Selanik şehri bir çoğumuzun dünya üzerinde öğrendiği ilk şehirlerden bir tanesidir. Çünkü Selanik’in bizde manevi bir anlamı var. Yunanistan’ın Türkiye’yi andıran bu şehrinde bir gün geçirdim ve gezip gördüklerimi not aldım. Etrafı ve tarihi yapıları gezerken gözüme çarpan noktalardan, aldığım ufak notlardan bahsedeceğim. Bu kısa Selanik gezisi benim için oldukça güzel bir deneyim oldu. Size bu yazıda baştan aşağı bir rehber yahut ansiklopedik bilgi verecek değilim. Sadece kısa bir Selanik günlüğü okuyacaksınız.
Birazcık Selanik’ten bahsedecek olursak: Selanik, Yunanistan’ın kuzey bölgesinde yer alan bir bölge ve başkent Atina’dan sonra her anlamda Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. Aslında bu şehrin adı, Büyük İskender’in kız kardeşi olan Thessalonike‘den geliyor. Bu isim de “Teselya Zaferi” anlamına geliyor. Yunan Makedonyası’nın merkezi olan Selanik, oldukça büyük bir tarihi dokuya sahip. Bu şehir Ege Denizi’ne ait Termaikos Körfezi’nde yer alıyor. Burası bizim tarihimiz açısından da oldukça değerli bir yer.
Ankaradan çıktığım otobüs yolculuğu baya bir ağrılı geçti. Açıkçası otobüslerde çok uzun yolculuklara alışkın değilim çünkü uyuyamıyorum. Ama yaptığım geziler beni buna alıştıracaklar. İpsala Sınır Kapısı’ndan geçerken güleryüzlü bir polis pasaportumu büyük bir hızla alıp, damgayı basıp pasaportumu geri verdi. Sınırı geçtikten sonra Setur Dutyfree isminde vergiden muaf bir alışveriş mağazası karşınıza çıkıyor. Ben içeriye doğru adımlarımı atarken başka bir otobüsten mağazaya doğru koşa koşa fırlayan 5-6 tane abla gördüğümde kendimi bir film sahnesinde gibi hissetmedim değil. Gariplerim zannediyorlardı ki vergi yok diye her şey çok ucuz. Fakat ürünlerdeki Euro fiyatını Türk Lirasına çevirince hiçbir şeyin ucuz olmadığını anladılar ve büyük bir heyecanla içeriye giren herkes birden duruldu. Gerçekten komik bir sahneydi. Buradan sonra da Yunan kapısından hızlıca geçtim.
Selanik’e yaklaşık 1.5 saat mesafede, Kavala civarında bir dinlenme tesisinde durdum. İçeride Yunan müziğinin kulağa değişik gelen tınısı yankılanıyordu. Burada yaşadığım asıl güzel olay, bir otobüs dolusu Yunan’ın otobüsten aşağı inmesiyle oldu. Ben dışarıda hava alırken ve onlar hakkında konuşurken hayatımda gördüğüm en tatlı teyzelerden birisi geldi ve benimle Türkçe konuşmaya başladı. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi sordu. Türkçesi, anadili Türkçe olanlardan daha temiz ve hoş geliyordu kulağa. Ankaradan geldim ve Selanik’e gideceğimi söyledim, gülmeye başladı. Selanik deyince mutlu oldu ve hemen “Atatürk’ün evine gidecekler yani” dedi arkadaşlarına. Otobüsten inenler yaklaşık 55-65 yaşlarındaydılar. İşin daha eğlenceli tarafı, o teyzeyle güzel güzel sohbet ederken otobüsten inen veya dinlenme tesisinden çıkan ve beni gören diğer teyzelerin de yanıma gelip benimle sohbet etmesi oldu. Yanağımı okşayanlar, sohbet edenler, sıcak sıcak gülümseyenler… Ben böyle sıcak insanları daha önce görmemiştim. Türkçe bilmeyen bir başka teyzenin yanımdaki arkadaşa “Erdoğan, Erdoğan” deyip gülmesiyle de sanırsam siyasi bir espiri yemiş olduk ama tam anlayamadım 🙂
