Uluslararası ilişkiler teorileri, çeşitli merceklerele bizlere dünyayı anlamamızı ve onu mantıklı kılmamızı sağlar. Her biri bizlere farklı teorik bakış açıları sunar. Bu karmaşık dünyayı basitleştirmenin bir takım yolları vardır. Analojiye benzer olarak, teoriler aynı haritalar gibidir. Her bir harita belirli bir amaç için yapılmış ve haritanın içeriği, haritayı kullanacak olan kişiyi yönlendirmek için neyin gerekli olduğuna odaklanmıştır. Diğer bütün detaylar karışıklığı önlemek ve açık bir görünüm sunmak için dışarıda tutulur. Bir görsel binlerce kelimeye eşdeğer olduğundan dolayı, Google’a girip “Singapore MRT” yazın ve görsellere tıklayın. Burada Singapur’un Hızlı Kitle Transit ağının haritasını göreceksiniz. Görseli büyütün ve bir süre bekleyin. Gördüğünüz şeyler bir takım çizgiler, istasyonlar ve basit erişim bilgileri olacak. Grafikte halka açık tuvaletleri, yolları, bankaları, marketleri (ve onun gibi şeyleri) görmeyeceksiniz çünkü bunlar sistem üzerinde yolculuk için gerekli olan şeyler değillerdir. İşte teoriler de aynı bunun gibidirler. Her bir uluslararası ilişkiler (IR) teorileri, teorisyenin neyin önemli olduğuna inandığı şeyleri haritaya farklı şekillerde koyar. Uluslararası ilişkiler haritalarında çizilebilecek değişkenler olarak devletler, organizasyonlar, topluluklar, ekonomiler, tarih, fikirler, sınıflar, cinsiyetler ve bunun gibi şeyler olabilir. Teorisyenler daha sonra, olayları analiz etmek için kullanabilecekleri basitleştirilmiş bir dünya kurarlar daha önceden kullandıkları değişkenlerle ve hatta bunlar ile bazı durumlarda bir dereceye kadar tahminde bulunabilirler. Pratik anlamda, uluslararası ilişkiler teorileri, öğrencilerin soruları cevaplamak için kullanabilecekleri ve çoklu metodlar sunabilen en iyi analitik araçtır.
Bazı öğrenciler uluslararası ilişkiler teorilerine çalışmaya bayılırlar çünkü bunlar yaşadığımız dünyayı, insan doğasını ve hatta neleri bilebileceğimize dair ilginç sorulara kapılar açar. Fakat bazı öğrencilere ilk etapta uluslararası ilişkiler çalışma isteği doğuran şey, doğrudan gerçek hayata dair olay çalışmalarına (sıklıkla “ampirik” olarak tanımlanır) geçmek oluyor. Bu türden öğrenciler için, uluslararası ilişkiler teorileri çalışmak oyalama gibi görünebilir. Yine de şu kritik noktayı belirtmek önemlidir: uluslararası ilişkiler teorilerini anlamadan çalışmaya atılmak, aynen harita olmaksızın bir yolculuğa çıkmak gibidir. Belki istediğiniz noktaya ya da başka ilginç bir yere varabilirsiniz fakat nerede olduğuna ya da nasıl oraya vardığınıza dair bir fikriniz olmayacaktır. Ayrıca kendi yönteminin daha iyi ya da daha doğrudan olmasını isteyen birisine hiçbir öneride bulunamayacak ve yanıt veremeyeceksiniz. Teoriler bize berraklık ve yön verir; hem kendi argümanlarımızı savunmamıza hem de başklarının argümanlarını daha iyi anlamamıza yardımcı olur.
İçindekiler
Uluslarası İlişkiler Teorilerine Kısa Bir Giriş
Uluslararsı ilişkiler bir karmaşa içerisinde büyümeye devam ettikçe, sunduğu teori grupları da arttı. Bu yüzden uluslararası ilişkiler teorileri, bu alanda çalışmaya yeni başlayanlara bir zorluk sunuyor. Fakat bu söylem, size başlamanız için bir güven vermeli. Başlayabilmek için, bu kısımda üç bölüm halinde geleneksel teoriler, orta menzilli teoriler ve eleştirel teoriler hakkında kısaca bir giriş yapılacak.
