Sait Faik Abasıyanık, durum öykücülüğünün Türk edebiyatındaki en önemli temsilcilerinden biridir. Şiirsel cümleleriyle anlattığı hikayeler, bir olayı anlatmaktan çok, acıların dile gelmiş halidir adeta. Bu nedenle Sait Faik hikayeleri çok beğenilir. Aslında hikayelerini okuyan pek çok okur; olay nerede başlar, nerede biter çok anlayamayabilir. Zaten Sait Faik’in yapmak istediği de bu değildir. O, özellikle balıkçıların ve yoksulların hayatına odaklanır.
Ünlü yazar, Burgazada’daki evinde çok özel eserleri kaleme almıştır. Odasının penceresinden denizin tüm benzersizliğiyle görülebiliyor olması, Sait Faik’in hikayelerinde deniz temasının neden o kadar çok kullanıldığını anlamamızı sağlar. Deniz, ünlü yazar için sadece deniz değildir; bir yaşam biçimidir. Denize bakmadan, her gün mavinin bin bir tonunu görmeden rahat etmiyordur belki de.
Maddi ve manevi anlamda çeşitli sıkıntılarla boğuşan insanları ustalıkla anlatan Sait Faik, karakterlerin dertlerine üzülürken denizin muhteşemliğini hissetmemizi ister. Sadece acı, yaşamak için yeterli değildir. Bir yandan da var olan acılarla baş edecek bir şeye ihtiyacımız vardır. Medarı Maişet Motoru’nda da tam olarak bu isteğimizin yerine geldiğini fark ederiz.
Medarı Maişet Motoru, 1940-41 yıllarında Yeni Mecmua’da tefrika edilir. 1944 yılında yayımlanan roman, aslında tam bir roman özelliği göstermez pek çok araştırmacıya göre. Daha çok uzun hikâye formatındadır. Çünkü durum öykücülüğünün unsurlarını bünyesinde barındırır. Romanın anlatıcısının kim olduğu tam anlaşılmaz. Tanrısal anlatıcı bakış açısının bulunduğu romanda yazarın da konuya dahil olduğu gözlemlenir.
Biz, yazar anlatıcıya Ahmet Mithat Efendi’den aşinayızdır. Çünkü Ahmet Mithat Efendi, okuyucuya bilgi vermek için sürekli hikâyeyi keserek anlatmak istediklerini okuyucuya aktarır. Bunun yanı sıra Ahmet Mithat’ın romana müdahalesi ile Sait Faik’in müdahalesi bir değildir. Sait Faik, okuyucuya salt bir bilgi verme amacında değildir. O, daha fazlasını yapmak ister. Yazar anlatıcının dahil olduğu romanda her şey büyüleyici bir şekilde iç içe geçmiştir.
Temelde anlatılan yoksul insanların hayatı olsa da şiirsel dokunuşlarla Sait Faik, romanını benzersiz kılar. “Medar maişet”, “geçir derdi” anlamında kullanılan bir tamlamadır. Daha romanın başlığından aslında yazarın neyi hedeflediğini anlarız. Sait Faik Abasıyanık dokunuşuyla hareketlenen kurgu, bir yandan kendimizi deniz kenarında Sait Faik’le buluşmuşuz hissini yaratır.
Roman, bilindik Sait Faik anlatımıyla başlar:
“Kir Dimitro’nun berber dükkanının bir kapısı deniz kenarına, ötekisi, sütçü ile ekmekçinin dükkanları önündeki dar yola açılırdı.”
Daha ilk cümleden anlatılan yere gitmişiz, Sait Faik’i bekliyoruzdur. Bu, ünlü yazarın çok önemli meziyetlerinden bir tanesidir. Eserlerinde olaydan çok durumu anlatıyor olmakla birlikte okuyucunun anlattığı mekân içerisinde, karakterlerle birlikte muhteşem anlar yaşamasını sağlar. Aynı durum, en önemli romanları arasında yer alan Medarı Maişet Motoru’nda da bulunur. Okuyucuyu içine çeker adeta, benzersiz bir karadelik gibi.