Yunanistan’ın Selanik şehrindeki ilk durağım, sanırsam hayatımda bilinçli olarak gördüğüm ilk kilise olan Aya Dimitri Kilisesi (Hagios Demetrios) oldu. Bu kilise, Selanik şehrinin koruyucusu olduğuna inanılan Aziz (Saint) Dimitri’ye adanmış bir kilise olarak yapılmış. Ayrıca bu kilise Roma kalıntıları üzerine inşa edilmiş ve kiliseye girdikten sonra aşağı merdivenle inerek buradaki Roma kalıntılarını da görebiliyorsunuz. Kilisenin altında bulunan Roma kalıntıları, Dimitri’nin şehit edildiği Roma hamamının kalıntılarını oluşturuyor. İşte o yüzden Aya Dimitri Kilisesi buraya inşa edilmiş. Birçok kilisede olduğu gibi burada da fazla sayıda kutsal resim ve tablolar vardı. Doğu kültürüyle yetişmiş ve Hristiyanlık teolojisi hakkında pek bir şey bilmeyen birisi olarak bu tablolara aval aval bakan turistlere bir yenisi olarak ben de eklenmiş oldum. Bu tablolara karşı insanların ibadet etmeleri ve tabloları öpmeleri bizim anladığımız tarzda ibadetten çok daha farklı bir olgu olarak sizi şaşırtıyor. Ama asıl olarak, bu tablolardaki tasvirleri anlayamamak beni üzdü. Birazcık Hristiyan teolojisi öğrenerek bu tabloları anlayabilmek ve bu sanattan zevk almak gerçekten büyük bir entelektüel başarı olabilirdi.
Kilisede insanlar ibadet ederken bir hüzün içerisine giriyorlar. Benim merak ettiğim kısmı, acaba gerçekten ibadet edilen bu tabloların ve heykellerin tam olarak anlamlarını onlar da biliyorlar mı? Çünkü hepsi birer sanat eseri olarak gözünüze çarpıyor. Bunları anlayabilmek için özellikle Ortodoks sembolizmi üzerine kitaplar ve makaleler okumak gerekiyor. Burada da insanların dileklerini yahut düşüncelerini yazıp attıkları bir kutu var. Daha sonra insanlar mum yakıyorlar. Bu mumları bütün kiliselerde görmeniz mümkün. Mumları yakmadan önce de kiliseye yardım amacıyla bir miktar para atıyorsunuz. Mumların boyutuna göre verdiğiniz bağış da artıyor. Bu mumlara votive candle (adak mumu – ibadet mumu – kilise mumu) deniyor. Bu mumlardan yakmanın birçok manası var ve kökeni İncil’e dayanıyor. Mum yakmak aynı zamanda, kilisede ibadet edenlerin ruhlarını da temsil ediyor. Işık tasviri İncil’de bol bol geçiyormuş ve aynı zamanda İncil’e göre İsa halka şöyle seslenmiş: “Ben dünyanın ışığıyım. Benim ardımdan gelen, asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.” (John 8:12). İşte bu yanan mumların aynı zamanda böyle bir ışığı da temsil ettiğini düşünüyorlar. Mezhepsel olarak bu mumların birçok başka anlamı da bulunuyor. Fakat dediğim gibi daha ayrıntılı açıklamalar için internet araştırmalarından ziyade Hristiyan sembolizmi üzerine bir şeyler okumak gerekiyor sanıyorum.
Kilise II. Beyazid zamanında Kasımıye Camisi olarak camiye çevrilmiş. Fakat o dönemde de onlara göre mukaddes olan suyun Hristiyanlarca ziyaretine izin verilmiş. Tarihi boyunca birçok kez yağmalanan ve ağır hasar gören bu kilise aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyormuş. Sonuç olarak Aya Dimitri Kilisesi oldukça güzeldi.