Thomas Kuhn’un “The Structure of Scientific Revolutions” (1962) isimli eseri belli teorilerin nasıl meşrulaştığını ve genel olarak nasıl kabul edildiklerini anlamamız için bir yol gösterdi. Ayrıca teorilerin artık mantıklı olmayışıyla birlikte yeni teorilerin ortaya çıkış aşamalarını tanımladı. Mesela, insanlar bir kere dünyanın düz olduğuna karar kılmışlardı. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte bu konuda önemli bir keşif oldu ve insanlık bu inanışı reddetti. Ne zaman böyle bir keşif gerçekleşirse, bunun sonucu olarak bir “paradigma kayması” olur ve düşünmenin eski şekli yeni olan ile yer değiştirir. Fakat uluslararası ilişkiler teorilerindeki değişiklikler bu örnekteki gibi dramatik olmaz. Bu, farklı zaman periyotlarında ve kişisel şartlara göre bir yaklaşımın diğerinden daha fazla anlatabileceği şeyler olduğunu düşündüğümüzde, bize uluslararası ilişkiler teorilerinin dünyayı açıklamadaki rolünü göstermektedir.
Liberalizm ve Realizm (Gerçekçilik)
Geleneksel olarak, uluslararası ilişlerde iki tane merkez teori vardır: liberalizm ve realizm. Diğer teorilere karşı büyük rekabet halinde olsalar da disiplinin merkezinde kalırlar. Liberalizm en yükseldiği dönemde “ütopik” bir teori olarak adlandırıldı ve bugün hâlâ bazı çevrelerce böyle tanınıyor. Bu teorinin savunucularına göre insanoğlu içten içe iyi, barışa inanan ve uluslar arasındaki ahengi yalnızca başarılabilir bir şey değil aynı zamanda istenilen bir şey olarak görürler. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Immanuel Kant, liberal değerleri paylaşan ülkelerin birbirleriyle savaşmaları için hiçbir nedenleri olmayacağına dair bir fikir geliştirdi. Kant’ın gözlerinden, liberal ülkeler kendi vatandaşları tarafından yönetildiğinden ve toplumun savaşa gitme niyeti çok nadir olduğundan dolayı eğer dünyadaki ülkeler daha liberal olurlarsa dünya daha huzurlu olacaktı. Bu, vatandaşlara karşı sıklıkla bencil arzuları olan ve onları geri kalmış gören krallığın yönetimi ve seçilmemiş bürokratlar için karşıt bir görüştü. Kant’ın görüşleri başkalarını etkiledi ve özellikle demokrasilerin birbirleriyle savaşa gitmeyeceğini varsayan demokratik barış teorisi başta olmak üzere modern liberaller tarafından geliştirilmeye devam edildi.
Ayrıca liberaller savaşın tamamen kesilmesinin ulaşılabilir bir hedef olduğu fikrine inanıyorlar. Liberal fikirleri pratiğe dökersek, ABD başkanı Woodrow Wilson, 1918 Ocak ayında yani Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında “Ondört İlke” olarak düşüncelerini ABD kongresine duyurdu. “İlke”lerinin sonucusu –savaş sonrasında yeniden inşa edilmiş bir dünya için fikirler- uluslar için genel bir dernek yani Milletler Cemiyeti olarak ortaya çıkacaktı. 1920 yılına dönecek olursak, Milletler Cemiyeti, uluslararası barışı sürdürmenin yanı sıra devletler ve uygulamalar arasındaki işleri denetlemek amacıyla kuruldu. Fakat, Milletler Cemiyeti’nin İkinci Dünya Savaşı’nın 1939’da ortaya çıkması nedeniyle çökmesi sonucu bu durum bu olayı kendi teorileriyle çelişiyormuş olduğu için liberalleri zorladı. Bu nedenle Kant ve Wilson gibilerinin çabalarına rağmen, liberalizm güçlü bir tutum elde edemedi ve savaşın devam eden varlığını açıklayan yeni bir teori ortaya çıktı. Bu teori bilindiği üzere realizm yani gerçekçiliktir.
