. O kadar vahşi görünmüyorlardı. Her şeye rağmen o gün orada bulunmam büyük bir hataydı. Maalesef bunu anlamam çok uzun sürdü. Birden yanımdaki kadın elimi tuttu ve şöyle dedi:
-Lütfen yanımızda kalın. Size kötü bir şey yapmayacağız.
Canım zaten ne olabilir ki diye düşünürken Molla Dede divanın altından bir terazi çıkardı. Hepimizden terazinin bir kefesinin içine tükürmemizi istedi. Molla Dede’nin çalışma tarzının bu olduğunu düşünerek garip eyleme ben de katıldım. Çünkü genelde Dede’ler tükürürdü. Burada işler biraz daha farklıydı. Molla Dede tükürüklerimizin karşısına bir kilo koydu ve kiloyu açarak içinden bir kâğıt çıkardı. Gülümseyerek üçümüzü de süzdü ve konuşmaya başladı:
-Size Üç Bağ hikayesini anlatacağım evladım. Her birinize birer bağ düşecek.
Molla Dede bunu dedikten sonra teraziyi başının üstündeki ipe astı ve terazi ileri geri sallanmaya başladı.
-Kızım senin payına “Göbek Bağı” hikayesi düştü. “Küçüklüğünden beri okumak isteyen ama babası yüzünden okuyamayan genç hanım evlendiği gece ‘çocuklarımın hepsi büyük adam olacak’ diye yemin etmiş. Bir süre sonra hamile kaldığını anlamış. Mutlulukla çocuğum büyük adam olacak, okuyacak diye yeminler etmeye devam etmiş. O sırada kaynanası ‘Kızım, çocuğun olunca göbek bağını nereye gömersen o çocuk oraya gider’ demiş. Böylece doğum gecesi gelip çatmış. Doğum olduktan sonra hanım çocuğun göbek bağını doktor olsun niyetiyle hastane bahçesine gömmüş. Fakat çocuk kısa süre sonra o hastanede vefat etmiş.” Sözün özü kızım hayatın ne verip ne alacağı hiç belli olmaz.
Bu özlü sözle konunun ne alakası olduğunu ve bu hikâyenin ne anlama geldiğini anlayamamıştım ki yanımdaki kadının hıçkırarak ağlamaya başladığını fark ettim. Kadın ellerini yüzüne kapatarak konuşmaya başladı:
-Molla Dede… Benim çocuğumun başına aynen bu geldi. Nereden bildiniz? Siz gerçekten büyük bir zatsınız.
-Estağfurullah kızım. Ben garip bir Ademoğlu’yum.
Bu sahtekarlık karşısında gözlerim yaşarmıştı. Bir insanın geleceği bilemeyeceği aşikardı. Bu adam da zaten geçmişten bahsediyordu. Belli ki bir yerlerden duymuştu. Ben bu düşünceler içerisindeyken Molla Dede yanımdaki adama bakarak konuşmaya devam etti:
-Oğlum, sana “Üzüm Bağı” düştü. “Bir zamanlar her şeye sahip zengin ve dindar bir Bey varmış. Bu adamın zenginliği, içinde envai çeşit üzümün olduğu meşhur üzüm bağlarından geliyormuş. Her gece zikrini çekiyor ve Rabbine bol bol teşekkür ediyormuş. Bir akşam karısı ile otururlarken karısı ona şöyle demiş;
-Çok zenginiz hamdolsun ama daha da zengin olmak istemez misin? Bak çocuklarımız olacak. Onların daha iyi bir hayatı olsa güzel olmaz mı? Bunca üzüm bağımız var. Biz sirke, hoşaf, pekmez, reçel yapıyor ve satıyoruz. Duyduğuma göre komşu ülkelerde şaraba bol para veriyorlar. Zaten biz içmeyeceğiz, neden bu güzel üzümlerimizden şarap da yapmıyoruz?
Bey’in aklı karışmış. Önce karşı çıkmış ama günlerce düşündükten sonra neden olmasın demiş. Şarap yapımına başlamış. Bunu duyan çevre köyler ve mal sahipleri çok şaşırmış ve alışverişi bırakmışlar. Bey umursamamış, sonuçta daha büyük ticaret yapacağını düşünmüş. Ansızın nereden çıktığı belli olmayan büyük bir yangınla bir gecede bütün servetini kaybetmiş. Çok tövbe etmiş ama nafile, bir daha eskisi kadar zenginleşememiş.” Uzun lafın kıssası Helal daire evlat, keyfe kafidir.
Ben bu sözü bir yerde okumuştum, kendi sözü değil diyecektim ki baktım adam da ellerini yüzüne kapatmış ağlıyor. İnsanlar ne ara bu kadar duygusal oldu bilmiyordum.
-Dede, vallahi haklısın. Seneler önce çok zengindik ama karım haram içecekler satalım diye beni ikna etti, sonrasında fabrikam yandı. Aynı dönemlerde çocuğumuz da ölünce mahvolduk. Allah bizi affetsin.