Daha sonra Atatürk Evi’ne gittim. İçeride duvarlara güzel bilgilendirme yazıları ve görseller asılmış. Üst kata çıktığınızda Atatürk’ün balmumundan heykelini görüyorsunuz. Sol eline eldivenini giymiş ve sağ tekini de yine sol eliyle tutuyor. O eldiveni sallayarak ayağa kalkacak gibi gerçekçi duruyor. Annesi Zübeyde Hanım’ın da balmumundan bir heykeli var. Aşağıda ise Zübeyde Hanım’ın bir fotoğrafı var ki benim gözlerimi doldurmaya yetiyor. Zannediyorum hiçbir Türk bu manzara karşısında duygulanmadan edemez lakin “rahmetliyle bi fotoğraf çekinelim eheheh” diyen insanları duydu bu kulaklar. Neyse, genellemeler yanlıştır diyerekten kendi suizanım diyorum başka da yorum yapmıyorum. Atatürk’ün kullandığı eşyalar da ayrıca sahnelenmiş. Tarihi ayrıntılardan bahsetmek yerine gidiniz, görünüz demekle yetineceğim. Ayrıca dışarıda Atatürk’ün küçükken gölgesinde oynadığı o meşhur nar ağacı da var ve oldukça sağlam bir şekilde duruyor.
Tarih sever birisi olarak Ali Fuat Cebesoy’un bir hatırasından burada bahsetmek isterim. Trablusgarp Savaşı’na gitmeden evvel Ali Fuat Cebesoy Atatürk’ün endişeli halini görünce bir gariplik sezer ve ona sorar:
“Sende bir şey var, ne oldu?”
“Bir şey yok. Fakat müteesirim. Ben eğer Trablus’tan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Korkuyorum, Fuat, korkuyorum. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı?”
(Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul 1967, s. 155-156 – Erol Mütercimler’in dipnotundan)
…
Yunanistan’da daha sonraki durağım ise Selanik’in simgesi olan Beyaz Kule oldu. Yunanca adıyla Lefkos Pirgos olan bu güzel kule, Osmanlı devrinde bir Bizans kulesinin üstüne inşa ettirilmiş. Tarih boyunca birçok isme sahip olmasına rağmen en son Beyaz Kule adını almış. Hem tarihiyle ilgili hem de ismiyle ilgili birçok rivayet bulunuyor fakat rivayetleri burada sıralayacak halim yok. Burası askeri garnizon olarak da zindan olarak da kullanılmış. Kulenin etrafındaki surlar ise günümüzde bulunmuyor. Etrafındaki yeşillikle birlikte gerçekten çok hoş bir manzara oluşturuyor. Kule tam anlamıyla beyaz görünmese de kesinlikle güzel bir rengi ve görünüşü var. Beyaz Kule’ye ait fotoğrafı ise bu yazının kapak görseline ekledim.
Beyaz Kule’yi geçince merakla aradığım Büyük İskender heykelini bulamamam beni üzdü. Fakat tam tersi yönde yürümüşüm. İnsanlara “Alexander the Great Statue???” diye sorarken gerisin geriye yürüyerek buldum ve aslına bakılırsa Beyaz Kule’ye oldukça yakınmış.
Heybetli bir Büyük İskender heykeli olan bu anıt, Büyük İskender’in karakteristik duruşuyla betimlenmiş. Esane atı olan Bukefalos’un ayakları havada bir şekilde ileri atılırken tasvir edilmiş. Bu heykelin arkasında Makedon ordusunun tasviri olan büyük bir gravür bulunuyor. Yan taraflarda da tipik Makedon simgesi olan Vergina Güneşi (Makedon Güneşi) işlemeli Makedon kalkanları ve Makedon mızraklarının heykelleri bulunuyor. Büyük İskender’in sol tarafında ona göre oldukça mütevazı olarak heykelleştirilmiş olan babası II. Philippos’un da bir heykeli bulunuyor. Bu heykel ise yine mütevazı bir miğfer ile betimlenmiş. İskender’e oranla sönük bir heykel.
Buradan sonra kıyıdan uzaklaşarak yukarı istikamette yürümeye başladım. Burada birçok heykelin arasından geçerken karşınıza çok hoş bir Ortodoks kilisesi çıkıyor. Adı ise Ekklisia Nea Panagia. Bu minik kilise gerçekten güzel.