Realizm, tarihte bilinen en yaygın ve en ölümcül savaşların neden bir barış ve optimizm dönemini takiben ortaya çıktığına dair ikna edici bir açıklama sunması nedeniyle İkinci Dünya Savaşı boyunca bir devinim kazandı. Fakat bu ismini yirminci yüzyılda almışsa da bir çok realist daha da gerilere bakmaktadır. Aslında realistler antik dünya kadar eskilere bakıp insan davranışlarının modern dünyadaki benzer kalıplarını bulmaktadırlar. Adının da belirttiği gibi, realizm (gerçekçilik) anlamının savunucuları bu teorinin dünyanın ve uluslarası politikadaki daha etkili değişikliklere ait “gerçekliği” yansıttığını savunurlar. Thomas Hobbes, 1642-1651 yılları İngiliz İç Savaşı boyunca yaşamın vahşiliğine ilişkin açıklamaları nedeniyle realizm (gerçekçilik) tartışmalarında kendisine sıklıkla değinilmiştir. Hobbes, insanoğlunu düzensiz bir şekilde yaşayan ve herşeye karşı bir savaş halinde olduğu “doğa durumu” olarak tanımlamıştır. Buna çare olarak yönetici ile göreceli düzeni koruyan toplum arasında bir “sosyal anlaşma” olmasını önerdi. Bugün, devletlerimizi kimin yöneteceği açıkça belli olduğu için bu tür fikirleri kullanmıyoruz. Her lider ya da “egemen” (mesela bir monark yahut parlamento), kuralları belirler ve bu kuralları çiğneyenlere karşı bir cezalandırma sistemi uygular. Bunu kendi kurulmuş devletlerimizde kabul ediyoruz ki yaşamımız bir düzen ve güven içerisinde devam edebilsin. Bu belki ideal değildir ama bir doğal durumdan daha iyidir. Uluslararası böyle bir anlaşma olmasa ve dünyada hiçbir egemen olmasa ululslararası ilişkilerde korku ve düzensizlik hakim olur. Realistlere göre bizler “ululslararası anarşi” sisteminin içinde yaşıyoruz. İşte bu yüzden realistlere göre savaş barıştan daha olağan görünmektedir ve aslında onlara göre daha çok kaçınılmazdır.
İngiliz Okulu’nun düşüncesi genellikle liberal ve realist teorilerin ortası olarak görülür. Teorisi uluslararası düzeyde olan devletler topluluğu fikrini içerir. İngiliz Okulu’nun temellerinden biri olan Hedley Bull, uluslararası sistemdeki geleneksel teorilerin anarşik olduğunu kabul ediyor. Fakat bunun, normların yokluğu (beklenen davranışların) anlamına gelmediğini ve dolayısıyla uluslararası politikanın toplumsal bir boyutta olduğunu belirtmediğini söylüyor. Bu manada, herhangi bir düzenin var olmadığı ve paylaşılan ilkeler ile davranışlara dayanan bir devlet formu olan “Anarşi Toplumu”nun (Bull 1997) ortaya çıkacağını belirtiyor.