Korktuğum başıma geldi ve Molla Dede bana dönerek şöyle dedi:
-Senin payına ise ‘Ayak Bağı’ hikayesi düştü çocuğum. “Üç arkadaş yaşlı bir bilgeyi ziyaret etmeye gitmişler. İkisi bilge adamın nasihatlerine kulak verip mutluluğu bulmuşlar. Biri ise inanmamış, karşı çıkmış, merak etmiş. Bu merakı yüzünden bilge adamın ölümüne sebep olmuş. Bilge adam ölünce yerine geçecek kişinin kendisi olduğunu bilmiyormuş tabi. Böylece yıllar sonra bilge adamın ne demeye çalıştığını anlamış. O zaman ona artık Molla Dede demişler. Başkalarına ayak bağı olmanın bedelini senelerce ayak bağı olarak çekmiş.” Sözün özü evlat fazla merak kediyi öldürür.
Bana kendi hayat hikayesini anlatıyor diye düşündüm. Ayağa kalktım ve Molla Dede’ye doğru yürüyerek:
-Bu karı kocanın hikayelerini nereden duyduğunu söyle, paramızı da verin gidelim dedim.
-Ben de bir zamanlar senin gibi meraklıydım evlat. Ama artık merak etmiyorum. Bak merak yüzünden başıma neler geldi?
Molla Dede’yi biraz korkutursam belki bu hikayeleri nereden duyduğunu söyler diye düşünerek kafamı geriye doğru kaldırdığım anda başımın üstündeki terazi büyük bir gürültüyle Molla Dede’nin kafasına düştü. Karı koca ‘Ne yaptın sen?’ diye bağırmaya başlayınca bütün ev ahalisi odaya doluştu. Kapıdaki iri kıyım adam içeri koşarak ‘Dede!’ diye bağırınca bir kez daha ödüm koptu tabi. Maalesef Molla Dede vefat etmişti. O anda anlattığı hikayedeki bilge adamın ölümüne sebep olan kişinin ben olduğumu anlamıştım. Hemen oradan kaçmam gerekiyordu. Fakat iri kıyım adamın boynuma indirdiği kol darbesiyle kendimden geçmişim. Uyandığımda beni iplerle Molla Dede’nin divanına sımsıkı bağladıklarını fark ettim. Başımda otuz kırk adam ve arkalarında bir o kadar da kadın ve çocuk duruyordu. İri kıyım adam konuşmaya başladı:
-Ahali, dün gece vefat eden Molla Dede bildiğiniz üzere kırk yıl önce köyümüze uğrayarak o zaman ki Molla Dede’nin vefatına sebep olduğu için yerine geçen sefil bir gezgindi. Bugün tarih tekerrür etti ve köyümüzün binlerce yıllık kadim gelenekleri doğrultusunda Molla Dede’nin ölümüne yol açan bu adam artık yeni Molla Dede’dir. Hepiniz iyice tanıyın ve canınız pahasına da olsa köyü terk etmesine izin vermeyin.
Maalesef günler süren acı, işkenceler, yemeksiz kalmalar, başarısızlıkla sonuçlanan köyden kaçma girişimlerim neticesinde kafama vura vura Molla Dede olduğuma beni inandırmışlardı. Birkaç yıl içinde hizmete başladım ve yıllarca Molla Dede ünvanıyla görev yapmayı başardım. Neticede haritada bile yeri belli olmayan saçma sapan bir köyde hapis kalmıştım ve başka çarem yoktu. Geçen yıllarda köylülerin çocukları şehre göç etmeye başladı, belediye burada bazı yerleri yıktı ve iri kıyım olarak bahsettiğim adam da öldü. Fakat ben köyden ayrılamadım çünkü burayı çok benimsemiştim. Molla Dede’nin kara kitabını ve kadim terazisini alarak bu barakaya taşındım. O zamandan beri de burada yaşıyorum.
-Amca, Molla Dede’nin terazisini bize de uygulasana.
-Emin misiniz gençler? Bu yolun dönüşü olmaz.
Üç arkadaş biraz konuştuktan sonra ‘en fazla ne olabilir, zaten köyde kimse yok’ diye düşünerek teklifi kabul ettiler. Yaşlı adam teraziyi çıkartıp hepsine tükürmelerini söyledi. Diğer kefeye kilo koydu ve kiloyu açarak içindeki kağıdı okudu.
-Gençler size Üç Bağ hikayesi düştü…
-Üç Bağ mı? Bu sizin hikayeniz değil miydi amca?
-Evlat, 40 yılda bir tekerrür eden gün demek bugünmüş. İçinizden biri yeni Molla Dede olacak. Sonunda veda vaktim geldi.
-Ama amca, bizim gitmemiz gerekiyor. İnşallah sonra tekrar uğrayalım.
O sırada nereden geldiği belli olmayan bir grup adam ellerinde baltalarla içeri girdiler ve barakanın kapısını yavaşça kapattılar. Yaşlı adam kafasını sallayıp hafifçe gülümseyerek şunu söyledi:
-Molla Dede’nin yıllar evvel bana söylediği gibi; gençler, fazla merak kediyi öldürür…