Kendime çizdiğim belirli güzergahı takip ederek bu kiliseden sonra daha yukarı yürüdüm ve Galerius Kemeri’ne (Kamara) ulaştım. Bu da birçok ülkede bulunan kemer yapılarından Selanik’e ait olanı. Aslında bu kemer; Galerius Sarayı, Hipodrom ve Rotunda kompleksinin bir parçasıymış. (Komplekse ait şema için tıklayın) Üçüncü yüzyılın sonuna doğru İmparator Galerius’un Perslilere karşı zaferi şerefine inşa edilmiş. Zaten Galerius Kemeri’ndeki kabartmalar da bu savaştan bahsediyor. İşlemeler gerçekten etkileyici.
Daha sonra gideceğim yer hemen ilerisinde bulunan Yorgo Rotundası oluyor. Zaten dediğim gibi bunlar eskiden birbiriyle bağlantılıymış fakat aradaki yapılar yıkılmış. Rotundaya baktığınızda dışarıdan gözünüze hemen ucu yıkılmış bir minare çarpıyor. Evet, bu Roma yapısına minare dikerek camiye çevirmişiz ve adını da Sultan Hortaç Camii koymuşuz. Minare tepesi olmasa da iyi ki ayakta sağlam bir şekilde duruyor. Evliya Çelebi’nin de bahsettiği Sultan Hortaç Cami yahut Yorgo Rotundası, Pantheon cinsi bir yapıya benziyor. Ne yazık ki ben gittiğimde kapısı kapalıydı ve içeride büyük bir tadilat çalışması yapılıyor gibiydi. Eğer gerçekten bir tamir yapılıyorsa, çok büyük çapta görünüyordu ve kısa süre içerisinde bitecek gibi görünmüyordu.
Buradan sonra Galerius Kemeri’ne geri döndüm ve yönümü Aristoteles Meydanı’na paralel bir şekilde devam ettirdim. Biraz yürüdükten sonra ve hafifçe sahil yönüne yürüyünce, İstanbul’daki Ayasofya’nın bir kardeşi olan Selanik Ayasofya Kilisesi’ne ulaşıyorsunuz. Gerçekten birbirlerini çok andırıyorlar. Zaten bu kilise 7. asırda tekrardan inşa edilirken İstanbul Ayasofya Cami (tabi o zaman kilise) örnek alınarak yapılmış. Kanuni Sultan Süleyman’ın önce Makbul sonra da Maktül İbrahim Paşa olacak olan büyük veziri İbrahim Paşa tarafından camiye çevrilmiş ve bir minare eklenmiş. Adı da Selanik Ayasofya Cami olmuş. Fakat şehirdeki bütün yapılarda olduğu gibi 1912 yılında burası Yunanlıların eline geçtiğinde tekrardan kiliseye çevrilip minaresi yıkılmıştır. Bu yapı da UNESCO Dünya Mirası listesindeki yapılardan bir tanesiymiş.
Buradan tekrar yukarı doğru yürüyünce Acheiropoeitos Kilisesi’ne vardım. Dışarıdan çok güzel görünen bu kilise ne yazık ki kapalıydı. Bu kilise ise II. Murat’ın Selanik’i 1430 yılında fethedişinin hemen ardından camiye çevrilerek ilk cuma namazının kılındığı yermiş. Bu yüzden adı da Eskicuma Cami olarak adlandırılmış. Bu kilise en başta Meryem adına yapılmış ve birçok Bizans kaynağında geçen Akheiropoietos Meryemi Kilisesi’nin burası olduğu sonraları anlaşılmış (Semavi Eyice, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:11, Syf: 398). Buranın kapalı olması benim için gerçekten üzücü oldu çünkü içerisini görmek istiyordum.
Neyse diyerekten yolumu Hamza Bey Cami’ye çevirdim fakat ne göreyim orası da kapalı ve bakımda. Cami’nin önünde büyük bir inşaat çalışması vardı. Bu şekilde tarihi yerleri görememek üzüyor olsa da onların tamir edildiğini bilmek insanın içine su serpiyor. Zaten işin gerçeği Selanik’e gittiğim tarihte birçok yerde inşaat ve yeraltı çalışması vardı.