Konstrüktivizm (Yapısalcılık – İnşa Edici Yaklaşım)
Konstrüktivizm (yapısalcılık – inşa edici yaklaşım), sıklıkla orta bir yerde görünen başka bir teoridir. Fakat bu orta yer, ana akım teoriler ile daha sonra değineceğimiz eleştirel teoriler arasında bir yerdir. Ayrıca bu teori, İngiliz Okulu’yla kökensel bağlantılara sahiptir. Diğer açılardan bakan akademisyenlerin aksine konstrüktivistler (yapısalcılar), küresel alanda etkileşim halinde olan bireylerin aralarında paylaştıkları görüşler ve değerlerin önemini belirtirler. Önde gelen konstrüktivistlerden olan Alexander Wendt, yapıların (strüktür) aracıları (yani bireyleri) yalnızca kısıtlamadıklarını ayrıca onların kimliklerini de inşa ettikleri konusundaki fikirleriyle bireyler ve yapılar (devlet gibi) arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. Onun sözü olan “Anarşi denen şey devletlerin yaptıklarıdır.” (Wendt 1992) bunu gayet iyi özetliyor. Bu konuyu ve konstrüktivizmin temelini açıklamanın bir başka yolu da insanlar arasındaki etkileşimlerin var olduğu uluslararası ilişkilerin özünde bulunmaktadır. Sonuçta devletler etkileşimde bulunmazlar, etkileşimde bulunanlar diplomat ya da politikacı gibi aracılardır. Dünya seviyesinde etkileşime girenlerin tanımlayıcı ilke olarak uluslarası anarşiyi kabul ettiklerinden beri bu bizim bir gerçekliğimiz haline geldi. Fakat eğer anarşi bizim yaptığımız bir şey ise o zaman farklı devletler, anarşiyi farklı şekillerde algılayabilirler ve anarşinin nitelikleri zaman içerisinde değişebilir. Hatta uluslararası anarşi eğer farklı bireylere karşı (ve temsil ettikleri devletlerin vekilleri tarafından) etkisi olan bir grup tarafından kabul ettirirlirse farklı bir sistem ile de değiştirilebilir. Konstrüktivizmi anlamak demek fikirleri anlamak ya da sıklıkla güce sahip olmak şeklinde tanımlanan “ilkeleri” anlamaktır. Bu nedenle konstrüktivistler hangi ilkelerin kafa tutuştuğunu ve ihtimal olarak hangi ilkelerin yeni ilkelerle yer değiştirdiği süreci incelemeye çalışmaktadır.
Eleştirel Teoriler: Marksizm, Postkolonyalizm, Feminizm ve Postyapısalcılık
Eleştirel yaklaşımlar çoğunlukla liberalizm ve realizm olmak üzere bu alandaki genel-asıl yaklaşımlara cevap olarak kurulan geniş bir teoriler silsilesidir. Özetle, eleştiri teorisyenleri, uluslararası ilişkiler alanında yaygın olarak kullanılan varsayımlara karşı olarak belirli bir alana değinirler. Onlar, kendimizi burada bulduğumuz dünyamızı daha iyi anlamak için yeni yaklaşımların daha uygun olduğunu düşünüyorlar. Eleştirel teoriler uluslararası ilişkilerde tipik olarak gözden kaçmış ve kabul edilmemiş alanları tanımladığı için değerlidir. Ayrıca eleştirel teoriler, sıklıkla marjinalize olan yani özellikle kadınlar ve üçüncü dünya ülkelerindekiler için bir ses olmaktadır.
Marksizim, eleştirel teorilere başlamak için güzel bir noktadır. Bu yaklaşım, on dokuzuncu yüzyılda endüstri devrimi boyunca yaşamış Karl Marx’ın fikrlerine dayanmaktadır. “Marksist” tabiri Marx’ın görüşlerini benimseyenler ve endüstrileşmiş toplumun “sahipler” (burjuvazi) ve çalışan sınıf (proleterya) olarak ikiye ayrıldığına inananlar için kullanılır. Proleterler kendi ücretlerini ve bu nedenle yaşam sandartlarını kontrol eden burjuvazinin merhameti altınadırlar. Marx, proleteryanın en sonunda burjuvaziyi devirip sınıf toplumuna son vereceğine inanıyordu. Marksist bir açıdan bakan eleştirel teorisyenler, genellikle uluslararası siyasetin devlet etrafında örgütlenmesi durumundan dolayı dünya çapında insanların ortaklaşa sahip olduklarını tanımak yerine bölünmüş ve yabancılaşmış bir halde olduklarını yani potansiyel olarak küresel proleterya olduklarını savunurlar. Bunun değişmesi için devletin meşruluğu sorgulanmalı ve tamamıyla dağıtılmalıdır. Bu anlamda devletten kurtuluş, çok daha geniş bir eleştirel gündemin parçasıdır.