İçindekiler
Romandaki Karakterlerin Nitelikleri
Sait Faik’in dikkat çeken meziyetlerinden biri de karakterlerine çok özel nitelikler yüklemesidir. Romandaki karakterlerin her biri, aslında insan olmanın gereğini yerine getiriyordur. Hepsinin empati gücünün yüksek olduğunu gözlemleriz. Bir başkasının acısını hissetmek, işte budur insan olmanın gereği. Romandaki karakterler, kendilerini hep karşısındaki insanın yerine koyar ve karakterler arasındaki ilişkide bu temel belirleyici olarak ön plana çıkar. Hikmet ve Hasan’ın karşılaşmalarında da bu çok özel duygu kendisini belli eder. Hikmet, Hasan ile aynı vapurdadır. Vapur bekçisi, adeta Hasan’ın yoksulluğuyla alay eder ve Hasan’ı azarlar. Bu olaya şahit olan Hikmet, geçmiş günlere hızlı bir yolculuk yaparak Hasan’ın yaşadıklarıyla kendi yaşadıklarını harmanlar. Bu, karşısındaki kişinin acısına kayıtsız kalmama halidir.
Bu olay, bir yandan da Sait Faik’in yazar-anlatıcı, karakter ve ona modellik eden kişilerin ve okurun aynı zamanda metin ile karakterler arasındaki duvarın yıkılması olarak da yorumlanabilir. Hikmet, Hasan’ı yermek yerine onunla bir dayanışma içerisinde olmak ve Hasan’ın hayatına dokunmak ister. Klasik romanda yazar-anlatıcı-karakter arasında çok daha hiyerarşik bir ilişki bulunur. Oysa Sait Faik Abasıyanık hikâye ve romanlarında bu hiyerarşinin yıkıldığı gözlemlenir.
Yoksul İnsanların Yaşamına Ortak Olmuş Eşsiz Bir Eser
Romanda temel olarak yoksul insanların hayatlarına odaklanıldığını söyleyebiliriz. Ama bu, dışarıdan her şeye müdahale eden, söylediklerini kendi yaşamına uygulamayan kişilerin anlatım biçimlerinden farklıdır. Sait Faik, her anlamda yoksulluğu deneyimlemiş insanların hayatına acıma duygusuyla yaklaşmaz. Romanda bulunan temel duygu her zaman empatidir.
Romanın bir yerinde şöyle söyler Sait Faik:
“Bu ceplerde para mı kalır be Usta Dimitro?”
Nitekim kalmıyordu da! Yer yer insanların hem paraları hem de umutları tükeniyordu. Bu tükenmişlik içerisinde her zaman bir umudun yeşerdiğini görürüz Sait Faik cümlelerinde. Sait Faik, kendi yaşamında da aslında roman ve hikayelerindeki gibi hislere kapılır. Belki de daha güzel bir dünyayı özler her zaman. Pek çok insan, hayatında çok büyük acılarla baş başa kalmıştır. Bu durum, her zaman daha güzel bir dünyanın özlenmesine neden olur.
Sait Faik Abasıyanık hikayelerinde kendisine çok özel bir yer edinen empati duygusu, yazarın hayatında da önemli bir yerdedir. Zaten çok özel hikayeler, bu duygu sayesinde ortaya çıkmaz mı? Dünya üzerinde yaşantısını sürdürmekte olan insanların büyük bir kısmı acı çeker. Başkalarına anlatmaktan çekindiği ya da anlatmak istemediği dertlerle boğuşmaktadır.
Bu nedenle empati duygusu insani bir duygudur. Var olan acıları görmek ve bu acılar içerisinde umut yeşertebilmek, insanın toplumsal bir canlı olduğunun asıl göstergesidir. Sait Faik Abasıyanık eserleri, başta Medarı Maişet Motoru olmak üzere, bize empati duygusunu en başarılı şekilde verir. Üstelik bunu, bir şair titizliğiyle yapar. Ve insani duyguları çok özel bir şekilde bizlere sunar.
Sait Faik’in de dediği gibi; “Şimdi insanları daha iyi anlıyordu. Onları oldukları gibi değil, olmaları lazım geldiği gibi sevdiğini anlamıştı.”