Buradan aşağı inerken ne yazık ki ünlü Bedesteni göremedim ve aklımdan çıkmış olduğu için sormak da aklıma gelmedi. Acaba o da mı kapalıydı yoksa yanlış yoldan gittiğim için mi göremedim emin değilim. Bundan önce gittiğim Bey Hamamı ve Hamza Bey Cami’si de kapalıydı. Her yerde bir bakım tadilat çalışması var. Hepsinin içini görmeyi çok isterdim.
Buradan sonra aşağı doğru inerek Aristoteles Meydanı’na yürüdüm. Bu meydanda birçok ünlü mağaza var. İnsanlar burayı bu yüzden seviyorlar ama bence asıl olarak mimarisi çok güzel. Büyük büyük oteller inşa edilmiş ama ortada kocaman bir meydan oluşturulmuş. Bu alanda insanlar rahatça vakit geçiriyorlar. Yani bu meydanda insanlar etraflarında binalar olsa da kendilerini betonlarla sarılmış hissetmiyorlar.
2-3 saat dinlenmenin ardından bu sefer de kıyının diğer tarafına yani Beyaz Kule’nin diğer tarafına doğru yürümeye başladım. Orada merak ettiğim şey ise 1997 yılında Selanik’in Avrupa Kültür Başkenti olması nedeniyle buraya getirilen Zongolopoulos Şemsiyeleri’ydi. Gerçekten güzel ve etkileyici bir çağdaş (contemporary) sanat örneğiydi.
Tabi daha da merak ettiğim şey ise Selanik Savaş Müzesi ve Arkeoloji Müzesi’ydi. Fakat bunlara geç saatte gittiğim için kapanmıştılar. Başka ülkeleri ve şehirleri gezerken -eğer benim gibi müzeleri seven birisi iseniz- müze gezilerini sabah erken saatlere almanız gerekiyor. Yoksa doğal olarak her yerde bu şekilde kapalı müzelerle karşılaşıyorsunuz. Ben bunu size açıkça söyleyeyim, zira ben vaktim yetişmediği için kapalı müze göre göre bu gerçeği beynime kazımış oldum. Arkeoloji müzesinin kapısına kadar gittiğimde eserlerin dışarıya taşmış olduğunu gördüm. Yani içerisi baya bir büyük olsa gerek.
Saat ilerleyip hava karardıkça dışarıya insanlar dökülmeye başladı. O kadar çok insan var ki insan Selanik’in nüfusunu düşünmeden edemiyor. Fakat kulak verdiğinizde birçok yabancı dil duyuyorsunuz. Özellikle benim ziyaret ettiğim yaz mevsiminde buralarda çok turist bulunuyor. İnsanlar sürekli dışarıda oturup bir şeyler yiyip içiyorlar.
Onun dışında burada birçok kıyafet mağazası –özellikle küçük olanları- kepenkleri erkenden indiriyorlar. Zannediyorum ekonomi çok iyi olmadığından olsa gerek kimseler alışveriş yapmıyor. Çünkü ben ara sokaklardaki tüm dükkanları kapalı gördüğümde saat akşam 20.00 civarıydı.
(Su alacağınız zaman marketleri kullanırsanız çok daha az para harcamış olursunuz, bence aklınızın bir köşesine yazın. Bu genel geçer kuralı belirtmeden edemeyeceğim.)
Anladığım kadarıyla insanlar burada sabahları alışveriş yapıyorlar ve akşamları da daha çok bir şeyler içiyorlar. Ama tabi ki bu bir genelleme. Çünkü sabah da birçok insan oturmuş kahve içiyordu. Kahve demişken, burada bir kahve çılgınlığı var. Gerçi çaycı milletten birisi olarak bana çılgınlık gibi geliyor da olabilir. (Tamam Osmanlı’da da çay yerine kahve içiliyor olabilir lakin ben günümüzü kastediyorum). O yüzden açıkçası, her an her yerde herkesin kahve içmesi garibime gitti.