Postkolonyalizm, sınıfların yerine ulusların ya da bölgelerin arasındaki eşitsizliğe odaklanarak marksizmden ayrılır. Sömürgeciliğin etkileri bugün dünyanın birçok bölgesinde hala hissediliyor. Birleşik Krallık ve Fransa gibi eski sömürgeci güçlerin geride bıraktığı yerel topluluklar, bu zorluklarla başa çıkmaya devam ediyor. Postkolonyalizmin kökenleri uluslararası ilişkilerde dekolonizasyon etrafında yoğunlaşan ve Avrupa emperyalizminin mirasını geri alma isteğinin ortaya çıktığı Soğuk Savaş dönemine kadar izlenebilir. Bu yaklaşım, uluslararası ilişkiler çalışmalarının tarihsel olarak dünyanın diğer bölgelerini dışlayarak Batı merkezine ve deneyimine sahip olduğunu kabul etmektedir. Son olarak, postkolonyal araştırmacılar Batılı kuramsal bakış açılarına dayanan ya da eski sömürgelerdeki düşünceleri dikkate almayan analizlerin; ululslararası kurumları ve dünya liderlerini batıyı haksız yere desteklemelerine yol açabileceğini öne sürmüşlerdir. Onlar; küresel ekonomide gerçekeşen olayların, uluslararası enstitülerin karar ve yapım mekanizmalarının ve ayrıca büyük güçlerin hareketlerinin aslında yeni bir sömürgecilik biçimi olabileceği anlayışını yarattılar. Edward Said’in (1978) Oryantalizm’i, Orta Doğu ve Asya’daki toplumların Batı edebiyatı ve bilimsel yazımında Batı’ya göre aşağı bir yerde konumlandırılarak düzenli bir şekilde yanlış temsil edildiğini anlattı. Bu nedenle postkolonyal araştırmaıclar, uluslararası ilişkilerin geleneksel “Batı” zihniyetinin ötesinde daha geniş bir odakla olaya baktıklarından dolayı bu alana önemli katkılar sağlıyorlar.
Uluslararası ilişkilerde doğal bir eşitsizlik olduğunu ortaya koyan bir başka teori ise feminizmdir. Feminizm, bu alana eleştirel akımın bir parçası olarak 1980’lerde girdi. Bu akım neden iktidar mevkilerinde çok az kadının gözüktüğünü ve uluslararası siyasetin nasıl buna göre yapılandırıldığını açıklar. Sadece, dünya liderlerinin buluştuğu bir ortama göz atacak olursanız, buranın erkeklerin dünyası olduğunu düşünebilirsiniz. Bu girişi “cinsiyete dayalı” uluslararası ilişkiler okuması olarak tanımlarsak, bu konudaki haritamızda öncelikli olarak cinsiyet gibi bir konuyu konumlandırıyoruz. Eğer burası erkeklerin dünyasıysa, bu ne anlama gelmektedir? Geleneksel olan eril özellikler olarak görülen saldırganlık, duygusal sağlamlık ve güç gibi belli özellikler bir dünya liderinin temel nitelikleri olarak görülüyor mu? Hangi niteliklerin ve özelliklerin temel olarak bulunması gerekmez (mesela empati ve işbirliği gibi) ve bu hangi tür eylemlerle sonuçlanır? Feminizm, cinsiyetin -toplumun erkek ve kadına uydurduğu görevler gibi- her şeye nüfuz ettiğini kabul ederek bu görevleri herkese fayda sağlayacak şekilde kullanır. Bu sadece erkek ve kadınları sayma meselesi gibi basit bir şey değildir. Daha doğrusu feministler, cinsiyetçi iktidar yapılarının, sözde kadınsı özellikler gösteren kadın ya da erkeklerin en yüksek iktidar seviyelerine ulaşmalarını nasıl zorlaştırdıklarını soruyorlar. Bu pozisyonların ölüm ve kalım kararları verdiğini düşünürsek, o merciye gelen insanların saldırganlığı yahut merhameti ile bilinip bilinmediği hepimiz için önemlidir. Toplumsal olarak yapılandırılmış cinsiyet rollerinden bahsetmişken, örneğin konstrüktivizm ile örtüşen bazı noktalar görmeye başlamış olabilirsiniz. Her yaklaşımı ayrı ayrı sunarken yapabileceğimizin en iyisini yapıyoruz ve dolayısıyla böylece daha net bir başlangıç noktasına sahipsiniz. Fakat uluslararası ilişkiler teorilerinin zor ve karmaşık bir ağ olduğu ve her zaman açıkça tanımlanmamış olduğu konusunda sizi uyarmak akıllıca olacaktır. Bunu hem bu yazıyı okurken hem de çalışmalarınız geliştikçe aklınızda tutun.