(Bu yazıya bu türküyü eklemeden edemeyeceğim.)
Akşam saatlerinden sonra ise tüm sahil seyyar satıcılarla doluyor. El yapımı takılar satanlar, gitar çalanlar, bateri çalanlar (bateri çalanların hepsi kötüydü, belki de bana öyle denk geldiler), kuruyemiş satıcıları, mısırcılar ve lokma tatlıcıları her tarafı dolduruyorlar. Kuruyemiş demişken, Selanikliler kuruyemişi de oldukça seviyor olmalılar. Çünkü her köşe başında seyyar kuruyemiş satıcıları görüyorsunuz ve sadece kuruyemiş satan kocaman bir market de gördüm.
Selanik’te alışamadığım bir nokta, yaya ışıklarının çok geç yanıyor olması. İnsanlar yayalar için yeşil yanmasını baya bir bekliyorlar. Gerçi bu fikri edinmemde Büyük İskender’in babası olan II. Philippos’un heykeline doğru karşıya geçerken on dakikalarca beklememe rağmen yeşil yanmamış olması durumu da etkili olmuş olabilir. Zira uzunca bekleyişten sonra ışığın bozuk olduğuna kanaat getirip geçmek zorunda kaldım.
Ara caddelerde yürürken karşıma Mado çıktı. (viral reklam almadık merak etmeyin) İnsan ülkesinde olan bir şeyi görünce hoş hissedebiliyor. Hatta insanın içinden “Abi ben Türküm bana Türkiye’deki fiyatlar üzerinden satsanız olmaz mı? :)))” diyesi geliyor. Fakat Euro fiyatlarını Türk Lirasına çevirince yine bir hevesiniz kursağınızda kalıyor.
Her şeye rağmen burada da turist bölgesinden uzaklaştıkça birçok ürünü daha ucuza bulabiliyorsunuz. Özellikle Beyaz Kule’ye yakın hediyelik eşya satanlardan ziyade biraz uzaklaştıkça fiyatlar hemen değişiyor.
Genellikle birçok mağazaya, lokantaya girip merakımdan ötürü fiyatlara bakıyorum. Beyaz Kule’den Galerius Kemeri’ne doğru yürürken solda bir hamburgerci gördüm. Açıkçası buradan yemedim, yemeklerin tadı nasıl bilemiyorum ama fiyatları diğer yerlere göre oldukça uygundu. Eğer Selanik’e gidecekseniz burası sizin için güzel bir yer olabilir. Yoksa ben ne orada yemek yedim ne de oturdum. Kesinlikle tavsiye etme gibi bir amacım yok.
Burada gördüğüm arabaların çoğu eskiydi. Fakat asıl otobüsler çok eskiydi. Bunların yanında Türkiye’deki otobüsler baya yeni ve lüks kalıyor. Gittiğim gezdiğim yerlerde bu tip şeylere de dikkat ediyorum. Ayrıca Selanik’teki ara yollar pek iyi ve düz değildiler. Gezdiğiniz şehirlerdeki yolların ve kaldırımların düzgünlüğüne de bakmanızı tavsiye ederim. Selanik’teki yollar ve kaldırımlar kesinlikle iyi değildi.
Bana sorarsanız, burayı gezmek için 2 gün yeterli olacaktır. Fakat dinlene dinlene, yemeklerini deneye deneye, insanlarıyla sohbet ede ede belki daha fazla vakte ihtiyacınız olabilir. Gezdiğiniz yerlerde insanlarla sohbet etmenizi tavsiye ediyorum. Çünkü ben yabancı kiminle sohbet ettiysem çok hoş bir hatıra olarak kaldı. Fakat ben daha çok bir hücumla tarihi eserlere atladım ve etrafı, karnımı unuttum. Selanik güzel bir şehir. Derler ya İzmir’in dostu Selanik’tir, aynen öyle, karşılıklı iki güzel şehir…
Çok bilgi verici bir yazı .Teşekkür ederim
Yazıyı beğendiyseniz ne mutlu bana. Ben teşekkür ederim 🙂