Muhtemelen eleştirel teorilerden en tartışmalı olanı ise postyapısalcılıktır (poststrüktüralizm). Bu, hepimizin inandığı ve “gerçek” olarak bildiğimiz inançları sorgulayan bir yaklaşımdır. Postyapısalcılık, genel teorilerin büyük kesimlerce kabul edilmiş baskın anlatılarına karşı sorular sorar. Mesela, liberaller ve realistlerin ikisi de devlet fikrini ve onun büyük ölçüde üstün olduğunu kabul eder. Bu varsayımlar, geleneksel teorilerin dayandığı temel “doğrular” aslında kendileri için oluşturdukları gerçeklik etrafındaki “yapılar” halindedir. Yani dolayısıyla bu iki teorik bakış açısı genel dünya görüşü bakımından bazı farklılıklar gösterse de dünya hakkında genel bir anlayışı paylaşırlar. Teorilerin hiçbiri devletin varlığına meydan okumaz, onlar kısaca bunu gerçekliğin bir parçası sayarlar. Postyapısalcılık, yalnızca devletin değil aynı zamanda gücün doğası gibi yaygın olarak kabul edilen varsayımları sorgulamayı amaçlar. Michel Foucault’un postyapısalcılığa yaptığı katkı onun bilgi-güç bağını tanımlamasıydı. Bunun ne anlama geldiği ise; politikacılar, gazeteciler ve hatta akademisyenler gibi güce sahip insanların bizim belirli bir konu hakkındaki genel anlayışımızı şekillendirme yeteneğine sahip olmalarıdır. Buna karşılık, bu konuyla ilgili anlayışlar aklıselim görünecek gibi kökleşmiş ve onlar dışında bir şekilde düşünemeyecek kadar zorlaşmış bir hale gelebilir. Güç bilgidir ve bilgi ise güçtür. Postyapısalcılar, bir konunun belli bir şekilde baskın olarak nasıl anlaşıldığını analiz ederek konunun temel aldığı gizlenmiş varsayımları ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Ayrıca onlar uluslararası politikada bulunmak, düşünmek ve yapmanın diğer olası yollarını da ortaya çıkarmayı hedeflerler.
Sona Doğru Yaklaşırken
Uluslararası ilişkiler teorilerine bu kısa girişte olduğu gibi, her uluslararası ilişkiler teorisi dünyanın haklı fakat farklı bir görüşüne sahiptir.
Hiçbir teori mükemmel değildir. Eğer uluslararası ilişkilerde herhangi bir teori davranış ve eylem açısından doğru ve tam olmuş olsaydı, diğerlerine hiç gerek kalmazdı. Değişik uluslararası ilişkiler teorilerinin farklılığı, uluslararası ilişkilerin hala belirgin bir biçimde gelişmekte olan yeni bir disiplin olduğunu size gösteren bir uyarı olmalıdır. Bu gelişme içerisinde uluslararası ilişkiler teorileri çoğunlukla devletin doğası, bireyler, uluslararası organizasyonlar, kimlik ve hatta gerçekliğin şiddetli bir argümanlar dizisidir. Burada önemli olan nokta, bu teorilerin analiz yapmak için birer araç olduklarını hatırlamaktır. Çoğu zaman bir olayı anlamak için doğru bir şekilde kullanıldığında uygun ve anlaşılırdırlar. Fakat mükemmel değildirler ve kendinizi çoğu zaman daha kullanışlı bir teorik araca ulaşmak için bulursunuz.
Çeviri
Yazar: Stephen McGlinchey, Rosie Walters ve Dana Gold
Çeviren: Nihat (Daha iyi anlaşılabilmesi ve konuyu daha iyi anlatabilmesi açısından bu makalede bazı kısımlar çevrilmemiştir. Orjinal makale aslında bir kitabın tanıtımını yapmakta ve aynı zamanda uluslararası ilişkiler teorilerini özetlemektedir. Dilerseniz makalenin kendisinden mevzu bahis kitabaın tamamına da ulaşabilirsiniz.)
Orjinal Metin (24/12/2017)